11 Eylül 2015
Sayı: KB 2015/35

Kirli savaşa, faşist baskı ve zorbalığa karşı...
Kirli savaş üniversitelere taşınacak!
Faşizme karşı sınıfın ‘barış’ı için mücadeleye!
Sermayenin sözcüleri saldırıları körüklüyor
MİB: Fabrikada sömürülüp kıyılan da biziz, cephede ölen de!
Sermaye devleti faşist çeteleri sokaklara saldı
Polis terörü artarak devam ediyor
Demirtaş: Kararı Erdoğan ve Davutoğlu aldı
“Boşuna çırpınmayın MİB yakanızı bırakmayacak!”
ORS işçileri: Beklenmeyen taş
GMİS yöneticilerinden Yeraltından Sesler’e saldırı
Pamsan işçileri direnişi patronun kapısına taşıdı
"Mülteci krizi" değil, kapitalist barbarlık!
Türkiye’nin ikiyüzlü göçmen politikası
Emperyalizmin “güvenlik konsepti” ve Ortadoğu işgali! - A. Serhat
Emperyalist rekabette son yapılan hamleler
FHKC Filistin Ulusal Konseyi toplantısına katılmayacak
Dünyada işçi ve emekçi eylemleri
Öğrettikleri, hatırlattıklarıyla Greif Direnişi
DEV TEKSTİL Eylül Ayı Genişletilmiş MYK Toplantısı Sonuç Bildirgesi
Yeni Greifler’in, yeni metal fırtınaların yolu: Meslek Liseleri!
İşçi bültenleri mücadeleyi yükseltmeye çağırıyor
“Güçlü bir kadın işçi örgütlenmesi için güne yüklenmeye!”
12. Mamak Kültür Sanat Festivali gerçekleştirildi!
Victor Jara’nın namuslu gitarı
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Öğrettikleri, hatırlattıklarıyla Greif Direnişi

Sibel Özbudun-Temel Demirer


“Öğretmek,

yeniden öğrenmektir.”[1]

İçinden geçtiğimiz neo-liberal yıkım, “sivil toplum”cu vazgeçiş ve post-modern zırva(lar) kesitinde, V. İ. Lenin’in, “Umutsuzluk ve karamsarlık, yıkımın nedenlerini kavrayamayan, çıkış yolu göremeyen, mücadele yeteneğini kaybetmiş olanlara ait bir sorundur,” saptamasını durmadan anımsayıp/anımsatmanın önemi çok büyük; hatta “olmazsa olmaz”!

“Neden” mi? “Bugünün en büyük problemlerinden biri de, proletaryanın kim olduğu sorusu. Proletarya, bugünkü çalışan kesim midir? İşsizler midir? Dışarıda bırakılanlar, sözgelimi Kongo yurttaşları mıdır? Her şeyi yeniden düşünmeli. Marx’ın söylediklerini teslim etmekle beraber; bugün Hegel’den şunu öğrenmelidir: İdeoloji, bizim, ötekilerle kurduğumuz etkileşimden doğan kendi hakikâtimizdir. Bizim kendi sosyal hakikâtimiz dahi, kendi içinde bir illüzyon gibi, yapısal olabilir,”[2] diyen Slavoj Zizek’in veya “Elveda” söylencelerinin hâlâ revaçta olduğu koordinatlarda altı durmadan çizilmesi gerekenlerden bir diğeri de Karl Marx’ın şu tarihi saptamasıdır:

Bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf, geleneksel bir statü değil sadece insanca bir statü isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan ve kendisini bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf... İşte bu özel sınıf proletaryadır.”[3]

Evet, hâlâ böyle düşünenlerden olduğumuz ve 15-16 Haziran’a, Kavel’e, Sungurlar’a, Dodurga’ya, Yeni Çeltek’e, Tariş’e büyük önem atfettiğimiz, yani sınıf mücadelesinin belirleyiciliğinden vazgeçmediğimiz için Greif Direnişi’ni de müthiş önemseyenlerdeniz. Çünkü bu tarihsel birikimin bugünde devrimci geleceğimizi yarattığından kuşku duymuyoruz.

