26 Temmuz 2013
Sayı: KB 2013/30

 Kızıl Bayrak'tan
AKP’nin kanlı politikaları ve tasfiyeci çözüm süreci
Dış politikada iflasın bedeli halklara ödetiliyor!
Faşist devlet terörüne direnmek meşrudur!
Devrim için örgütlenmeyen
geleceği kazanamaz!
“Sokakta, kavgada ve mücadelede olacağız!” - Av. Zeycan Balcı Şimşek
“Baskıya karşı direnmek haktır!”
Gezi tutsaklarıyla dayanışma eylemleri
Gençlikten korkuyorlar!
İşçi grevleri dalgası büyüyor...
Kazanımın yolu sokakta, mücadelede!
İşçi eylem ve direnişleri
İSDEMİR’de grev sürüyor!
Metalde grev dalgası
Gezi Direnişi’nin deneyimleri ışığında
emekçi kadın çalışmamızı güçlendirelim!
Çözüm sandıkta değil devrimde! - M. Yılmaz
Gezi Parkı Direnişi’nden ayaklanmaya... - 3 - Volkan Yaraşır

Akkapı: Gezi Direnişi’nin
öne çıkardığı bir mevzii...

Forumlarda mücadele kararlılığı
Mücadele birleştiriyor!
Suriye’de yıkıcı savaş ve emperyalist tehditler
Ekim Gençliği Yaz Kampı’ndan...
Devrimin gençleri...
Gezi tutsağı öğrencilerden mektup...
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

AKP’nin kanlı politikaları ve
tasfiyeci çözüm süreci

 

Dinci-gerici iktidarın iflas eden dış politikasının en temel ayaklarından biri Suriye üzerine kurulmuştu. Türk sermaye devleti, Suriye’de çatışmaların başladığı Mart 2011’den itibaren aktif bir taşeronluk üstlendi. Hemen öncesinde “Arap baharı” perdelemesiyle Libya NATO tarafından yerle bir edilmiş, ülke dinci-gerici çeteler üzerinden tam olarak emperyalizmin kontrolüne alınmıştı. Başında AKP’nin bulunduğu sermaye devleti Türkiye topraklarının savaşın merkezi üssü olarak hizmet etmesine göz yummakla kalmamış, Libya’daki barbarca yıkımın aktif destekçisi olmuştu.

Emperyalistlerin Libya’daki kolay galibiyeti, sonraki gelişmelerin gösterdiği üzere en çok Türkiyeli işbirlikçilerin iştahını kabarttı. Suriye’deki aktif taşeronluk hevesi, Davutoğlu imzalı “stratejik derinlik” ve “bölgesel liderlik” çizgisinin, bir başka deyimle yeni dönem din bezirganlarının yeni-Osmanlıcı hayallerinin bir yansımasıydı aynı zamanda.

Suriye’de kirli savaş taşeronluğu

Din taciri yerli taşeronlarımız daha baştan Suriye’deki iç kargaşa ve savaşta hızla kirli rollerini icra etmeye başladılar. Bir yandan emperyalizmin uşağı bir muhalefet örgütlerken, bir yandan da çeteleri eğitip silahlandırarak kirli bir savaş yürüttüler. O günden bu yana Suriye’deki çetelerden herhangi bir politik ve askeri, ekonomik ve lojistik destek esirgenmedi. AKP toplumdaki eylemli tepkilerin cılızlığından güç alarak, Suriye’de ABD ve müttefiklerinin hesabına kirli savaşı uzun bir süre büyük bir istekle yürüttü. Öte yandan bu zaman dilimi içinde Türkiye batılı emperyalistlerin bölgesel savaş hazırlıklarının öncelikli üssü haline getirildi. Radar üslerinin kurulması, füze ve asker yığınağı yapılması bunun en belirgin ifadesi oldu.

Bilindiği gibi Suriye’de işler AKP iktidarının umduğu gibi gitmedi. Emperyalistler arası güç dengeleri Libya’dakine benzer bir NATO saldırısına ket vurunca, uzayan savaşı sürdürülebilir kılma görevi Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’daki işbirlikçi yönetimlerin omuzlarına yüklendi.

