Üniversite ilk kurulduğu çağdan itibaren temel bir işleve sahip oldu. Bu işlev verili düzenin sürekli bir biçimde yeniden üretilmesini sağlamaktı. Kilise bünyesinde, keşişlerin ve kilise görevlilerinin yetiştirilmesini sağlamak için verilen eğitimle başlayan süreç, sonrasında lonca yapısıyla birlikte giderek değişti. Bilgiye sahip olmak için biraraya gelen öğrenciler ile bilginin yaygınlaştırılmasını savunan hocaların birlikte örgütlendikleri lonca yapısı içinde üniversite kavramı ve onun işlevi değişime uğradı. Ortaçağda kilisenin ihtiyaçlarını karşılamak için işe koyulan üniversite, artık kapitalizmin ihtiyaçlarına göre şekillenmeye başladı.
İdeolojinin yeniden üretim alanlarından biri olan üniversite, bu işlevinden kaynaklı siyasal iktidar için vazgeçilmez bir role sahiptir. Fransız devrimiyle iktidarı alan burjuvazinin temel taleplerinden biri genel eğitim hakkıydı. Kuşkusuz bu burjuva düzene hizmet edecek bireyler yetiştirmeyi hedefliyordu. Günümüzde de üniversiteler aynı işlevi yerine getiriyorlar. Bunun yanı sıra, özellikle kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle birlikte, bir bütün olarak eğitim sistemi kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden örgütleniyor.
Bu yeniden örgütlenme, özellikle son yıllarda daha ileri bir düzeyde gerçekleştirilmeye başlandı. Kapitalizmin 70lerde başlayan ve giderek derinleşen krizine paralel olarak neo-liberal saldırılar dünya ölçüsünde yaygınlaştı, 89 çöküşü sonrasında ise yepyeni bir boyut kazandı. Sosyal devlet anlayışı terkedildi. Başta eğitim ve sağlık olmak üzere topluma sunulan tüm hizmetlerin kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden örgütlenmesi süreci böylece başladı. Neo-liberal düşünceye uygun olarak, eğitim herkes için temel bir hak ve kamusal bir alan olmaktan çıktı, yarı-kamusal bir hizmete (K.Gürüz) dönüştü. Böylelikle eğitim piyasaya sürülen bir meta haline getirildi. Piyasa için üretilen her meta gibi eğitim de piyasanın koşulların göre yeniden düzenlenmeye başlandı. Böylece eğitimin paralı hale getirilmesi, ticarileşmesi ve kârlı bir alan olduğu oranda bizzat burjuvazi tarafından sunulan bir hizmete dönüşmesi mümkün hale geldi. Sermayenin, farklı sektörlerle birlikte eğitime yaptığı yatırımın geri dönüş kârlılık- oranlarına baktığımızda, eğitim sektörünün ne kadar kârlı bir yatırı alanı olduğu ortaya çıkıyor. (Tablo 1)
Neo-liberalizmin eğitim politikasında yüksek öğretimin daha özel bir yeri var. Öncesinde bilgi üretilmesi ve bu bilginin yaygınlaştırılması rolü üzerinden tanımlanan üniversite, bu yeni süreçle birlikte artık üretim süreçlerine doğrudan katılıyor. Bu katılım üniversite ile sermaye işbirliği olarak ortaya çıkıyor. Üniversitede bilgi üretimi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda örgütleniyor.
Burjuvazi için yaşamsal önemde olduğu söylenen üniversite-sermaye işbirliğinin dayandırıldığı temel argümanlar şunlardır. İlk argüman, sanayiye yönelik teknolojik gelişmenin ekonomik rekabet gücünü arttıracağıdır. Dünyanın yaşadığı değişim ve gelişim süreci bilgiyi (siz teknoloji olarak okuyun) daha önemli bir noktaya taşıyor. Üretim süreçlerindeki emek-yoğun tarzdan bilgi-yoğun tarza geçiş süreci, bir sanayi girdisi olarak bilgiyi yaşamsal bir öneme kavuşturuyor. Bilgiye sahip olanın rekabet gücü diğerlerine oranla daha da gelişiyor. Böylelikle bilgi giderek ticari bir kavrama dönüşüyor.
Bu temel belirlemelerin ışığında burjuvazi üretim süreçlerine araştırma-geliştirme (Ar-Ge) kurumlarını ekledi. İlk olarak kendi işletmesi bünyesinde oluşturduğu Ar-Ge kurumları bir dizi olumsuzluk taşıyordu. Bunlardan ilki Ar-Genin riskli bir yatırım alanı olması, araştırmaların uzun sürmesiydi. Buna rağmen yapılan araştırmalar bir sonuca ulaşmadan son bulabilir, dahası ortaya çıkan sonuç sermayenin bir işine yaramayabilirdi. Kaldı ki Ar-Ge çalışmaları oldukça pahalı bir yatırım alanıydı. Aynı zamanda bu kurumlarda çalıştırılacak personelin bulunması ve bu personelin ücretlerinin karşılanması onun için apayrı bir yüktü. Yanı sıra labarotuvar ve gerekli teknik donanımların sağlanması da ciddi bir yatırım gerektiriyordu.