Bunlar böyle olunca da Eksen Yayıncılık’ın, Temmuz 2015’te ‘Greif Direnişi-Sınıf Hareketinin Devrimci Geleceği’[4] başlığıyla yayımladığı değerli (ve kapsamlı) çalışmayı okumamak, ondan öğrenmemek olamazdı.

Greif Direnişi

Kanımızca Bernard Joseph Saurin’in, “Mucizeler, ölüm ya da zafere odaklı iradeler için yaratılır!” sözleriyle betimlenmesi mümkün olan ve taşeronlaşmaya karşı yükseltilen mücadele bayrağı, yol açıcı bir mücadele çizgisi/pratiğiyle Greif Direnişi dersleri hepimize “Dilene dilene değil, direne direne kazanılır” gerçeğini bir kez daha anımsatırken; i) Fabrikanın dar sınırlarına hapsedilmeyen direniş; ii) Doğrudan taban iradesi/örgütlenmesi; iii) Taban inisiyatifine dayalı gerçek işçi demokrasisi meselelerini de gündem maddemiz kıldı.

Bütünlüklü bir devrimci, sarsıcı işçi eylemi olarak Greif’ın sendikal bürokrasi (ve Rıdvan Budak) ile yaşadıkları, “eski” ile “yeni” arasındaki eğiten, öğreten mücadelesi, hesaplaşma zemini herkesin üzerine kafa yorması gereken derslerle doludur.

Sınıfın sahneye çıktığı bir direniş okulu olarak Greif, 10 Şubat’ta tarih yazmaya başlayan 600 cesur yüreğin 106. günle noktalanmayan öyküsüdür; çünkü bir işçinin ifadesiyle, “Greif işçi sınıfı adına açılmış mücadele bayrağıdır.”

Kolay mı? Sert, sarsıcı, alt-üst edici ve ezber bozucu bir tarzda mücadelesini sürdüren Greif, sınıfsal öfke dalgasının “savaş çığlığı”ydı.

Greif işçileri, özellikle işçi sınıfı 1968-1969’daki yaygın pratiklerini anımsatarak, tarihsel pratiği güncelleştirip, eylemin boyutunu yükseltti.

Greif, sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkardı. “Sessizliğin” içindeki büyük öfkeyi, kini ve yaratıcılığı gösterdi. Greif işçileri, sınıfın kolektif belleğine kalıcı izler bıraktı. İzlenecek yol oldu. Yol açtı.

Greif fabrika işgali, 2014 ve sonraki yıllarda sınıf hareketinin yönelimini, eylem biçimini, tarzını ve ruhunu etkileyecek bir içerik taşıyor.

10 Şubat 2014 günü İstanbul Hadımköy’de kopan Greif fırtınası, işçi sınıfı hareketinin devrimci geleceğidir!

Büyük bir Amerikan tekeline ait bu çuval fabrikasında tıkanan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde Greif yönetiminin küstahça dayatmalarına ve restine, işçiler aynı gün fabrikayı işgal ederek yanıt verdiler. Özel Güvenlik olmak üzere Amerikan tekelinin tüm temsilcileri, yüzlerce işçinin yuhalamaları eşliğinde fabrikadan kovuldular.

600 Greif işçisi, “Dilene dilene değil, direne direne kazanılır!” haykırışıyla fabrikaya el koyup, fiilen grevi başlattı.

Direnişçiler eylemlerini kamuoyuna, “Emek hırsızlığına, taşeron belasına, asgari ücret sefaletine geçit yok! Kölelik zincirlerimizi kırıyoruz!” başlıklı bir bildiri ile duyurdular.

“İşçinin ekmekten önce onura ihtiyacı olduğu”nu vurgulayan, “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!” diye haykırıp, Kavel Direnişi’nden, 15-16 Haziran’lardan, yakın zamanlara ait Güney Koreli işgalci Ssangyong işçilerinden söz eden, kendi direnişleri ile sınıf hareketi tarihine malolmuş bu direnişler arasında politik ve moral köprüler kuran bildiri sürdürülemez kapitalist düzene cepheden saldırıyordu.

