3 Şubat 2017
Sayı: KB 2017/05

Suriye savaşında yeni aşama
OHAL koşullarında referandum!
Kürt halkının iradesi teslim alınmak isteniyor
“ozguruz.org” üzerinden ‘özgür basın’a dair
Eğitimde yeni müfredatın getirecekleri
Kapitalizmin krizi derinleşiyor
EMİS süreci aynasında metal hareketi
Tekstil işçisi yol arıyor
OHAL ve krizle birlikte seri iş cinayetleri rejimi
Greif Direnişi’nin deneyimleri ışığında Metal TİS’lerine hazırlanmak
Suriye’de siyasi çözüm arayışları
Avrupa’da faşist hareketin “zirve”si
Brexit sonrası Avrupa Birliği ve gelecek sorunu
Dünyada kriz ve kadınlar
Ücretsiz ve nitelikli kreş istiyoruz!
Devrim Okulları yapıldı: Bu davet bizim!
Apple’ın Trump’la “sorunu!”
Kriz sistemin iflasıdır
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Suriye’de siyasi çözüm arayışları:

Sıra Rojava’da mı?

D. Yusuf

 

Rusya, Halep düğümünün çözümünün hemen akabinde, bu kez de Astana Konferansı’na önayak oldu. Konferansa Rusya, İran, Türkiye, Kazakistan’ın yanı sıra, Cenevre görüşmelerinin de daimi katılımcısı olan BM Suriye özel temsilcisi Staffan de Mistura, ÖSO danışmanı sıfatıyla ENKS başkanı ve bir ENKS temsilcisi ile Sultan Murad Tugayları katıldı. Almanya, Fransa ve İngiltere konferansın dışında bırakıldılar. ABD ise Trump’ın henüz başkanlığı resmen devralmamış olduğu bahanesi ileri sürülse de esasta İran’ın itirazı sebebi ile toplantıya doğrudan katılamadı. ABD ancak Kazakistan’daki büyükelçisi aracılığıyla ve gözlemci sıfatıyla temsil edilebildi.

Astana görüşmesinin amacı, Rusya ve Türkiye’nin garantörlüğünde, Suriye rejimi ile cihatçı çeteler arasında kalıcı bir ateşkes sağlamak olarak açıklanmıştı. Gerçekten de zaman zaman bu yönlü oldukça gerilimli geçen tartışmalara sahne oldu. Öte yandan ÖSO, İran ve Hizbullah milislerinin Suriye’den çekilmesini talep etti, fakat bu talep reddedildi. Ceyşu’l İslam (İslam Ordusu) liderlerinden Muhammed Alluş’un, sonuç bildirisine YPG’nin terörist olduğunun yazılması talebi de kabul görmedi. Sonuç olarak, Astana görüşmesi cihatçı çetelerin hiçbir konuda kayda değer bir varlık ortaya koyamadıkları bir görüşme oldu.

Rusya’nın Kürt/Rojava planı ve Türk sermaye devletinin yeni iflası

Astana görüşmesinde inisiyatif başından sonuna dek Rusya’nın elindeydi. Hem ateşkes hem de Suriye’de siyasi çözüm odaklı daha esaslı tartışmaların platformunu Rusya belirledi. Rusya her bakımdan çok hazırlıklıydı ve sunduğu öneriler büyük ölçüde kabul edildi. Kabul edilen hususlardan biri, Türk sermaye devleti ile ÖSO’nun IŞİD ve El Nusra’ya karşı mücadeleyi içeren bir karar taslağını imzalamaları idi. Daha önemli olanı ise, Türk sermaye devleti ile cihadist çetelerin Rusya’nın hazırladığı Suriye Anayasası taslağına yaklaşımlarıydı.

Söz konusu bu anayasa taslağında, Suriye’nin farklı etnik, mezhepsel ve kültürel topluluklar gerçeğinden hareketle, “Suriye Arap Cumhuriyeti” ibaresi kaldırılıyor, bunun yerine, demokratik ve laik olduğu ibarelerinin de eşliğinde, “Suriye Cumhuriyeti” ibaresi tercih ediliyor. Bununla da kalınmıyor, bu çerçevede Kürtlere “kültürel özerklik”ten söz ediliyor. Keza buna bağlı olarak, özerk bölgede Arapça’nın yanında eşit ve ikinci bir resmi dil olarak Kürtçe’den söz ediliyor. Türkiye ve toplantıya katılan cihadist örgütler, şiddetli bir gürültü koparmak yerine, bütün bunları sessizlikle karşıladılar.