Yarattığı tüm bu sorunlar nedeniyle sanayi kurumları bünyesinde oluşturulan Ar-Ge bölümleri sermayenin istediği sonuçları vermedi. Bunun üzerine birçok olanağa sahip olan üniversitelerden yardım almak, onun kaynaklarından faydalanmak yönünde bir eğilim oluştu. Türkiyede 1983ten sonra özel sektör, kamu ve üniversiteler üzerinden Ar-Ge için ayrılan personel sayısı ve yapılan Ar-Ge çalışmalarına baktığımızda göreceğiz ki, üniversiteler her iki açıdan da özel ya da kamu sektörünün çok daha ilerisindedir (Tablo 2). Personel ve yapılan Ar-Ge çalışmaları bakımından özel ya da kamu sektörü, üniversite kadar gelişmiş değildir.
Tüm dünyada Türkiyedekine benzer bir tablo söz konusudur. İşte bu nedenlerle üniversiteler burjuvazinin yukarıdaki sorunlarına çözüm olabilecek yegane kurumlar oldular. 1970lerle beraber emperyalist ülkelerde Ar-Ge çalışmaları büyük oranda üniversitelere kaydırılmaya başlandı. Üniversiteler de sermayenin yardım talebine tamamen olumlu yanıt verdiler. Bu durum özellikle Amerikada böyle oldu. Böylelikle üniversite-sermaye işbirliği sürecine yeni boyutlar kazandırılmış oldu.
Ülkemizde bu işbirliğini teorize etme ve uygulama çabası içinde olan başlıca kurumlar ise YÖK, TÜBİTAK ve TÜSİADtır. TÜBİTAK daha çok bu işbirliğini meşrulaştırma çabası içinde olurken, YÖK üniversite-sermaye işbirliğinin önündeki yasal ve fiili engelleri ortadan kaldırmak ve bu işbirliğini en üst düzeyde gerçekleştirmek, TÜSİAD ise her iki işi birden gerçekleştirmek çabası içindedir.
TÜBİTAK bu süreçte üniversitenin üzerine düşen rolü açık bir biçimde şöyle ifade ediyor: Eğer, toplumun bilim ve teknoloji yeteneğini yükseltmek... bir toplumsal varoluş sorunu haline gelmişse ve bu sorunun çözümü için üniversitenin yetenek ve birikimine gereksinim duyulmuşsa, modern üniversite ve çağımız bilim adamı, toplumsal sorumluluğunun bir gereği olarak, elbette, bu isteme yanıt verecektir. (TÜBİTAK, Türkiye Üniversite-Sanayi İşbirliğinin Geliştirilmesi-Alt Komisyonu Raporu 1994).
TÜBİTAK yukardaki söylemiyle toplumun çıkarlarını bir avuç kapitalistin çıkarlarına eşitleyerek, buradan üniversiteye yeni bir rol biçiyor. 1990da TÜBİTAK tarafından gerçekleştirilen 1. Bilim-Teknoloji Şurasında kapsamlı değerlendirmelere konu edilen üniversite-sermaye işbirliğinin fikri temelleri atıldı: Üniversitelerde gerçekleştirilen araştırmaların %90ını oluşturan ve lisansüstü eğitimin bir parçası olarak yapılan çalışmalar, salt akademik derece amacına bağlı olmaktan çıkarılmalı ve büyük ölçüde sanayi işbirliğinin ihtiyaçlarına yöneltilmelidir. (TÜBİTAK 1. Bilim-Teknoloji Şurasından aktaran Metin Özuğurlu/Üniversite-Sanayi İşbirliği tartışma metinleri, AÜSBF). Yine 1. Bilim ve Teknoloji Şurasında, TÜBİTAK üniversite-sermaye işbirliği konusunda devletin hızlandırıcı ve düzenleyici bir rol üstlenmesi gerektiğini ifade ederken, devletin bu konuda yapması gerekenleri şöyle sıraladı:
- Üniversitelerdeki öğretim üyelerinin sanayiye, sanayideki uzmanların üniversitelere rahatlıkla geçebilmeleri sağlanmalıdır.
- Üniversitelerin müfredat programlarında sanayinin ihtiyaçlarına cevap verecek değişiklikler yapılmalıdır.
- Bilim ve teknoloji öncelikleri, sektör bazında belirlenmelidir.
- Üniversiteler endüstriye işletme ve tasarruf projeleri ile yardım etmelidir.
- Üniversitelerde bulunan araştırma uygulama merkezlerinin sanayi ile birlikte yürütülmesi gerekir. Bu merkezlerin yetkili yürütme kurullarında sanayiciler de yer almalıdır ve finansmanına katılmalıdır. Sanayiciler cirolarının örneğin %0.1ini bu merkezlere verebilir. Bu durumda finansman sorunu çözüleceğinden ve neyin araştırılacağı konusunda sanayiciler de söz sahibi olacağından uygulamaya dönük araştırmalar yapma şansı artacaktır.