Greif direnişçileri eylemleri boyunca Kavel Direnişi’ne döne döne atıfta bulundular, onu kendileri için bir ilham kaynağı saydılar, bugünün koşullarında onun tuttuğu yoldan yürüdüklerini, onun günümüzdeki gerçek mirasçıları olduklarını önemle vurguladılar.

Bilindiği üzere İstanbul İstinye’deki kablo fabrikasında 1963 yılında gerçekleştirilen Kavel Direnişi’ndeki, TÜRK-İŞ’e bağlı MADEN-İŞ Sendikası’na üye 170 işçi, fazla mesailerinin ve yıllık ikramiyelerinin tam olarak ödenmemesini, sendikadan ayrılmaları için baskı yapılmasını; ve MADEN-İŞ Şişli Şube Başkanı ile işçi temsilcilerinin işten çıkarılmasını protesto etmek amacıyla 28 Ocak 1963’de iş bırakarak tezgâh başında oturma eylemine başlamıştı. İşveren bütün işçilerin işlerine son verdiğini açıklayınca işçiler eylemlerine fabrika önünde kurdukları çadırlarda sürdürmeye başladılar. Polislerin fabrika önündeki işçileri dağıtmak için yaptığı müdahale sırasında 9 işçi tabanca kabzası ve coplarla yaralandı. İşçilere İstinye halkı da polisleri protesto ederek destek verdi. Daha sonraki günlerde eyleme işçi eşleri de katıldı. Direniş sürerken işveren kablo yüklü kamyonları fabrika dışına çıkartmak istedi. Direnişteki işçilerin eşleri barikat kurdular. Ancak polis ekipleri kadınları dağıttı. Kavel Direnişi diğer fabrikalardaki işçilerden de destek gördü. 

Direnişin sona ermesinin ardından 12 işçi tutuklandı. Grevin yasak olduğu dönemde yapılan Kavel Direnişi, grev ve toplu sözleşme yasalarının bir an önce çıkartılmasında önemli bir rol oynadı. Kavel Direnişi’nden dört ay sonra yürürlüğe giren 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nda yer alan bir maddeyle, yasanın çıkışından önce grev nedeniyle haklarında takibat yapılan işçilerin davaları düştü.

İşçi sınıfı için kıvılcımı çakan Kavel, 1961 Anayasası’ndaki grev hakkının ilk kez kullanıldığı grev olması yanında, TÜRK-İŞ’teki çatlakların iyice su yüzüne çıkmasına da yol açtı. TÜRK-İŞ’e bağlı bulunan ve direniş boyunca işçilere destek olan MADEN-İŞ ve LASTİK-İŞ sendikaları TÜRK-İŞ’ten koparak DİSK’in kuruluşuna öncülük ettiler; 23 sendika başkanı ile 45 yöneticisi, TÜRK-İŞ’in Kavel grevi boyunca olumsuz tutum alması nedeniyle konfederasyondan ayrıldıklarını ilan etmişlerdi.

Gerçekten de Greif direnişçileri kendileriyle Kavel direnişçileri arasında tarihsel-moral bir bağ kurmakta tümüyle haklı idiler. Ne var ki bu iki çığır açıcı direniş arasındaki benzerlik gerçekte onların düşündüğünden çok daha kapsamlı ve derinlikli idi.

Kolay mı? Gezi isyanı başlangıçtı, mücadele -süreklilik içinde kopuş, yeni ivme olarak- Greif’te devam etti. Ancak Gezi üzerine ne kadar yazılıp çizildi ise bu işçiler hakkında da o denli gözler yumuldu. Layığınca destek verilmedi.

