İçindekiler:

24 Ocak 2022
Sayı: KB 2022/04

İttifak arayışları ve ekseni
Devrimci odak ihtiyacı
Demirtaş Öcalan'la tehdit ediliyor
Sarayın sırtındaki sopa
Azgınlaşan sömürünün kaynağı
Farplas işçileri direnişte
Tekstil Grup TİS'leri başlıyor
Marksizm ve sosyal-şovenizm / 2 - H. Fırat
Katledilişinin 38. yılında Necmettin Büyükkaya
Biden: NATO'da çatlak
Kazakistan'da işçilerin direnişi
Küresel sermayenin "Riskler Raporu"
Mesleki eğitime yönelik hamleler
24 Ocak Kararları, 12 Eylül ve AKP
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Sarayın sırtındaki sopa:
Halkbank davası

 

Biden yönetimi, Amerika’da devam eden Halkbank davasını Ankara’daki işbirlikçilerinin boynuna takılan tasma gibi kullanıyor. Dolandırıcılık ve kara para aklama suçlarını da içeren altı ayrı suçtan iddianame hazırlanarak Halkbank hakkında açılan davanın durdurulması için saray rejimi sayısız takla attı. Son olarak Ekim ayında Halkbank’ın yaptığı “dokunulmazlık” itirazını kabul etmeyen İstinaf Mahkemesi, ocak ayında yeni bir karar alarak dosyaların Yüksek Mahkeme’ye gönderilmesine karar verdi. Biden yönetimi, itiraz süresi boyunca yargılamanın durdurulmasını sağlayarak saray ve şürekasının boynundaki urganı gevşetti. Bu “jest” için saray rejiminin Washington’daki efendilerine ne tür tavizler verdiği ise henüz açıklanmadı. 

Saray ve kapıkulu medya tarafından “büyük işadamı”, “ulusal kahraman” olarak lanse edilen, yandaş gazetelerde Türk bayrakları önünde çekilmiş fotoğrafları yayınlanan ve yandaş kanallarda canlı yayınlara konuk edilerek “onurlandırılan”  Reza Zarrab’ın 21 Mart 2016’da Miami’de tutuklanmasıyla dava başlamıştı. Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla ise, 2017’de yaptığı ABD seyahati sırasında tutuklanarak davaya dahil edildi. Dava dosyasının önemli sanıklarından biri olarak mahkeme kayıtlarında yer alan eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ve evinde ayakkabı kutularında milyonlarca dolar saklayarak gündem olan Halkbank Eski Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın yanı sıra Halkbank’ın üst düzey eski yöneticileri de “firari sanıklar” olarak dosya da yer alıyor.

Bakanlar ve üst düzey bürokrasi görevlilerine nasıl ve ne kadar rüşvet verdiğinin ayrıntılarını mahkemede anlatan Sarraf, ifadesinde dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’la kurdukları dolandırıcılık sistemini itiraf etmişti. İtirafçılığı seçen Zarrab, Çağlayan’a 45-50 milyon Euro civarında rüşvet verdiğini anlatmıştı. İran’ın Türkiye’de biriken petrol ve doğalgaz gelirlerinin Türkiye dışına çıkarılması için yasadışı altın ve gıda ticareti üzerinden kurdukları dolandırıcılık şebekesine Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’nın yardım ettiğini de söylemişti.

Davanın mahiyetine vakıf olan, ucunun kendisine ve aile bireylerine kadar uzanacağını bilen sarayın şefi, tutuklamaların gerçekleştiği günlerde davayı “Bu, gerçekten çok çok ilginç bir konu” şeklinde değerlendirmişti.

Gerçekten “çok çok ilginç bir konu”olan davanın başlamasının üzerinden neredeyse altı yıl geçmesine rağmen sonuca bağlanmadı. Davanın baş aktörlerinden AKP’nin “ulusal kahramanı” R. Zarrab itirafçı oldu ve tahliye edildi. Türkiye üzerinden halen kendisine para akıtılmaya devam ettiği söyleniyor. Halkbank eski Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla ise, ilk adımda 32 ay hapis cezasına çarptırıldı. Birden fazla dosyadan yargılanan bu zat hakkında mahkeme başka bir karar almadı. Yani işi sürüncemeye bıraktı. 

Elbette bu durum ABD mahkemelerinin “bağımsız olması” ya da “yavaş çalışması” ile alakalı değil. ABD ekonomik ve militarist gücünü olduğu gibi yargıyı da emperyalist amaçların bir aparatı olarak kullanıyor. Bu mekanizmaları iktidarların bağımlılıklarını arttırmak için kullanıyor ve onlardan istediğini almanın aracı yapıyor. Saray ve avenesi hakkında elde ettiği bulgu ve belgeleri kullanmayı sürece yayarak uşaklarına şantaj da yapıyor.