Hiç kuşkusuz, Rusya’nın, Suriye’de siyasal çözüm arayışı çerçevesinde, Rojava üzerinden dile getirdiği özerklik yaklaşımı ya da planı da, Suriye için hazırladığı anayasa taslağında konuya dair tanımlamalar da yeni değildir. Bu hususlar hem Suriye rejimi hem de PYD temsilcileri ile Lazkiye’deki Hmeymim Deniz Üssü’nde ve Moskova’da yaptıkları görüşmelerde dile getirilmişti. Tarafların da sonradan teyit ettiği gibi, Rusya bu aynı konuda ve yine aynı deniz üssünde, birkaç kez Suriye rejimi ile PYD temsilcilerini de bir araya getirmişti. Bütün bunları Türk sermaye devleti de ağababası ABD de biliyordu. Özerklik yaklaşımı, Astana Konferansı’nda bir kez daha tanımlı biçimde sunulmuştur. Tam da bu nedenledir ki, Türk sermaye devletinin, bir dönemki efelenmelerinin tam tersine, bu gelişmeyi sessizlikle karşılaması son derece manidardır.

Türk sermaye devletinin, Kürtler, somut olarak da Rojava üzerinden şekillendirilen Suriye politikası her defasında iflasla sonuçlanmıştır. Esas olarak Kürtlerin kazanımlarını yok etme hedefli bir saldırganlıkta ifadesini bulan bu savaş politikası, gelinen yerde tam bir batağa saplanmış bulunuyor. Deyim uygunsa, sermaye devleti bölgenin hep kaybedenidir. Tür sermaye devletinin, Astana Konferansı’nda Rusya’nın sunduğu Kürtlere özerklik planı karşısındaki suskunluğu da bir yandan bir süredir yoğun bir mesai içinde olduğu Rusya’ya mecburiyeti ve mahkumiyetinin ifadesidir, diğer yandan onun Suriye ve Rojava politikasının yeni bir iflasla karşı karşıya olduğunu anlatmaktadır.

PYD Moskova’ya çağrılıyor

Türk sermaye devleti, sonuç bildirisine PYD/YPG’nin terörist örgütler olduğu ibaresini koydurtamadı, ama Astana Konferansı’na gelmesini engelledi. Elbette ki PYD’nin Astana görüşmesinin dışında kalmasında Rusya’nın rolü tayin edici oldu. Putin Rusya’sı bugün için de olsa kendisine adeta mahkum ettiği Türk sermaye devletini tutabildiği kadar yanında tutmak, onun ABD ve AB ile çelişkilerinden yararlanmak istemektedir. Aynı zamanda bir gönül alma anlamı da taşıyan, PYD’yi şimdilik görüşmelerin dışında tutmak tavrının gerisinde de bu vardır. Gerçek şu ki, bu tutum, emperyalist ikiyüzlülüğün tipik bir örneğidir ve bir kalıcılığı da yoktur.

Nitekim, Astana Konferansı sonuç bildirisi yayınlanır yayınlanmaz, bu kez, PYD görüşmeler yapmak üzere Moskova’ya çağrıldı. Görüşme PYD Fransa Temsilcisi Halid İsa ile Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un arasında yapıldı. Lavrov Astana Konferansı’nda sundukları planı, tüm kapsamı ile bir kez de PYD temsilcisi ile görüşmede tekrarladı. Buna karşın, PYD Fransa Temsilcisi Halid İsa da daha önce tüm taraflara açıklanan Kuzey Suriye Federasyonu olarak adlandırılan çözüm planlarını sundu.

Hiç kuşkusuz bu da bir gönül almaydı. Kürtlerin ABD’ye mahkum olmadığını, daha geniş bir manevra alanlarının bulunduğunu anlatan emperyalistlere özgü bir kurnazlık, daha doğru bir anlatımla, ikiyüzlülük örneği bir başka manevraydı.

