10 Nisan 2015
Sayı: KB 2015/14

Taksim rüzgarından kaçanlar!
Taksim 1 Mayısı'nı bekleyenlere...
Ne seçim, ne meclis; çözüm örgütlü mücadelede!
Avukatlar: Baronun anlaşmasını tanımıyoruz!
“Haklarımızı ve kazanımlarımızı koruyacağız!”
Faşist saldırılara karşı emekçilerin öfkesini örgütlü hale getirelim!
Emekçiler onurlarına sahip çıktı!
Ölü gözünden yaş beklemek ve GMİS Genel Kurulu
Genel kurula koltuk kavgaları damga vurdu
Soma davasını kırılma noktası yapmak... - T. Kor
AKP’den sermayeye istihdam
Taşeron İşçiliğe Karşı Mücadele Kurultayı gerçekleşti
Taşeron İşçilerinin Birliği için ileri!
“İŞGAL: 60 Uzun Gün”
Metal grevinin ardından...
DİSK/TEKSTİL ve işçi satıcılarının it dalaşı - B. Seyit
Yeni bir döneme doğru
Sisi'nin Mısır'ı: Körfez'in parasıyla emperyalizme bekçilik
Yemen saldırısı ve Ortadoğu'da nüfuz mücadeleleri
İran, ABD ve Kral Selman'ın yaveri
Paskalya yürüyüşleri, emperyalist savaşlara ve faşizme öfke
İÜ öğrencileri Mahmut Ak'ı tanımıyor!
Hasan Ferit davasında 6 çeteci serbest
Çiçeğine karnaval düzenlenen portakalın dallarında ceset açıyor
1 Mayıs’ta alanlara!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Yeni bir döneme doğru

 

Modern sınıf ilişkilerinin güçlü ve yaygın, bunun dolaysız ifadesi olarak emek-sermaye arasındaki çelişkinin temel çelişki olduğu, sermayenin açık ve çıplak egemenliğinin hüküm sürdüğü Türkiye’de, tam 13 yıla yakındır dinci-gerici AKP iktidardadır.

AKP, içerde TÜSİAD’la temsil edilen Türk burjuvazisinin modern kanadı ve ABD’nin aktif desteği ile ve onların, Ortadoğu’daki dönemsel ihtiyaçları çerçevesinde iktidara geldi. Emperyalistlerin çizdiği kırmızı çizgileri ihlal etmediği ve kendileriyle uyum içinde olduğu sürece kollandı, korundu. Özellikle ABD’nin tam hizmetindeki cemaatle birlikte olması bunu daha da kolaylaştırdı.