Sınıf dayanışması ve birlikte mücadele ağının henüz kurulamadığı bir dönemde gerçekleşen Greif direnişinin zaferle sonuçlanması öncelikle örgütsüz olan işçi sınıfının yeni bir mevzi kazanması anlamına gelecekti. Ayrıca Greif Direnişi’nin zaferi, “çağdaş sendikacılık” anlayış(sızlığ)ına indirilmiş darbe olacaktı.[5]

Çünkü 60 gün boyunca fabrikayı işgal eden, ardından fabrika önünde direnişlerine devam eden Greif işçileri, yöntem ve eylem tarzlarıyla unutulmaya yüz tutan bir geleneği tekrar canlandırmıştı.

60. güne gelindiğinde, bu topraklardaki en kanlı şafak baskınlarını aratmayan bir saldırıya maruz kalan Greif işçilerinden 11’i çatıya çıkarak saldırıyı protesto etmiş; bunun ardından ise İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir başta olmak üzere, farklı noktalarda birçok dayanışma eylemi gerçekleştirilmiştir.

Ancak Greif, nihayetinde yarattığı/hatırlattığı değerlerle kazanmıştır.

“Nasıl” mı? Sınıfın kendiliğindenliğinin aşılmasında, soru(n)larla çözüm(ler)in gündemleştirilmesinde Greif yol açıcı olmuştur.

Hâl(imiz)

Coğrafyamızda 25.5 milyon işçi, 2 milyonu aşkın işsiz var. Çalışanların 18 milyonu erkek, 7.5 milyonu kadın. Çalışanların 8.2 milyonu kayıtdışı. Çalışanların büyük kısmı özel sektör işyerlerinde çalışıyor. Kamuda çalışanların sayısı 3 milyon 440 bin. Bunların 2.8 milyonu kadrolu, kalanı sürekli veya geçici işçi statüsünde. Özel kesimde sendikalaşma olan işyerlerinde 12.2 milyon çalışan var. Bu işyerlerinde çalışanların yüzde 10.6’sı, 1.3 milyonu sendika üyesi. Sendikaların bulunduğu kamu işyerlerinde sendikalaşma oranı yüzde 70 dolayında. Sendikalaşma olan kamu işyerlerinde 2.2 milyon çalışanın 1.6 milyonu kamu sendikaları üyesi.[6]

İş bu kadarla da sınırlı değil. Türkiye’ye 6.5 milyon tarım işgücü var ve bunun yaklaşık yarısı mevsimlik tarım işçisi. Her iki mevsimlik işçiden biri doğduğu andan itibaren mevsimlik tarım için seyahat ediyor. Yaklaşık yüzde 60’ının geliri ulusal yoksulluk sınırının altında. 10 kişiden biri nüfusa kayıtlı değil. Kadınların yarısı ergen yaşta anne oluyor. Anne ölümü riski on, bebek ölüm riski 5 kat fazla. Kız çocukların dörtte biri okul ile tanışmıyor... Kısacası çağımızın modern köleleri diye de tanımlayabiliriz onları…[7]

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) Cenevre’de gerçekleştirilen 104. Genel Konferansı’nda (1-13 Haziran 2015) Türkiye’nin çalışma koşullarının en kötü olduğu ülkeler arasına alındığının[8] altını çizerek ekleyelim: ‘Gezici Araştırma Şirketi’nin anketine göre, çalışanların yüzde 37.4’ünün SGK’sı bulunmazken, çalışanların yüzde 67.7’si işini kaybetmekten korkuyor. Çalışanların yalnızca yüzde 32.3’ü hayatından mutlu iken, yüzde 67.7’si ise hayatından memnun değil. İşçilerin yüzde 71.1’i gelecekten umutlu değilken, yüzde 28.9’luk bir kesim gelecekten umutlu olarak ortaya çıkıyor.[9]

Kolay mı? Türkiyeli işçiler dünyanın en fazla çalıştırılan işçileri arasında yer alıyor.[10] Aldığı ücret ise açlık sınırının çok çok altında.[11] İşçisiyle memuruyla, sigortalısıyla sigortasızıyla Türkiye işçi sınıfı, çalışma sürelerinde hem Avrupa’da hem OECD ülkeleri arasında zirvede! AB’de ortalama çalışma süresi 41.8 saat, OECD ülkelerinde ise 42.5 saat. Türkiye’de ise bu süre 52 saat. Sadece işçiler hesaplandığında bu süre 55 saate çıkıyor![12]