Davanın yaratacağı sonuçları bilen Erdoğan’ın ABD başkanlarıyla yaptığı görüşmelerde birinci gündeminin Halkbank davası olduğunu New York Times ve Spiegel’in yanı sıra birçok gazetede çıkan haberlerden biliyoruz.

ABD’nin eski Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton Almanya’da yayınlanan haftalık haber dergisi Spiegel’e yaptığı açıklamada, Erdoğan’ın Trump’la hemen her görüşmesinde bu konuyu gündeme getirdiğini açıklamıştı. New York Times gazetesi de Erdoğan’ın, Trump’a “meseleyi çözmesi için” yoğun istekte bulunduğunu yazmıştı.

Enerji kaynakları ve nakil yolları üzerine büyük emperyalist güçler arasında devam eden hakimiyet savaşları Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu bölgeyi emperyalist çatışma ve savaşların odağı haline getirmiş bulunuyor. Gerilim, çatışma ve savaşların eksik olmadığı bölgemizde Suriye, Irak, Doğu Akdeniz, Libya ve Afganistan’a, Ukrayna krizi ve Bosna Hersek’teki gerilimlerin de eklenmesiyle durum daha da vahim bir hal alıyor.

Politik bir tercihle zamana yayarak sürüncemede bırakılan Halkbank davası bölgesel krizlerin yayılmasına paralel olarak ABD emperyalizmi tarafından Saray’ı hizaya sokmanın aracı olarak kullanıldı. “Bağımsız” yargının Ekim ayında aldığı kararı yine güya “bağımsız” olan bir başka mahkemenin kararıyla değiştirmesi, Biden yönetimin yargıyı emperyalist politikaların aparatı olarak kullandığını gözler önüne seriyor. Kapitalist devletlerin temel kurumlarından biri olan yargının bağımsız olduğu efsanesinin bir safsata olduğu bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Dikkat çekici olan, mahkeme kararının açıklandığı gün Biden’ın Doğu Akdeniz gazının Avrupa’ya taşınmasını öngören EastMed Boru Hattı Projesi’nin mali açıdan uygulanabilirliği konusunda “çekincelerini” açıklayarak Saray’a bir “jest” daha yapmasıdır. Saray’a bir eliyle muz uzatan Biden’e önemli tavizler verildiğinden şüphe etmemek gerek. Bununla birlikte, Halkbank davasının beklemeye alınması, Biden’in aba altından beyzbol sopası göstermeye devam edeceğine işaret ediyor.

AB büyükelçileriyle buluşan Erdoğan’ın, “AB stratejik önceliğimiz olmayı sürdürüyor, AB’ye tam üyelik hedefine bağlıyız” türünden laflar ederken, Sarayın Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın, “NATO’nun değerlerini ve sorumluluklarını paylaşan Türkiye, NATO’nun her zamankinden daha aktif ve canlı olduğuna inanıyor” açıklamasını yapması, Biden’ın izlediği “havuç-sopa” politikasının hedefine ulaştığını gösteriyor.

ABD emperyalizmi bölgenin gerici devletleri arasındaki yapay husumetleri kışkırtarak “vazgeçilmez” bir efendi olduğunu göstermek için Yunanistan’da üs kurma kararı aldı. Bundan dolayı telaşa düşen Saray ve şürekası, “Yunanistan’ın değil Türkiye’nin tercih edilmesi ABD’nin çıkarlarına daha uygun olacaktır” mesajı vererek, Washington’un uşaklık için kendilerini tercih etmesini istemişlerdi.

Rusya’yı çevreleyip Çin’i yalnızlaştırma stratejisi kapsamında aylardır gündemde tutulan “Ukrayna sorunu” etrafında soğuk savaş rüzgarları estiriliyor. Tam da bu noktada emperyalist blok Saray rejimini kendi savaş arabalarına bağlamak istiyor. Saltanatlarının yıkılacağı korkusuyla emperyalist efendilerine sarılan AKP-MHP rejimi, sefil bekalarının güvenceye alınması karşılığında savaş arabasına atlamaya hazır olduklarını ilan ettiler. Tayyip Erdoğan’ın Ukrayna ve Kırım’la ilgili açıklamaları da bu yönde mesajlar veriyor.