İktidarın dümenini tam ve tartışmasız biçimde ele geçirmek üzere, yine ABD'nin ve TÜSİAD’ın desteğini arkasına alarak, bunun önündeki en büyük engeli, ordu engelini bertaraf ettiler. Bu arada, “ordunun vesayetine son veriyoruz” yalanı ile liberallerin desteğini de kazandılar. “Ergenekon Operasyonu” adı verilen ve daha sonra skandal bir operasyon olduğu yine bizzat kendilerince itiraf edilen operasyonla, ordunun ulusalcı kanadını tam tekmil Silivri'ye tıktılar. Cemaat kanadı ile el ele polis teşkilatını ele geçirdiler. Zaman içinde ayrık otlarından da arındırarak, deyim uygunsa kendi polislerini yetiştirdiler, yeni bir polis ordusu kurdular. YÖK’ü yeniden düzenlediler. YÖK aracılığıyla metropoller ve taşradaki tüm üniversite ve yüksek okullara, kendilerine sadakatle bağlı rektörler, dekanlar ve öğretim görevlileri atadılar. Buralarda da kendi sultalarını kurdular. Sıra yargıya gelmişti, cemaatçilerin marifeti ile yargıyı da ele geçirdiler. Muhalif ses çıkaranları, “Ulusalcı-Ergenekoncu” diyerek tutukladılar ya da görevden aldılar. Geriye kala kala Anayasa Mahkemesi kalmıştı. Zaman zaman ve kimi konularda aykırı ses çıkaran bu kuruma da bir ayar vermek gerekiyordu ya da kurum baştan aşağı yenilenmeliydi. Bunu da yaptılar. Parlamenter alanda zaferden zafere koştular, büyük bir ağırlık haline geldiler. Zaman içinde başvurdukları temizlik hareketleriyle devletin geleneksel bürokrasisinden adeta eser bırakmadılar. Doğrusu bu alanda da hayli hazırlıklıydılar, kendi bürokratlarını yetiştirmişlerdi, onları işe koştular, her yere yerleştirdiler. Bilinçsiz, güçsüz, çaresiz ve umutsuz yığınları uyuşturup uyutmanın en etkili aracı ve sınıf mücadelelerinin dalgakıranı dini de devreye soktular. Aynı zamanda bir büyük hortum işlevi de gören Diyanet Teşkilatı’na da el attılar, bir fetva kurumu halinde öne çıkardılar, bu kurum üzerinden toplumu “mahalle baskısı” altına aldılar. Camilerle yetinmediler, dini okullara, kışlalara, karakollara, devlet dairelerine, mahkeme salonlarına ve yaşamın diğer tüm alanlarına taşıdılar. Kuran kursları ve zorunlu din dersleri yaygınlaştırıldı. Geleneksel eğitim sistemi altüst edildi, dini bütün yeni bir nesil yetiştirmek hedefi ile yeni bir eğitim müfredatı dayatıldı. Kültür kurumlarının da icabına bakıldı, kendi dinsel ideolojilerinin ifadesi ne varsa topluma dayatıldı. İlerici düşünceye ve bilime, düşünce ve bilim insanlarına savaş açıldı. Günlük yaşama ve yaşam alanlarına kadar girildi. Ne yeneceğine ve içileceğine, nasıl giyinileceğine, nasıl eğlenileceğine, kaç çocuk doğurulacağına, her şeye ama her şeye karışır oldular.

Tüm bunları, “ordu vesayetine son veriyoruz”,  “demokrasiye geçiyoruz” ve “biz mağdurların, ötekileştirilenlerin hükümetiyiz” şeklindeki dipsiz yalanlar eşliğinde yaptılar. Son derece güdük, bu ölçüde de aldatıcı olan, “Avrupa Birliği ile uyum yasaları” çıkararak, bu yalanlarına inandırıcılık kazandırdılar. Bu sayede, AB’den ciddi ciddi demokrasi bekleyen yeni dönem liberallerinin, onlar üzerinden de toplumda hatırı sayılır bir desteğe kavuştular.

Türkiye’nin en yakıcı sorunu Kürt sorunuydu. Sorun tüm ağırlığı ve yakıcılığıyla kendisini ve çözümünü dayattığı halde ne devlet ve ne de işbaşına gelen hükümetler bu sorunu çözmeye yanaşmışlardı. Hiçbiri bu sorunun ağırlığına dayanamadı. Zira örgütlü bir Kürt hareketi vardı ve bu hareket sorunu öne çıkarıp her defasında onların önlerine koydu. Bilinen yöntemlerle sorunu çözemediler ve hepsi de kısa süre içinde yıpranıp, istifa etti.

AKP, bundan ders çıkardı. Erdoğan şahsında sorunun kendi sorunları olduğunu ve sorunu çözeceklerini dile getirdiler. Seyrinden ve sonuçlarından bağımsız olarak, tümüyle aldatıcı ve oyalayıcı nitelikte, “Kürt açılımı” ve “çözüm süreci” adları ile kodladığı manevraları devreye soktu. Kürt hareketinin zafiyetinden ve açmazlarından da yaralanarak sorunun hep gündemde kalmasını sağlama başarısını gösterdi. Gerçek şu ki, dinci-gerici iktidar, en çok bu alanda rahat etti. Uzun süredir iktidarda kalmasını da, diğer şeylerin yanı sıra, Kürt hareketi içinde dayanaksız beklentiler yaratıp, onunla muhatap kalmasına borçludur.