Geçerken ekleyelim: ‘The Lancet’ dergisi, çalışma saatleriyle kalp krizi riski arasındaki bağlantıları araştırdığı makalede haftalık çalışma saatlerinin uzunluğunun kalp hastalıkları riskini yüzde 13 oranında arttırdığı ortaya koydu. Buna göre, haftada 55 saat ve üzeri çalışanların kalp krizine yakalanma riski, haftada 35-40 saat çalışanlara göre yüzde 33 daha fazla. Araştırmada en uzun çalışma saatlerinin olduğu ülke Türkiye oldu ve haftada 50 saatten fazla çalışanların oranının yüzde 43’ü bulduğu açıklandı. Uzmanlar, haftada 50 saati aşan çalışma saatlerine dayanarak, kalp krizine yakalanma ihtimalleri konusunda uyarılarda bulundu![13]

Devamla: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdür Yardımcısı İsmail Gerim’in, Türkiye’de ortalama 100 binde 10 civarında iş kazası gerçekleşirken Avrupa’da iş kazası ortalamalarının 100 binde 4 olduğunu açıkladığı[14] koordinatlarda Türkiye’de iş kazaları azalmak bir yana her yıl daha da artıyor.[15] Özellikle inşaatlarda yüksekten düşerek ölen işçi sayısı 2015 yılının ilk 6 ayında 109’u buldu![16]

AKP iktidarı başa geldiğinde çalışma gününe oranla işçi ölüm sayısı günlük ortalama 2.8 iken bu oran 2014 sonu itibariyle 3.8 e ulaşmış durumda. Yani her gün toplam 3.8 işçiyi önlenebilir bir iş kazasında kaybetmekteyiz. İş cinayetinden ölenlerin sayısını da 878’den 1264’e çıkarmış durumda. Bu rakamların bir de görünmeyen yüzü var. O da kayıtsız işçi sayısını tam bilmememiz ve bu işçilerin kaza oranlarını bu istatistiklerde değerlendiremememiz![17]

Hatırlatarak ilerleyelim: AKP’nin göreve geldiği yıl Sağlık Bakanlığı’nda 11 bin olan taşeron işçi sayısı 131 bine çıkarken;[18] 2003-2012 döneminde AKP, işçi örgütlerini baskı ve zayıflatıcı önlemlerle etkisiz hâle getirdi, kendine biat etmeye zorladı, göstermelik bir vesayet sendikacılığını yerleştirmeye çalıştı. 2012’de yürürlüğe giren 6356 sayılı yasa öncesi 3 milyon dolayındaki sendikalı işçi sayısının fiktif olduğu gerekçesiyle yeniden belirlenmesi, sendikaları adeta biçti…

Yaygın kayıt dışı işçilik ve hızla artan taşeron işçilerinin üyeliklerinin sayılmaması da sendikaları zayıflattı. Sendikalaşma istatistikleri vahim bir tablo ortaya koyuyor. Türkiye’de 11.6 milyon işçiden sadece 1.1 milyonu sendikalıydı…

Kayıtlı işçiler dikkate alınarak yapılan bu hesaplamada yüzde 9.5 olan genel sendikalaşma oranı, bazı işkollarında yüzde 2-3’lere kadar düşüyor. Ancak kayıt dışı ve taşeron yanında çalışanlar da dahil edildiğinde toplamda 16.5 milyona ulaşan ücretli (işçi) sayısı esas alınarak yapılan hesaplamada ise sendikalaşma oranı yüzde 6.6’da kalıyor. Yani her 15 ücretliden sadece biri sendikalı. Aynı yöntemle hesaplandığında OECD’de ise sendikalaşma oranı yüzde 20’ye yaklaşıyordu…