ABD ve İsrail’in Suriye ve Kürt planı

Irak’tan sonra, Suriye’yi üç parçaya bölmek, başını ABD’nin çektiği emperyalist güçler koalisyonunun ve siyonist İsrail’in başından itibaren stratejik hedefleriydi. Suriye krizine çözüm bulmak aşağılık yalanı ile gerçekleştirdikleri emperyalist müdahalenin nedeni de buydu. 2011 yılında patlak veren Suriye krizi, onlara bu kirli planı hayata geçirmek için bulunmaz fırsat oldu. Libya’dakinin tersine bu kez kendileri doğrudan müdahalede bulunmadılar. Türk sermaye devleti, Suudiler ve Katar gibi işbirlikçi devletleri ve her türden dinci-gerici cihatçı çeteyi sahneye sürdüler. Bu devletler ve gerici akımlar sayesinde birkaç yıl içinde Suriye’yi fiilen üçe böldüler.

Tarihi Halep kenti, bu bölünmüşlük çerçevesinde, emperyalistler ve siyonistler için merkez bir konum arz ediyordu. Halep kentini tümüyle kendi denetimlerindeki parçanın ana ekseni olarak düşünüyorlardı. Bunun için çok yönlü çaba sarfettiler, kirli ve karanlık her türlü yola başvurdular. Ne var ki Rusya’nın bölgeye hızlı girişi ve kısa süreye sığdırdığı icraatları, bağlantılı olarak, Suriye rejiminin canlanıp toparlanması ve en çok da yakın zamandaki Halep zaferi onların planlarını altüst etti. Halep şimdi Rusya’nın desteğindeki Suriye rejiminin denetimindedir.

Emperyalistlerin kirli planlarının bir ayağını da, savaşın içinde fiili biçimde ortaya çıkan Rojava Özerk Bölgesi oluşturuyor. ABD, Kobanê direnişi ile birlikte Rojava ve savaşkan bir güç olarak da YPG ile ilişkilendi. O tarihten beridir YPG ile yoğun ve yakın bir mesai içindedir. Stratejik müttefiki Türk sermaye devletinin bitmek bilmeyen tacizlerine ve YPG’yi terörist ilan etmesi için yaptığı çağrılara rağmen YPG ile ilişkilerini kesmemiştir. Menbic operasyonunda YPG’yi tercih etmiş, Rakka operasyonunu YPG ve onun omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri ile birlikte gerçekleştireceklerini açıklamıştır. ABD ile YPG arasındaki bu ilişki hâlâ devam etmektedir.

ABD’nin yeni başkanı Trump, her defasında, bölge politikasında esasa ilişkin bir değişiklik yapılmayacağını, sözgelimi IŞİD’e karşı mücadelenin daha kararlı ve daha etkin biçimde yürütülmek üzere, yine öncelikli işleri olacağını, deneyimlerin de kanıtladığı üzere bu mücadelenin en yararlı gücünün ise Kürtler olduğunu, bu nedenle de Kürtleri önemsediğini, başkanlık yarışını kazanırsa eğer, Kürtlerle ilişkileri daha da güçlendireceğini açıklamıştı. Nitekim başkanlığı resmen devralır almaz buna uygun davrandı, bu yönde adımlar attı. Örneğin Obama döneminde bölgeden sorumlu kişi Brett McGurk’tu. Yine onu tercih etti. Alana daha fazla asker göndermek, savaşan güçleri daha etkili silahlarla donatmak ve ABD’li askerlerin gerektiğinde savaşa bizzat katılması diğer yeni adımlar oldu. Keza, Astana’ya Kürtlerin de çağrılmasını savundu.

Tüm bunlardan çıkan sonuç şudur: Henüz kesin biçimler alamasa da Suriye fiilen üç parçalı hale gelmiştir. Öyle ki bundan geriye dönüş, hemen hemen yok düzeyindedir. Üçe bölünmüş, sınırlandırılıp güçten düşürülmüş bir Suriye, emperyalistlerin de siyonist İsrail’in de tercihidir. Bu, tam olmasa bile, onların planlarına da uygun bir durumdur. Ha keza Kobanê ve Efrin’le sınırlandırılmış bir Rojava Özerk Bölgesi de, onların bu planında bir yer işgal etmektedir.