AKP’yi TÜSİAD oligarkları ve emperyalizm iktidara taşımıştı. Doğal olarak onlara hizmet etti. “Biz yoksulun ve yetimin hükümeti olacağız” dediler ama, yoksul ve yetimler en çok AKP döneminde mağdur oldu, sosyal yıkıma uğradı. Burjuvazi en çok bu dönemde semirdi, özelleştirmeler yolu ile en çok bu dönemde büyük kazançlar elde etti. Türkiye'nin yeraltı ve yerüstü  zenginlikleri en çok bu dönemde yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekildi. Türkiye en fazla AKP döneminde Amerikancı oldu. Türkiye bir Amerikan üssü haline getirildi adeta. Ve dahası, “bölgenin en güçlü devleti” olma hayalleri ile tereddütsüz ABD’nin bölgedeki taşeronluğunu üstlendi. Bu sayede de, zora düştüğünde kendisini koruyacak bir dış desteğe kavuştu.

AKP bölgenin İsrail başta olmak üzere, en gerici, en kirli ve en kanlı rejimleri ile aynı iplikten dokunmuştu. Nedir ki, içerde ve bölgede kardeş halklarla dinsel, mezhepsel, tarihsel ve kültürel ne kadar yakınlık ifadesi imkan varsa hepsini istismar etti. ABD’nin ona biçtiği “Ilımlı İslam” rolünü başarıyla oynayarak, bölgede “lider ülke” olmaya soyundu. Bunu kısmen başardı da.

AKP, 13 yıla yakındır iktidardadır. Bunu, tüm diğer şeylerin yanı sıra, belki de en çok, ekonomik cephedeki duruma borçludur. Türkiye ekonomisinin dışa bağımlı bir borç ekonomisi olduğu ve sıcak para akışı ile ayakta kaldığı bir gerçektir. AKP döneminde de bu durum değişmemiştir. Ancak, özellikle 2000 yılındaki finans krizi bir bankalar operasyonu ile atlatıldıktan sonra, ne kadarı doğru olduğundan bağımsız olarak ekonomi görece bir istikrar ve büyüme trendi içinde seyretmeye başlamıştır. Burjuvazinin kimi rahatsızlıklarına karşın AKP iktidarına desteğini sürdürmesinin ve tahammülünün gerisinde de bu durum rol oynamıştır. Denilebilir ki, AKP'ye sunulan toplumsal desteğin gerisinde de bu aynı şey rol oynamıştır.

Haziran Direnişi: AKP sarsılıyor, toplumun ezilenleri harekete geçiyor

Tüm bunların sonucunda AKP tek başına iktidarın dümenine oturdu. Yaratılan kimi şehir efsanelerinin de yardımı ile, ama en çok da elde ettiği parlamenter başarılar üzerinden bu iktidarın sarsılmaz ve yıkılmaz olduğu düşünülmeye başlandı. Oysaki bu bir yanılsamaydı. Böyle olduğu görüldü.

AKP’nin sarsılmaz sanılan iktidarına ilk darbeyi Haziran Direnişi vurdu. Bu darbe, politik ve moral hatırı sayılır bir darbeydi. Tartışmasız olarak AKP iktidarını sarstı, onun kibirli ve küstah şefi Erdoğan’nın kimyasını bozdu. Bununla da kalmadı, toplumu, en başta da onun emekçi katmanlarını da sarstı, harekete geçirdi  ve toplamı 10 milyonu aşkın bir kitleyi sokağa döktü. Kelimenin gerçek anlamıyla, Türkiye’de toplumsal mücadele alanında bir yeni dönemin önünü açtı.