- Üniversitelerin endüstriye kaliteli eleman yetiştirmesi hususunda en önemli problem öğretim üyesi sıkıntısıdır. (TÜBİTAK, 1990)
TÜBİTAKa göre üniversitenin sermaye ile olan işbirliği onun akademik özerkliğinden bir şey kaybettirmeyecek, bir şartla: Sanayici, bilimcilerin bağımsız entelektüel faaliyetlerine kaba müdahalelerde bulunmamalıdır (agy). TÜBİTAK akademik özerkliği ve özgür bilimsel eğitimi bazı akademisyenlerin bağımsız entelektüel çalışmalarına indirgemekle kalmıyor, aynı zamanda kapitalistlerin bilim adamlarının çalışmalarına müdahalelerini kaba bir biçimde yapmadıkları müddetçe bir sorunun yaşanmayacağını düşünüyor. Sermayenin hizmetkarlığına kendini adamış bir grup bilim adamından başka türlü bir yaklaşım da beklenemezdi zaten.
YÖKe gelince, o daha kurulduğu tarihten itibaren sermayenin istek ve ihtiyaçlarını hayata geçirme çabası içinde oldu. Kemal Gürüz 1994te Türkiye Bilimler Akademisine yaptığı bir sunuşta hayalindeki üniversiteyi tanımlıyor. Girişimci Üniversite adını verdiği bu modelde üniversite bir sanayi kuruluşu gibi davranıyor. Diğer sermaye gruplarıyla işbirliği içinde olan girişimci üniversitenin serbest pazar ekonomisinin arz ve talep koşullarına uymak zorunda olduğunu belirtiyor. K. Gürüz yine 94 tarihinde TÜSİAD için hazırladığı bir raporunda da Türkiyedeki üniversiteleri bazı gruplara ayırıyor. Bu gruplardan ilki az sayıda seçkin üniversiteden oluşuyor. Bu üniversitelerin temel işlevi lisansüstü eğitim vermek ve üniversite-sanayi işbirliğiniüst düzeyde gerçekleştirmektir. Bu gruptakiler için üniversite-sermaye işbirliği tekno-kentler aracılığıyla bugünden başlamış durumda. İkinci gruptaki üniversitelerin temel işlevi ise sanayiye mühendis gibi nitelikli işgücü sağlamak olacak. Üçüncü grupta değerlendirelen üniversiteler ise kütlesel eğitim yapan eğitim kurumları olarak adlandırılıyor. Tüm taşra uuml;niversiteleri bu gruba dahil. Bu üniversiteler ise yine sanayinin kalifiye işgücü ihtiyacını meslek liseleri ve meslek yüksek okulları ile birlikte sağlayacak.
K. Gürüzün yaptığı bu gruplandırma YÖKün yüksek öğretim stratejisi olarak ifedelendirilebilir. Bu arada belirtilmesi gereken bir başka önemli olgu ise, bu gruplandırma içerisinde yeralan her üniversitenin ticari birer kuruluş olarak değerlendiriliyor olması. Dolayısıyla verilen bu ticari hizmet için kullanıcılardan (öğrencilerden) bir fiyat talep ediliyor. Bu fiyatlandırmada da bahsi geçen gruplandırma esas alınacak. Doğal olarak elit üniversitelerin fiyatları çok yüksekken, taşra üniversitleri makul bir fiyat karşılığında hizmet sunacak.
TÜSİAD ise bu ülkenin egemen burjuva sınıfının temsilcisi olarak bu konu üzerine fazlasıyla eğilmiş ve yönlendirici olmuştur. Bir sermaye örgütü olarak, sermayenin yönelimlerini ve ihtiyaçlarını dile getiren TÜSİAD, düzenin ilgili tüm kurumlarını tutum almaya zorlamıştır. TÜBİTAK, YÖK, MEB ve üniversiteler bu konuda oldukça hızlı ve etkili olabilmişlerdir. TÜSİAD 94 yılında hazırlattığı Türkiyede ve Dünyada Yüksek Öğretim Bilim ve Teknoloji adlı bir raporda, sorunu tüm açıklığıyla ortaya koymuştur: Bilgi ve bilgili insan gücünün, ekonominin en önemli girdileri haline gelerek sermayenin ve üretim faktörlerinden birini oluşturması, bilim ve teknoloji arasındaki ... ilişki ile birlikte Bilgi Toplumunun ve Sanayi Sonrası Toplumunun en belirgin niteliğidir. Bu nedenle ... bilgi ve bilgili insanların kaynağı olan üniversiteler ve araştırma merkezlerine ileri ve özellikli üretim faktörleri adı verilmektedir. (s.31)
TÜSİAD aynı raporda bir adım daha ileri giderek, sermayenin temsilcilerinin üniversitelerin yönetiminde doğrudan rol almalarını isteyebilmektedir: Deneyim sahibi, üniversite mensubu olmayan kişilerin uzmanlıklarından yararlanmak üzere bilim, kültür, sanat, sanayi ve ticaret alanındaki başarıları ile toplumda temayüz etmiş kişilerin, yüksek öğretim sistemimizin ve yüksek öğretim kurumlarımızın yönetiminde yer alması gerektiği söylenmektedir.