Esasında, Rusya’nın Rojava ile ilgili planı da hemen hemen benzeri bir plandır. Suriye rejimi de ne Rusya’nın arabuluculuğu koşullarında yapılan önceki görüşmelerde ve ne de Astana görüşmesinde kapıları kesin olarak Rusya’nın önerilerine kapatmamış, tartışılabilir bulmuştur. Dolayısıyla, Rusya’nın telkinleri ve bazı güvenceler karşılığında Rojava şahsında ifadesini bulan Kobanê ve Efrin’le sınırlı bir özerkliği kabul edebilir.

Türk sermaye devleti ve yaklaşan sonu

Türk sermaye devleti sadece Türkiye’de değil, emperyalizmle birlikte bölgede de Kürt sorununun çözümünün önündeki en büyük engeldir. O, günümüzde içeride de Suriye’de de tüm politikalarını Kürt sorunu üzerinden şekillendirmektedir. ABD ve Rusya’nın izni ve onayı ile gerçekleştirdiği “Fırat Kalkanı” operasyonu da esasta Kürtlerin kazanımlarına dönüktür. Defalarca iflas etmesine rağmen, sermaye devleti bu politikada ısrar etmektedir. Bunu bir varlık yokluk sorunu olarak görmektedir. Ne var ki artık yolun sonuna gelmiştir. “Fırat'ın Gazabı”na uğramış, boylu boyunca savaş batağına batmıştır. Bu bataktan çıkmak için her tavizi vermeye hazırdır. Düne kadar düşmanlık yaptığı Rusya’ya dört elle sarılması bunun bir ifadesidir. Düne kadar savaş nedeni saydığı şeylere, örneğin Rusya’nın Suriye’de siyasi çözüm arayışı çerçevesinde dillendirdiği Kürtlere özerklik önerilerine karşı sessizliği de içine düştüğü aczin ve çaresizliğin göstergesidir. Yeni bir iflas durumu ile karşı karşıya olduğunun habercisidir.

Her ne kadar Trump’ın “güvenli bölge” açıklaması ve önerisi Türk sermaye devletini heyecanlandırmışsa da bu uzun sürmemiştir. Zira Trump’ın “güvenli bölge” ile tam olarak neyi kastettiği anlaşılmamıştır. Hâlâ da belirsizliğini korumaktadır. Hatta, sermaye devletine, Güney Kürdistan’ın fiili bir Kürt devleti olarak oluşmasında rol oynayan, yine ABD’nin ilan ettiği “uçuşa yasak bölge” olayını hatırlatarak, onu bir korku sendromunun içine itmiştir. Sermaye devleti Trump’ın “güvenli bölge” önerisinin de Rojava’nın tanınması ile sonuçlanacak bir sürecin başlangıcı olacağı kaygısını taşımaktadır. Bu nedenledir ki, ağababasının bu önerisine mesafeli durmuştur.

Türk sermaye devleti, bölgede İsrail’den sonraki en önemli ABD işbirlikçisidir. Aralarındaki ittifak da stratejik bir ittifaktır. Sermaye devleti her şeye rağmen hâlâ ABD’nin ve siyonist İsrail’in bölgedeki planları bakımından çok önemli bir yerde durmaktadır. ABD, Türk sermaye devletinden kolay kolay vazgeçmeyecektir. Tüm yıpranmışlığına karşın onu Rusya’ya kaptırmak istememekte ve ilişkilerini yenileyip, yeniden yanına çekmeye çalışmaktadır. Bölgede iyice kızışan hegemonya mücadelesi düşünülürse, ABD’nin buna ihtiyacı da var.