Bu direnişin pek çok sonucu var. Bu direnişin açığa çıkardığı şeylerden biri toplumun fay hatlarında iyiden iyiye hatırı sayılır genişlikte bir patlayıcı maddenin var olduğunu göstermesidir. Haziran’ın sadece bunun bir ilk ifadesi olup, geleceğin bunu da aşan çok daha büyük sarsıntılara gebe olduğuydu. Bir diğer önemli sonucu ise, AKP’nin, “limitleri” aşması nedeniyle ilk kez kendisini iktidara taşıyan TÜSİAD burjuvazisi ile ABD ve AB emperyalizmi ile sorunlu hale gelmesi oldu. Ona duyulan güven ciddi düzeyde sarsıldı, iktidarına kuşku ile bakılmaya başlandı. Erdoğan’dan “kendisinden başkasını dinlemeyen bir diktatör” olarak söz edilmeye başlandı. Keza, ilk kez iktidar bloğunda yarılma belirtileri baş gösterdi. Cemaat kanadından da ABD paralelinde eleştiriler yapıldı.

AKP iktidarının bu direniş esnasındaki tek avantajı, çok tartışmalı ve eleştiriyi fazlasıyla hak eden tutumu ile, Kürt hareketi idi. Sonradan bir parça düzeltilse de, Kürt hareketinin direniş karşısındaki oldukça mesafeli tutumu AKP’yi adeta ipten aldı.

Çok geçmeden AKP'yi sarsan tarihin en rezil rüşvet skandalı patlak verdi. Erdoğan’ın aile boyu hırsızlıkları bakanlarından diğer tüm yandaşlarına kadar boğazına dek gömülü oldukları pislikler açığa çıktı. Kanlı ve kirli ne varsa pis kokular yayarak kamuoyunun önüne serildi. Adına 17 Aralık operasyonu verilen bir operasyonla bu skandalın üzerine gidilmeye çalışıldı, ancak, arkasında iktidar bloğunun diğer kanadı olan Cemaat’in olduğu anlaşılan operasyonun önü çabuk alındı. AKP kanadı her türlü keyfiliğe ve hukuksuzluğa da başvurarak bu saldırıyı savuşturmayı başardı.

AKP’ye en etkili darbelerden birini de Kobanê direnişi vurdu. AKP Rojava politikası ve pratiği ile zaten iflas etmişti. Fakat, bu kez, IŞİD gibi gelmiş geçmiş en kanlı ve en kirli bir gücü eğitmek, örgütlenmesine yardım etmek, korumak, kollamak ve kardeş bir halkın üzerine salmak utancını kuşanmış olarak Kobanê insanlığın önüne çıktı. Günlerce Kobanê’nin düşmesini bekledi. Ne ki, hüsrana uğradı ve ağır bir yenilgi aldı. IŞİD'i beslemenin ve desteklemiş olmanın şahsında büyük bir itibar kaybına uğradı, dünya halklarının nefretini kazandı. Bu esnada da ağababaları ABD ve öncülüğündeki emperyalist koalisyonla ciddi sorunlar yaşadı.

Kobanê direnişi sırasında da çok büyük bir sıkıntı ile karşı karşıya kaldı. Türkiye’nin metropollerinde esas olarak da Kürdistan’da yine 10 milyon insan, her biri bir serhildan niteliğinde gösterilerle sarsıldı. AKP iktidarı, bunu genel bir ayaklanma provası olarak değerlendirdi. “Çözüm süreci”ni kollamak gerekçesiyle AKP’yi bir kez daha Kürt hareketi kurtardı.

Gelinen yerde tablo her bakımdan iç karartıcıdır

Gelinen yerde, Türkiye gitgide şiddetlenen ve yeni boyutlar kazanan bütünsel bir krizin pençesinde kıvranmaktadır. Tablo her açıdan vahimdir.

