05 Ağustos 2011
Sayı: SİKB 2011/30

 Kızıl Bayrak'tan
Anayasa değişikliği tartışmaları ve devrimci tutum
“Açılım” sirkinin yeni cambazı Burkay - Z. Us
Generallerin “emeklilik kararları” ve YAŞ’tan yansıyanlar
Dinci partinin gücü ve pervasızlığı nereden geliyor?
Kapitalizm yeni bir krize hazırlanırken…
“İşsizlik fonu kıdem gaspına malzeme yapılıyor”
Birleşik Metal-İş 1 No’lu Şube
Genel Kurulu’nun ardından…
Mersin’de liman işçileri direnişte!
Güvencesiz çalışmaya karşı mücadele sempozyumu
PTT’de direniş çadırı kalktı, mücadele sürecek!…
Tunus-Mısır
dersleri - H. Fırat
TC’nin transformasyonu,
GOP ve hegemonya savaşları -
Volkan Yaraşır
“Kontrollü bir deneme mi?”
DTK direnişe çağırdı
Emperyalistlerle işbirlikçileri
Sudan’ı parçaladı ...
Somali’de resmi açlık ilanı...
S21 Projesi: Kavga
devam ediyor!
Kadın cinayetleri tırmanıyor
Hüsnü Yıldız’ın avukatı Taylan Tanay ile konuştuk...
Bertolt Brecht’i ölümünün 55. yılında saygıyla anıyoruz
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Ortadoğu’da halk hareketleri-3

Tunus-Mısır dersleri

H. Fırat

-V-

Konuyu belli maddeler halinde toparlayıp genelleştirerek devam etmek istiyorum.

Bir, hareketin kendiliğinden bir patlama olarak gerçekleşmesi olayı var. Bu genellikle de böyle olur. Devrimleri mayalayan dönemler vardır, devrim dönemlerinde bu hissedilir. Ama nerede, nasıl, hangi biçimler içerisinde patlak vereceği genellikle bilinmez. Devrim olayları derken, burada isyanlar, halk ayaklanmaları, sosyal patlamalar, bunları katarak da söylüyorum, daha rahat bir ifade olsun diye yalnızca devrim diyorum.

Devrimler hep dipten dibe, derinden derine mayalanır. O “toplumsal fay hattı” analojisini kullanırsak, toplumun derinliklerinde sürekli olarak bir enerji birikir. Bu patlayıcı enerji çok farklı etkenlerin birleşik etkisi altında birikir. Salt basitçe sömürü ilişkileri, temel ekonomik-sosyal etkenler değil, bunlar da içinde olmak üzere çok değişik ve karmaşık etkenlerin ürünü olarak birikir bu enerji. Ve her toplumun kendi özgünlüğüne, somut koşullarına bağlı olarak şu veya bu olay, şu veya bu gelişme, günü gelir onun kendisini dışa vurmasına vesile olur. Özetle devrimler hep de beklenmedik bir biçimde ve beklenmedik bir olayın ateşlemesi ile kendiliğinden patlak verirler. Akılda tutmamız gereken temel önemde gerçeklerden biri budur.

Devrimler hep belli vesilelerle kendiliğinden patlak verir dedim. Bu örneğin, 1905 Devrimi’nde Putilov fabrikasında iki işçisinin işten atılması olur. Bu, 1917 Şubat Devrimi’nde 8 Mart vesilesiyle kadınların sokağa çıkmasının yol açtığı beklenmedik bir olay olur. Bu, Fransız Devrimi’nde kralın 150-200 yıldır toplanmamış bir meclisi yeni vergileri kabul ettirmek üzere toplantıya çağırması üzerine, bu vesileyle yaşanan parlamenter kargaşa içerisinde olur. ‘91’deki yıkılışın ardından ve yıllar içinde Arnavutluk’ta büyük bir hoşnutsuzluk birikir, sonra 1997 yılında bir bankerlik skandalı yaşanır, bu toplumsal bir patlamaya yol açar, bir de bakarsınız ki olay silahlı halk ayaklanması halini almış, ordunun yarısı da ayaklananların safına geçmiş. Özetle, devrimler kendiliğinden gelir, dipten dibe mayalanır ve beklenmedik bir biçimde patlak verirler.