Denebilir ki çeteler kullanılarak emperyalistler hesabına sürdürülen vekalet savaşında başkomutanlık rolünü kapan Türkiye’deki dinci-gerici parti, iktidarlaşmasının 10. yılında en ağır darbeyi de Suriye üzerinden aldı. Bir yılı aşkın bir iç savaşta büyük sıkışma yaşayan Esat diktatörlüğü, savaşa katılmayan Kürtlerle zımni bir anlaşma yolunu tuttu. Esat rejiminin hayırhah tutumunu zamanında doğru okuyan Kürt hareketi, Rojava’da özerkliğe doğru gidecek sürecin ilk adımlarını atmayı başardı. Kürt hareketinin o güne kadarki çabaları örgütlü bir halk inisiyatifi olarak Batı Kürdistan’da güçlü bir denetime dönüştü.

2012 Temmuz’unda ortaya çıkan Batı Kürdistan inisiyatifi, tüm Kürtlere ve Türkiye’de yok edici bir savaşla karşı karşıya olan Kürt hareketine büyük bir moral kaynağına dönüştü. AKP iktidarı ise dış politikasının iflasını ilan eden bu gelişmeyle büyük bir politik şamar yedi. Dahası sözkonusu günlerde bunu ağırlaştıran başka bir gelişme daha yaşandı. PKK gerillaları Rojava çıkışının yarattığı politik-moral atmosferden de yararlanarak Türk sermaye devletini bir de bizzat egemenlik sahası içinde sıkıştıran eylemli bir süreç geliştirdiler. Suriye’de her şeyin hızla olup biteceği beklentisiyle bölgesel aktör olma ve yeni-Osmanlıcı hayallerini kibirle propaganda eden dinci-gerici iktidar, Rojava inisiyatifi ve Kürt silahlı direnişinin alan tutma hareketi karşısında 10 yıllık iktidarlaşma sürecinin en ağır sarsıntısını geçirdi.

Kürt sorununu denetlenebilir sınırlara çekme

Bu sürecin ardından gündeme gelen açlık grevleri sürecinde Abdullah Öcalan’ın devreye girdiği, giderek yeni bir görüşme sürecinin başlamış olduğu daha sonra tarafların yaptıkları açıklamalardan biliniyor zaten. Nitekim resmi ilanı da 2013’e girilirken bizzat AKP şefi Tayyip Erdoğan tarafından “İmralı’da görüşmeler var” denilerek yapılmıştı. O günden bu yana bunun silahlı Kürt direnişini tasfiyeyi amaçlayan yeni bir oyalamacadan-aldatmacadan ibaret olduğunu, dinci-gerici iktidarın esasta 2014 seçimlerine kadar mevzilerini koruyup seçimlerden zaferle çıkmayı hedeflediğini, en fazlasından AKP’nin her an geçersiz kılınabilecek bir takım sözler-düzenlemeler veya kırıntılar karşılığı Kürt sorununu denetlenebilir-kontrol edilebilir sınırlara çekmeyi umduğunu ileri süregeldik.

Kürt hareketi ve yedeğine almış olduğu Türkiyeli sol güçler ise önce bir nebze kuşkuyla yaklaştıkları sürece, giderek tüm benlikleriyle endekslenmeye başladılar. AKP cephesinden en baştan itibaren “entegre çözüm stratejisi”, “terörü bitirmek için tüm enstrümanların kullanımı”, istihbarat görevlilerinin görüşmeleri vb. söylemiyle, ısrarlı bir aşağılayıcı ve saldırgan dil kullanılıyorken, Kürt hareketi ve yedeğindekiler ısrarla AKP’yle kurulan masaya inanmayı tercih ettiler. Özellikle önce Öcalan’ın Newroz mesajı, ardından gelen ateşkes ve esirlerin bırakılması ve en nihayet çekilmenin başlaması üzerinden “çözüm sürecine” olan inanç iyice pekişti. İddia edilene göre silahlı güçlerin çekilmeye başlamasıyla ilk aşama tamamlanıp ikinci aşamaya geçilecek; yasal ve anayasal düzenlemelerle Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve dolayısıyla Kürt sorununda çözümün adımları atılacaktı. AKP istemese bile demokratik siyasi mücadelenin gücüyle bu adımları atmak zorunda bırakılacaktı. Taksim Direnişi’nin hemen öncesinde durum buydu. AKP oyununa kapılmış olanlar öyle iddialıydı ki sol kesim içinde deyim uygunsa sürecin büyüsüne kapılmayan kesimler barışa ve çözüme karşı olmakla dahi itham edilir hale geldi.