Son dönemlerde yaşanan gelişmelerle “askeri vesayete son vermek” masalı sona ermiştir. Türk ordusunun yıllarca dilinden düşürmediği “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikası çoktan tedavülden kaldırılmıştır. Ordu, içerde işçi ve emekçilere dönük iktisadi ve sosyal yıkım savaşında AKP’nin, dışarda ise göbekten bağlı olduğu ABD’nin hizmetinde olarak tam boy devrededir. AKP’nin maceracı ve saldırgan dış politikası gereği ve emperyalizmin bölgeyi yeniden şekillendirmek bahanesi ile ucu bölgenin de ötesine, yeni bir paylaşım savaşına çıkan savaşı için hazır kıta beklemektedir.

“Demokrasiye geçiyoruz” masalı da tüm inandırıcılığını yitirmiştir. Polis teşkilatı ve yargıdaki Fethullahçılar temizlenmiştir. Ortada ne hukuk ve ne de anayasal bir düzen kalmıştır. Tam tersine, tam boy kuralsızlık ve keyfiyet hüküm sürmektedir. Türkiye’de AKP eliyle bir polis rejimi kurulmuştur.

Dinci-gerici iktidar adına “Torba yasaları” adı verilen saldırı paketleri çıkarmakta ve sürekli bir gerilim politikası izlemektedir. Bunun dolaysız sonucu olarak, Erdoğan şahsında ifadesini bulan acımasız, kuralsız, keyfi ve provokatör yönetimi ile toplumun ezici çoğunluğu ile kavgalı hale gelmiştir.

Tümüyle maceracı ve saldırgan olan dış politikası kelimenin gerçek anlamıyla iflas etmiştir. Bölgede bir dönem kazanır olduğu itibarından eser kalmamıştır. Suudiler, Katar, Libya, Ürdün, Kuveyt gibi bölgenin en kirli, en çağdışı ve en kanlı devletleri ile olan kirli ilişkileri, IŞİD adlı cinayet örgütünün bölgedeki en aktif destekçisi olması nedeniyle, bölgenin kardeş halklarının en çok nefret ettiği devlet, Türk sermaye devletidir.

Türkiye ekonomisi bir borç ekonomisidir, dışa bağımlıdır. Borçla dönmekte, dışarıdan akacak sıcak parayla ayakta durmaktadır. Bu alanda da yolun sonuna gelinmiştir. İstikrar yavaş bozuluyor, enflasyon yükseliyor, işsizlik katlanıyor, yoksulluk diz boyu, alt ve üst katmanlar arasındaki gelir uçurumu daha da büyüyor. Borçlar tavana vuruyor. İstatistiki oyunlarla gizlenmeye çalışılsa da, büyüme yok artık. Her yıl hedeflerin altında kalınıyor.

Türkiye ekonomisi AKP döneminde tam manasıyla bir rant ekonomisine dönüştü. Bu her türlü yolsuzluğun, rüşvetin, hırsızlığın, kayırmacılığın zeminidir. Sürekli AKP yandaşlarına çalışıyor ve onları zenginleştiriyor. Bir başka yakıcı gerçek de, Türkiye ekonomisinin tartışmasız olarak polise, askere ve diyanet kurumuna para hortumlayan bir ekonomi olması gerçeğidir.

Artık yolun sonuna gelinmiştir

Gerçek şudur ki, artık yolun sonuna gelinmiştir ve Türkiye yeni bir döneme evriliyor. AKP ilk günden itibaren bir sosyal yıkım ve savaş hükümeti olarak iş gördü. İşçi sınıfının örgütsüz, parçalı ve dağınık olmasından yararlanarak saldırı üstüne saldırı yaptı. En çok AKP iktidarı dönemimde özelleştirme operasyonlarına başvuruldu. Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri haraç-mezat yerli ve yabancı tekellere satıldı, yağmalandı. Sermaye en çok AKP döneminde semirdi, servetine yeni servetler kattı.