Rusya’yı Doğu Avrupa üzerinden kuşatma politikasının aparatlarından olan Polonya ve Ukrayna’ya İHA’lar-SİHA’lar satan ve NATO’nun genişleme stratejisine onay vererek ABD emperyalizminin saldırganlığına ortak olan AKP-MHP rejimi, sefil bekasının güvenceye alınması karşılığında Biden yönetimine biat etmeye hazır olduğunu bir kez daha ispatlamıştır.

AKP’nin Washington büyükelçisi Murat Mercan ile saray danışmanı İbrahim Kalın ikilisinin geçen ay ABD’de yaptıkları temasların içerik ve kapsamı açıklanamamış olsa da bu kirli pazarlık kapsamında gerçekleştirildiğinden şüphe etmemek gerek.

Hal böyleyken saray tarafından beslenen dinci-faşist tetikçi Akit, ABD emperyalizminin havuç-sopa politikasından arsızca bir “zafer” hikayesi uyduracak kadar düşkünleşti. ABD emperyalizminin Yunanistan yerine Türk sermaye devleti ve onun sarayını tercih etmesini, “Yunanistan’a büyük şok! Türkiye Girit’te de Yunan’ı denize döktü!” tarzında ırkçı zırvalara dayalı haberler yaptı. Dün 6. Filo önünde secde edip Dolmabahçe’de namaz kılanlar bugün de ABD emperyalizmine uşaklık edilmesini “zafer” diye pazarlayarak halen aynı yerde durduklarını gösteriyorlar. Başka türlü olmazdı zaten. Zira, dinci-faşist zihniyetin farklı bir tutum alması eşyanın tabiatına aykırı olurdu.

 

 

 

 

 

 

Pandemi yeniden zirvede,
gerici-faşist rejim hayal aleminde

 

Dünya genelinde insanlar, yaklaşık iki yıldır, kapitalizmin yarattığı tahribatın ürünü olan koronavirüs pandemisi ile boğuşuyorlar. Sadece kâr amacı güden kapitalist düzen, bu süre zarfında toplumları yıkıma uğrattı, milyonlarca insanın ölümüne sebep oldu. Sömürü sistemi içinde ayrıcalıklı sınıf olan burjuvazi istediği her şeye hemen ulaşma imkânına sahipken, yoksul emekçiler salgınla baş başa bırakıldı. Sömürücü asalaklar tabiri caizse kendilerini fanusun içine korumaya alırken, işçi sınıfı onlar için üretmeye devam etti. Yoksul halklar açlığa terk edildi. Hindistan’da açlıktan ölen bir annenin yol kenarında duran cesedinin başucunda ağlayan çocuğunun görüntüleri hafızalara kazınmış ve yaşanan buna benzer örnekler kapitalist sistemin acımasızlığını gözler önüne sermiştir.

İnsanlık, uygarlık ve doğa için anbean tehlike saçan kapitalist sistemin iğrenç uygulamaları aşıda da devam etti. Pandeminin kendine yaşam alanı bulmaması ve toplumsal bağışıklığın kazanılması için aşının yaygın bir şekilde yapılması gerekiyor. Fakat kapitalist sistemin sınıflar ve ülkeler arası eşitsizliği yüzünden bu bir türlü hayata geçmemekte ve dolayısıyla virüs mutasyonu için zengin bir ortam daimi kılınmaktadır. Bu durumda ortaya çıkan yeni varyantlar herkesin kabusu olmayı sürdürmektedir.

Aşıdaki en önemli sorun patent hakkıdır. Patent yüzünden yoksul ülkeler hala aşıya ulaşmakta zorluk çekerken, zengin ülkeler aşıyı stoklama yarışı yapıyorlar. Yoksul ülkelerin 15’i şimdiye kadar aşıya hiç ulaşamamış, 35 kadar ülkede ise aşı girişi sadece yüzde 1’in altında kalmıştır. Türk Tabipler Birliği (TTB) Genel Sekreteri Prof. Dd. Vedat Bulut’un ifade ettiği gibi, zengin ülkeler ihtiyaçları olan aşıdan çok daha fazlasını aldıkları ve yoksul ülkeleri umursamadıkları için, virüs yoksul ülkelerde yeni mutasyonlar geçirip, dönüp yine zengin ülke toplumlarını tehdit etmektedir. Bu koşullar daha riskli ve insan soyunu ciddi bir şekilde tehdit eden varyantların ortaya çıkması potansiyeli doğurmaktadır. Bu, aynı zamanda, insan sağlığını esas almayan kapitalist sistemde pandemi gibi bir sorunun nasıl da sürüncemeye bırakıldığını ve yeniden yeniden üretildiğinin çarpıcı bir göstergesidir.