Aldatmacalarla oyalanmak
bölge halklarının kaybına razı olmaktır

AKP ile demokratikleşme ve Kürt sorununda çözüm konusunda milim mesafe alınmayacağının belki de en etkili ve sarsıcı ifadesi, 31 Mayıs’tan başlayarak yaşanan büyük halk hareketi oldu. Esasen 2013 1 Mayıs’ından bu yana tüm dünya, AKP despotizminin ne demek olduğunu defalarca ve defalarca yaşayarak görmüş oldu. Din tacirlerinin şefi Erdoğan, burjuva demokrasisinin biçimsel görünümlerinden bile ölesiye nefret ettiklerini, kendilerinden olmayana yaşam hakkı tanımayacaklarını hiç gizleyip saklamadan ortaya koymayı sürdürüyor.

Dinci iktidarın bu genetiğini ve dolayısıyla “çözüm süreci” diye yutturmayı başardığı aldatmacayı tüm açıklığıyla deşifre eden bir diğer gelişme ise 16 Temmuz’dan bu yana Batı Kürdistan’da yaşananlardır. İlk günlerden bu yana yaşanan tüm gelişmeler ve açıklamalar gösteriyor ki, Rojava’da gerçekleşen kısmi özgürleşmenin birinci yıldönümünde dinci-gerici çetelerin Kürt halkına karşı başlattığı saldırı dalgasının başlıca sorumlusu AKP iktidarıdır. Dinci-gerici iktidar bir yanda “çözüm süreci” yalanıyla Kürt hareketini oyalamayı hesap ediyorken, diğer yanda Kürt halkının Batı Kürdistan’da sonuna kadar haklı ve meşru bir özerklik adımı atmasına karşı en kirlisinden bir savaş tertiplemiş bulunuyor. Kürt ulusal kongresi toplanmasına yönelik hazırlıklar ve bu kongreden böyle bir iradenin şekillenebilme olasılığı tüm komşularla kanlı bıçaklı hale gelen AKP iktidarının maskelerini en kör gözler için bile indirmiştir. El Kaideci El Nusra çetesi, şimdiki adıyla da “Irak ve Suriye İslam Devletleri” adlı çetelerin Kürt halkına karşı başlattığı, fakat Kürt kentlerindeki hakimiyetlerini yitirmelerine dönüşen kanlı saldırılar bizzat AKP’nin isteği, desteği ve yönlendirmesiyle yapılıyor. Dinci iktidarın dışişleri bakanı olan zat, “Suriye’de emrivaki şeklinde atılabilecek bazı adımlar, çok daha fazla kan dökülmesine ve iki taraflı bir çatışmanın, çok taraflı çatışmaya dönmesine neden olur” diyerek bunu resmen itiraf etmiş bulunuyor.

Bu saldırıların ABD Kongresi’nden çetelere açıktan silah yardımı yapılması kararıyla, dolayısıyla aylar önce toplanması gündeme gelen yeni bir Cenevre barış konferansının sabote edilmesiyle aynı zamana denk düşmesi de oldukça manidardır. Suriye’de daha uzun yıllar boyunca yerel taşeronlar ve dinci çeteler eliyle vekalet savaşı yürüteceklerini ilan etmiş olan batılı emperyalistler, Kürt halkının meşru haklarını kullanmalarından kaygı duymakta ve bunu açıkça ifade etmekte herhangi bir sakınca görmemektedirler. Kürt halkının karşısına dinci-gerici çeteleri çıkarmaktan da…

Bu yaşananlar bir kez daha gösteriyor ki bölge halklarına karşı yürütülen ve yürütülmesi planlanan saldırı ve savaşlarda, ABD’nin başında olduğu batılı emperyalistler ile AKP iktidarı aynı halk düşmanı cephededirler. Bu düşmanlığın en öncelikli hedefi ise özgürlük bilinci ve demokratik duyarlılığı gelişmiş olan Kürt halkı ve onun direnç noktalarıdır. Durum buyken AKP iktidarına soluk aldıran aldatmacalarla oyalanmayı daha fazla sürdürmek, başta Kürt halkı olmak üzere bölgedeki tüm işçi ve emekçilerin kaybına bile bile razı olmak anlamına gelecektir.

 
§