Önemli bir gerçek de şudur: “Çözüm süreci” masalı da inandırıcılığını yitirmiştir. Kürt özgürlük hareketi gelinen yerde bunu dile getirmektedir. Her iki taraf için de yolun sonuna gelinmiştir. AKP artık yavaş yavaş Kürt cephesindeki rahatlığını kaybetmek durumu ile karşı karşıyadır. Süreç istikrarsız ve belirsizliklerle dolu bir süreçtir. Durumun netleşmesi için taraflar şimdilik kılıçlarını kınında tutmaktadır. Ne yapılacağı başka şeylerin yanı sıra seçim sonuçlarına da bağlıdır. İki taraf da hesaplarını buna göre yapmaktadır. Ancak hemen hemen kesin olan şudur ki, dünyada ve Türkiye’de dönem barış ve demokrasi dönemi değildir. Tam tersine bir gericilik ve savaş dönemidir. Dünya olaylarının akışı bu yöndedir, bölgedeki tüm gelişmeler bunu doğrulamaktadır. AKP iktidarı da buna göre hazırlanmaktadır. “İç Güvenlik Yasası” bu yönlü bir hazırlığın ifadesidir. “İç Güvenlik Yasası” bir iç savaş yasasıdır. AKP, bu yasa ile bir yandan işçi ve emekçilerine yönelik bir sosyal yıkım işlevi görürken diğer yandan ilerici ve devrimci hareket ile Kürt hareketine yönelik bir kirli ve kanlı savaş yasasıdır.

Ve nihayet, tüm emperyalistler Ortadoğu’dadır. Ortadoğu, emperyalist saldırganlık ve savaşın ana üssüdür. Hegemonya savaşı kızışmakta, son Yemen saldırısı ile bir daha doğrulanmıştır ki, savaşın alanı sürekli genişlemektedir. Bölge kan gölü olmayı sürdürmekte, Yemen saldırısı ile emperyalistlerin IŞİD'e karşı savaştıkları yalanı da ayan beyan ortaya çıkmaktadır.

Tüm kapitalist ülkelerde işçi ve emekçilere yeni kemer sıkma paketleri dayatılmakta, her yerde yeni bir sosyal yıkıma, buna paralel biçimde demokratik hak ve özgürlüklere dönük yeni bir saldırıya hazırlanılmaktadır.

AKP, ABD’nin bölgedeki taşeronudur ve tüm sorunlara rağmen bundan hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Kürt sorunu da dahil bölgenin tüm sorunlarını kendi sorunu olarak görmekte, kendi çıkarları temelinde onlara müdahaleyi kendi hakkı olarak nitelemektedir. Son dönemlerde ABD ile yaşadığı sorunlarını çözmek, böylece dış dünyada yaşadığı “değerli yalnızlıktan” kurtulmak için çabalamaktadır. 

Sonuç yerine...

Önümüzde 1 Mayıs gündemi var. 1 Mayıs’a bu koşullar altında giriyoruz. Bir yandan “İç Güvenlik Yasası” diğer yandan emperyalist savaş ve saldırganlık bu dönemdeki tüm propaganda, ajitasyon ve teşhir faaliyetimizin çerçevesini belirlemektedir. Öte yandan bir seçim döneminin içindeyiz. Seçim dönemleri aynı zamanda kitlelerin politikaya daha açık hale geldikleri dönemlerdir. Seçimleri temel hedeflerimizin ve temel meselelere ilişkin politikalarımızın yığınlara açıklamanın yanı sıra, güncel gelişmelere ilişkin tutumumuzun da anlatıldığı bir dönem olarak değerlendirebilmeliyiz.

Bu vesileyle hem 1 Mayıs hem de seçim faaliyetimizi sınıfın devrimci bilincini ve örgütlenmesini geliştirmek, en çok da devrimci bir sınıf hareketini örgütlemek üzere devrimci seferberliği büyütme çağrısıdır. Kapitalist sömürüye ve sosyal yıkım saldırılarına, emperyalist savaş ve saldırganlığa karşı devrimci sınıf mücadelesini büyütmek için güne yüklenmeli, geleceğe her alanda ve her bakımdan hazırlıklı olmalıyız.


 
§