Tsunami etkisi yaratan yeni varyant: Omicron

Güney Afrika’da ortaya çıkan ve şimdiye kadar en yüksek bulaş riski taşıdığı söylenen omicron varyantı dünyada yeniden alarm zillerinin çalınmasına sebep oldu. Dünyanın birçok ülkesinde vaka sayıları şimdiye kadar görülmemiş düzeyde arttı. Avrupa, Amerika ve Çin’de yeniden kısıtlayıcı önlemlere dönüldü. Örneğin Çin’in bir kentinde 2 omicron varyantı çıkması üzerine kent karantinaya alındı ve herkese test yapıldı. Ülkelerin aldığı kısıtlama önlemleri dışında aşı yapma yaşı beşe kadar düşürüldü ve yetişkinler için ise hatırlatma dozu devreye sokuldu. Fakat diğer yandan Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) pandeminin bitirilmesinde kesin çözüm ve yoksul ülkelerde yaşanan katliamlarının önüne geçebilmek için dünyanın en ücra köşesine dahi aşı ulaştırmak gerektiği uyarısı, kulak arkası edilmeye devam ediliyor.

Türkiye’deki tsunamiye karşı yaprak kıpırdanmıyor

Dünya ülkelerini sarsan ve haftalardır Türkiye’yi de kasıp kavuran omicron varyantına karşı AKP-MHP iktidarı sessizlik içindedir ve adeta böylesi bir sorun yokmuş gibi davranmaktadır. Geçtiğimiz yılın temmuz ayında göstermelik önlemler bile rafa kaldırıldı. Bunun yanı sıra aşı, maske, mesafe, hijyen gibi önlemler bireylerin inisiyatifine kaldı. Bu politika sonucunda aylardır hemen hemen her gün ortalama 200 kişi pandemiye kurban gitmektedir. Deltadan sonra ortaya çıkan omicron varyantı ile pandeminin yeni pik yaptığı apaçık ortadayken, Sağlık Bakanı hala sorun edecek bir şey yok demeye getiren ifadeler kullanmakta ve pembe tablolar çizmektedir. Bunun yeni yıkımlara bile bile davetiye çıkarmaktan başka bir anlamı yoktur. Üstelik iktidar, 10 günlük karantina süresini 7 güne indirerek, kapitalistlerin taleplerini yerine getirmeye de devam etmektedir.

Pandemide şeffaflıktan uzak, gerçekleri gizleyen bir politika izleyen gerici-fasit iktidar, pandeminin başından beri en yüksek vaka sayılarını görüldüğü bugünlerde böylesi önemli bir gündemin üzerinden atlamaktadır. Vaka sayıları 70 bini aştığı, aslında gerçek rakam açıklananın katbekat üzerinde olduğu halde AKP-MHP rejiminin sergilemiş olduğu bu aymazlık, içinde bulunduğu çıkışsızlığın bir başka yansımasıdır.

Ekonomik ve siyasal krizin yaşandığı Türkiye’de, kapitalistlerin vurucu gücü AKP-Erdoğan iktidarının açmazları gün geçtikçe çoğalmaktadır. İktidar gelinen aşamada toplumun ihtiyaçlarına yanıt üretememekte ve yarattığı kaos ortamından beslenmektedir. Ekonomik krizin bu denli derinleştiği bir ortamda göstermelik de olsa pandemi kısıtlamalarına gitmenin, iktidar tarafından açlığa ve sefalete sürüklenen emekçilerin biriken öfkesini körükleyeceğini hesap eden AKP şefi Erdoğan, şimdilik pandemi gündeminden imtina etmeyi tercih etmektedir. Fakat günlük vaka tablosundaki artış böyle devam ederse, yakın zamanda hastanelerin yoğun bakım koridorları dahi dolmaya başlayacaktır. AKP-MHP iktidarının bu politikaları yüzünden ülkenin yeni kırımlara gebe olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Bu arada AKP-Erdoğan iktidarı, Faz 2-3 çalışmaları açıklanmadan, DSÖ’den onay almadan Turkovav aşısını uygulamaya sokarak, “milli ve yerli” zırvalıklarını öne sürmektedir.

Ekonomik yıkımın ve pandeminin yarattığı ağır tablo işçi ve emekçiler üzerinde onarılmaz izler bırakmaktadır. Bu sürdürülemez politikalar sonucunda toplumda büyük sarsıntıların meydana gelmesi kaçınılmaz görünmektedir. Önemli olan bu sarsıntıları önden bir hazırlıkla karşılamak ve işçi sınıfının mücadele potansiyelini açığa çıkartmak için sabırla geleceği örgütleyebilmektir.