Fakat öte yandan, ABD sürekli denebilecek biçimde sermaye devletine ve dümenindeki T. Erdoğan’a, Güney Kürdistan deneyimini de hatırlatarak, şunları telkin etmektedir: “Ortadoğu’da hiçbir şey eskisi gibi kalmayacaktır. Yerleşik statükolar değişecektir. Buna direnmek beyhude bir çaba olacaktır. Bu aynı şey sizin için de aynen geçerlidir. Tüm bir bölge politikasını üzerinde şekillendirdiğiniz Kürt politikanızı değiştirmeniz ve yeni koşullara uyumlu hale getirmeniz ise elzemdir. Hâlâ izlemekte olduğunuz hesapsız ve maceracı politikada ısrar ederseniz eğer, bunun sonu yoktur ve muhtemelen bu hiç beklemediğiniz bir yoldan ve biçimde sizin sonunuz olacaktır…”

Halep’in ardından sıra Rojava düğümünün çözümüne gelmiştir. Tüm sorun bunun nasıl, hangi vesileyle, hangi biçimde ve kimlerin denetiminde olacağıdır.

 

 

 

 

Emperyalist işgal ve dinci terörün Afganistan “başarısı!”

 

Birleşmiş Milletler (BM) Afganistan’da süren emperyalist işgal ve dinci terörün sonuçlarına dair bir rapor yayınladı. Buna göre Afganistan’da durum her yıl daha da kötüleşmeye devam ediyor. Raporda yer alan veriler, açlığın ve yoksulluğun kitlesel boyutlarda sürdüğünü, sağlık hizmetlerinden mahrumiyetin 2016 yılında da artarak devam ettiğini gösteriyor. Bu tablonun 2017 yılında değişmeyeceği belirtiliyor.

BM raporunda, savaştan dolayı yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalan göçmen sayısının artacağı vurgulanıyor. Hali hazırda 630 bin olan göçmen sayısına 450 bin insanın daha ekleneceği söyleniyor.

Konuyla ilgili açıklamalar yapan BM sözcüleri Afganistan’da açlıktan dolayı ölümlerin yaşandığını, ülke halkının dayanılmaz bir yoksulluk baskısı altında olduğunu ve dayanılmaz olan bu durumun yaygınlaştığını söyledi. Buna göre, acil gıda yardımına ihtiyacı olan insan sayısı bir önceki yıla göre yüzde 13 oranında bir artış göstererek 9.3 milyona ulaşmış bulunuyor. Tahmini nüfusu 30 milyon olan Afganistan’da halkın üçte biri acil yardıma, bir parça ekmeğe muhtaç bırakılmış durumda.

Bu tablonun 2017 yılında da devam edeceği belirtilen raporda, ülke nüfusunun neredeyse yarısının yaşamlarını idame ettirmeleri için gerekli olan gıda ürünlerinden mahrum olduğu, bir milyondan fazla çocuğun ise akut yetersiz beslenmeden dolayı tedaviye muhtaç olduğu belirtiliyor.

Nüfusun yüzde kırkının sağlık hizmetlerinden mahrum kaldığı ülkede, hamilelik ve doğumlardan dolayı anne ve çocuk ölümleri de dramatik bir seviyeye çıkmış bulunuyor.

Emperyalist işgallerin ve dinci terörün yol açtığı sonuçlara dair raporlar yayınlamayı kendisine iş edinen BM, bu durumun sorumlularının kimler olduğunu belirlemekten itinayla kaçıyor. Başta ABD olmak üzere NATO devletlerinin yarattığı bu tablo üzerinden ikiyüzlü bir şekilde “Afganistan’daki durumu iyileştirmek için” yardım çağrıları yapıyor. Böylece ülkeyi talan eden akbabaların kanlı ellerini yıkamalarına yardımcı oluyor. Geçen yıl yapılan 393 milyon dolarlık BM yardımının bu yıl 550 milyon dolara çıkartılacağını büyük bir gürültüyle ilan etmeyi de bir marifet sayıyor. Acil yardıma ihtiyacı olan 9,3 milyon insana bir yıl için 550 milyon dolar!

Afganistan’daki yıkım tablosu, kapitalist-emperyalistler için olduğu kadar, onların kanatları altında semiren dinci terörün utanç abidesi olarak insanlığın gözleri önünde yükseliyor. Tek başına bu durum bile kapitalist sistemin barbalıktan başka bir anlamının kalmadığını kanıtlamaya yetiyor.

 
§