Sendikalara üye olmak isteyen işçilere birçok engel çıkarılırken yeni düzenleme kapsamında işkolu barajının 2016’da yüzde 2’ye, 2018’de yüzde 3’e yükselecek olması, sendikaların bu sürede gerekli üye artışını sağlamasını zorlaştırıyor. Bu da çok sayıda sendikanın yetkisiz kalması ile büyük çaplı bir sendikasızlaşma tehlikesinin kapıda olduğunu gösteriyordu…

2002’de 358 bin olan taşeron işçi sayısı 2014’te kamu ve özel sektör toplamında 2.5 milyona ulaştı. Bunun 1.1 milyonu belediyeler de dâhil kamuda çalışıyordu…

2002-2013 yılları arasında yaşanan toplam 880 bin iş kazasında 13 bin 442 işçi yaşamını yitirdi. 2014 yılının ilk dört ayında verilen 396 kurban ve Soma faciasının yaşandığı mayıs ayı ile birlikte sayı 14 bin 500’e dayandı. Bu da yılda ortalama 1.250, ayda ortalama 105, günde yaklaşık 4 ölüm demekti…

2003-2012 döneminde Türkiye’de 100 bin maden işçisi başına ölüm 677 kişi ile İngiltere ve Norveç’in 11 katı, Almanya ve Avustralya’nın yaklaşık 6 katı, Polonya ve İtalya’nın yaklaşık 4 katı, ABD’nin ise 2.5 katı düzeyinde bulunuyordu...[19]

Mücadeleye devam

V. İ. Lenin’in, “Kapitalist toplum, daima ucu bucağı olmayan bir dehşettir”; Karl Marx’ın, “Politik iktisat işçiyi ancak çalışan bir hayvan olarak tanır - en vazgeçilmez bedeni gereksemelerle sınırlı bir hayvan,” saptamalarını bir kez daha doğrulayan kapitalizmin sürdürülemezliği işçileri kaçınmaları mümkün olmayan mücadele hattına çekerken; verili “suskunluk” konusunda 1 Mayıs 1886’da Şikago’daki “Haymarket Katliamı”ndan geriye kalan (1886 1 Mayısı ardından tutuklanıp, 11 Kasım 1887’de idam edilen) August Spies’in şu sözleri anımsanmalı: “Suskunluğumuzun, bugün sesimizi boğan güçten çok daha kuvvetli olduğu zaman gelecektir…”

Ve bir de 1 Mayıs 1886 akşamı Şikago Haymarket Meydanı’nda toplanan kalabalığın birçok kez tekrarladığı bu sözler: “İnsanlık sonsuza kadar bir sığır sürüsü gibi yaşayamaz…”

Hayır; işçi sınıfı da, emekçiler de kapitalizmin sürdürülemezlik vahşetinin batağında sonsuza dek yaşayamazlar…

Bunun kanıtlarından biri de Greif’in ardından Bursa’da başlayan metal fırtınasıdır.

Görülmesi gerek: “İşçi sınıfı bir dönemi başka bir aşamaya evriltmenin derin sancılarını yaşamaya devam ediyor. Onca direnişin, gelişmenin, onca görünür hareketin altında yatan esas etkenin ‘yeni bir aşama’ sancısı/mücadelesi olduğunu gösteren oldukça fazla veri bulunmaktadır.

Metal işçilerinin, Renault’da başlayıp diğer tüm metal iş kolunu bir fırtına gibi saran, ancak bir saman alevi gibi sönmeyen, için için işleyen, bazen alev alan bazen duman çıkaran, ama kor olarak kalan direnişinin özü de bu olsa gerek. Geleneksel sendika bürokrasisine ve özellikle Türk Metal tipi sarı sendikacılığa karşı biriken öfkenin dışa taştığı günümüzde, işçilerin tavır ve tutumunu, direniş ve yönelimini kavrayan ve sınıfla mücadeleci bir birliktelik kurarak, sınıf sendikacılığında ilerleme tutumu ve cesareti gösteren sendika veya sendikalar da bulunmuyor.

Gezi direnişi karşısında ne yapacağını -hadi bir bölümü için söyleyelim- bilmeyen, gelişmeyi anlamayan ve gereği için zamanında adım atmayan sol/devrimci güçler gibi, sendikalar da metal fırtınası karşısında benzer bir ‘tutulma’ içindeler. Ve hareketten korkudur yaşanan...”[20]

Mesela Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı, kimi otomobil fabrikalarında 15 Mayıs 2015’te gerçekleştirilen işçi eylemleriyle ilgili olarak terör soruşturması başlatıyor. Bursa Emniyeti Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne çağrılan işçilere “Amacınız yeni bir sendika mı? Yeni kuracağınız sendika ile âlâkalı sendikaya işçi toplamak amacı ile çalışma yaptınız mı? Bu çalışmalarınızda dayatma yapmadan çalışma yapmanız konusunda talimat aldınız mı? İşçi olaylarının ilimizde faaliyet yürüten tüm fabrikalarında TKİP (Türkiye Komünist İşçi Partisi) terör örgütünün amacı ve stratejisi doğrultusunda yönlendirilmesi amacıyla oluşturulan FAK (Fabrikalar Arası Kurul) hakkında bilginiz var mıdır? Varsa anlatınız. FAK’ın toplantılarına katıldınız mı?”[21]

Bu kadarla da yetinmezler: Binlerce işçinin MESS-Türk Metal düzenine karşı ayağa kalktığı “metal fırtına”nın ardından, fabrikalarda işçi kıyımı yaşandı. İşçilerin en temel haklarını ve yasaları hiçe sayan patronlar, sendikaya üye olan ya da sendika değiştiren işçileri toplu şekilde işten atıyor. İşçiler sendikadan istifa etmeye zorlanıyor, baskı ve tehditlere maruz bırakılıyor![22]

Diyeceklerimizi şöyle tamamlayalım: Bugünlerde olup-bit(mey)ene “kader”, “kaçınılmaz” diyenlere; Mine Söğüt’ün, “Kaderle başa çıkmanın tek yolu, ona kafa tutmaktır,”[23] uyarısını anımsatıp, işçi sınıfının mücadele yolunu Yaşar Kemal’in, “Dünyanın bütün kötülüklerine başkaldır,” şiarıyla açmak ve bu güzergâhta ilerlemek için Greif’i daha çok hatırlamak, ondan öğrenmek gerekiyor…

5 Eylül 2015 / Çeşme Köyü

Notlar

[1] Jackson Brown.

[2] Evrim Altuğ, “Slavoj Zizek: Bir Kapitalizm Ürünü: IŞİD”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2015, s.6.

[3] Karl Marx, 1844 Elyazmaları-Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev. Kenan Somer, Sol Yay., 1976.

[4] Greif Direnişi-Sınıf Hareketinin Devrimci Geleceği, Eksen Yay., Temmuz 2015, 591 sayfa.

[5] Hatırlanacağı üzere “çağdaş sendikacılık” kavrayışı, 1990’lı yıllarda sendikaların tüm sosyal mücadelelerin yalnızca bir parçası olarak kavranılması ve de işçilerin sorunlarının çözülmesi için işverenlerle diyalog ortamının oluşturulmasını içeriyordu. 90’ların ardından sendikaların kitleselliğini yitirmesi ise hem sendikal bürokrasinin darbe alması hem de işçi sınıfının temel haklarına karşı patronlar lehine pek çok tavizlerin verilmesi sonucunu doğurdu. (DİSK’in “Ören Tezleri” ve Sosyalist Tavır, Sorun Yay., 1992, Temel Demirer, vd’leri (Kolektif)…)

[6] Güngör Uras, “1 Mayıs Kutlu Olsun”, Milliyet, 1 Mayıs 2015, s.9.

[7] Özlem Yüzak, “Modern Köleler...”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2015, s.9.

[8] Mustafa Çakır, “Hükümet ILO’yu ‘Boşverdi’…”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2015, s.8.

[9] Ali Açar, “Cesur İşçiler Birleşin”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2015, s.13.

[10] Onur Bakır, “Mecelle Düzenine Karşı 1 Mayıs’a!”, Evrensel, 28 Nisan 2015, s.7.

[11] İzmir’de, Balçova İlçe Milli Eğitim Müdürü Ömer Baydemir, öğretmenlerin ek ders isteklerine, kendi adına açtığı Facebook’taki sayfasından, ilginç benzetmelerle tepki gösterdi. Kendisi de eğitimci olan Balçova İlçe Milli Eğitim Müdürü Ömer Baydemir, bu yöndeki taleplerini gündeme getiren meslektaşlarına, “materyalist ve para sevdalıları” diyerek tepki gösterdi. (“Milli Eğitim Müdürü: Ek Ders Ücreti İsteyen Marksist Materyalisttir!” http://direnemek.org/2015/03/04/milli-egitim-muduru-ek-ders-ucreti-isteyen-marksist-materyalisttir/)

[12] Karl Marx, 1867’de ‘Kapital’de, “İş günü ne kadar uzatılabilir” diye soruyor ve şöyle devam ediyor: “Bu sorulara sermayenin verdiği karşılıklar görülmüş bulunuyor: İşgünü, 24 saatlik tam günün, emekçilerin gücünün yeniden işe koşulabilmesi için mutlaka gerekli birkaç dinlenme saati çıktıktan sonraki kısmıdır… Kör ve önüne geçilmez tutkusuyla artı-değere duyduğu kurt açlığı ile sermaye, işgücünün yalnız manevi değil, fiziksel en üst sınırlarını da çiğner geçer. İnsan bedeninin büyümesi, serpilip gelişmesi ve sağlığının devamı için gerekli olan zamanı gasp eder. Temiz hava ile güneş ışığının tüketimi için gerekli olan zamanı bile çalar…”

[13] “Çalışma Saatleri Kalbi Yoruyor”, Milliyet, 21 Ağustos 2015, s.6.

[14] Nursima Keskin, “Çalışanın Değeri Yok”, Milliyet, 13 Haziran 2015, s.6.

[15] Torunlar inşaatında ölen işçinin ailesine teklif edilen kan parası yırtık bir kâğıtta hesaplandı. 6 Eylül 2014’de Mecidiyeköy’de Torunlar inşaatında 10 işçinin ölümüyle sonuçlanan asansör faciasında hayatını kaybeden Murat Usta’nın ailesine teklif edilen kan parası için “bakkal hesabı” gibi hesap yapılmış. Ailenin eline tutuşturulan “yırtık pırtık” kâğıt parçasında anne, baba, eş, doğmamış çocuk ve kardeşler için kalem kalem veresiye defteri gibi tutarlar girilmiş. Torunlar’ın Murat Usta ve ailesi için biçtiği değer üzerinden SGK kesintisi olarak da 155 bin TL düşülmüş. Kesintilerin ardından teklif edilen 305 bin TL karşısında ailenin acısı bir kat daha arttı. (Canan Coşkun, “Bakkal Hesabıyla Can Pazarlığı”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2014, s.9.)

[16] Burcu Ünal, “3 Yılda 719 İşçi İnşaattan Düşüp Öldü”, Milliyet, 23 Haziran 2015, s.14.

[17] Gökmen Özceylan, “AKP İktidarında İş Cinayetlerinde Görülmemiş Artış”, Evrensel, 2 Haziran 2015, s.10.

[18] Fırat Kozok, “Sağlık Taşerona Emanet”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2015, s.9.

[19] Mahmut Lıcalı, “Yeni Ölümlere Davet”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2014, s.4.

[20] Ender İmrek, “Metal Direnişi ve Hareketten Korku”, Evrensel, 11 Temmuz 2015… http://www.evrensel.net/yazi/74443/metal-direnisi-ve-hareketten-korku

[21] Mesut Hasan Benli, “Bursa’da Eylem Yapan İşçilere Terör Soruşturması”, Hürriyet, 2 Haziran 2015, s.8.

[22] “Metal Patronları Hak Hukuk Tanımıyor”, BirGün, 22 Temmuz 2015, s.4.

[23] Mine Söğüt, Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey, Yapı Kredi Yay., 2010, s.12.

 
§