Devrimler beklenmedik biçimlerde, beklenmedik zamanlarda, beklenmedik olaylardan alevlenerek patlak verirler diyorum ama, yine de devrimlerin geleceğinin her zaman önemli işaretleri vardır. Tarihsel dönem olarak vardır. Büyük Fransız Devrimi’nin, kralın yeni vergileri meşrulaştırmak üzere neredeyse 200 yıldır toplanmamış bir meclisi toplantıya çağırmasıyla, toplanan meclisinse bölünüp ayrışarak devrimci bir inisiyatif odağına dönüşmesiyle patlak verdiğini söylemiştim. Ama bakıyoruz o günün Fransız toplumuna, 18. yüzyılın o büyük aydınlanmasının yaşandığı bir toplum bu. Böyle bir toplumda devrim elbette tesadüf olamaz. Orada Voltaire var, Rousseau var, Fransız materyalizminin büyük kurucuları var, Diderot var, Ansiklopedistler var... Voltaire Avrupa çapında okunuyor o dönemde, bağnazlığı ve mutlakiyeti sorguluyor. Montesquieu var, Kanunların Ruhu’nu yazıyor, yasalara dayalı meşruti monarşiyi savunuyor. Roussoue var, cumhuriyeti savunuyor, sosyal ayrımları gündeme getiriyor, tanrısal hukuku reddediyor ve toplum sözleşmesi öneriyor... Materyalizmi geliştiren büyük filozoflar var. Böyle bir toplumda devrim tesadüf olabilir mi? Deprem çok da beklenmedik bir şekilde gelmiyor, onu haber veren ön sarsıntılar var, bunların ardından geliyor. Burada da toplumsal devrimin sarsıntıları işte bu tür olaylar. Fransız aydınlanması Fransız Devrimi’nin ideolojisinin ve felsefesinin hazırlanmasıdır. Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm’e İngiliz okur için yazdığı Genel Giriş’te Engels bunu çok güzel ortaya koyar. Fransız aydınlanmacılarının kurulu düzeni ve sınıf iktidarını tepeden tırnağa sorguladıklarını, resmi bilime, kiliseye ve hatta devletin kendisine savaş açtıklarını söyler. Bu Büyük Fransız Devrimi’nin yolunun düzlenmesi, dahası gelmekte olduğunun çığlık çığlığa duyurulması değilse nedir?

Beri yanda bakıyorsunuz, Kant felsefesi aynı çağın ürünüdür. Fransız aydınlanmasının çağdaşıdır Kant ve felsefesi de klasik Alman felsefesinin başlangıcı ve temelidir. Hegel bunun ürünü, uzantısı, son büyük temsilcisidir. Hegel’de diyalektik var; orada varolan her şeyin ya haklılığını ispat etmesi ya da yokulup gitmesi, yani devrimci diyalektik, yani devrimin diyalektiği var. Yani değişimin ve dönüşümün felsefesi, devrimin felsefi haklılaştırılması var. İnsanoğlunun bunu bilince çıkarmakta olduğu bir dönemden sözediyoruz, Büyük Fransız Devrimi’nin gerçekleştiği çağdan sözederken.

Devrimin gelmekte olduğunun açık işaretleri, 1905 Devrimi’nde çok daha belirgindir. 1905 Devrimi hiç de beklenmedik bir olay değil. Günü beklenmedik olabilir, ama devrim beklenmedik bir şey değil. Önden 1861 reformunu zorlayan serfliğe karşı büyük hoşnutsuzluk birikimi var. Ardından Narodnikler şahsında devrimci demokrasinin yirmi yılı bulan mücadelesi var. Rusya’da Marksizmin Emeğin Kurtuluşu grubu şahsında ve Plehanov önderliğinde doğuşu var. Ardından 1895-96-97’de büyük işçi grevleri, yaygın ekonomik mücadeleler var. Rusya’da ilk sosyal demokrat gruplar ve giderek 1898’de marksist partinin ilk kuruluşu var. Narodnik geleneğin uzantısı olarak Sosyalist Devrimci partinin kendini bir ölçüde Marksizme uyarlaması var. Ve giderek de, Rosa Luxemburg’un Kitle Grevi broşüründe çok iyi bir dökümünü yaptığı, büyük ve kesintisiz kitle mücadeleleri fırtınası var, odağında tam da işçi sınıfının durduğu. 1901’den itibaren, yok Kafkasya, yok Odessa, yok Petrograd, yok Moskova, durmadan yer değiştiren büyük bir toplumsal hareketlilik var. Bu arada büyük bir öğrenci hareketliliği var. Öte yandan Çarlığa karşı, ona yıkmak üzere, tüm ilerici-devrimci partilerin hummalı bir ideolojik, politik ve örgütsel hazırlığı var. Bütün bunların üstüne bir de Rus-Japon Savaşı biniyor ve toplumda büyük tepkileri mayalıyor. Liberal burjuvazinin temsilcileri bile, Çarlığın yenilmesini istiyor bu savaşta. Çarlık gerçekten yeniliyor ve böylece büyük bir güç ve itibar kaybına uğruyor. Peki devrim bu toplumda patlak vermez de nerede patlak verir? Verdi de nitekim. Ama bunun 9 Ocak’ta Putilov fabrikasında işçilerin atılmasıyla başlayacağını kimse bilemezdi, öyle patlak verdi. Ama devrimin gelişi tarihsel dönem içinde hiçbir biçimde şaşırtıcı değil.

Mısır’da, BBC’nin “deneyimli” sıfatı ile sunulan Kahire muhabiri, kuşkusuz aynı zamanda burjuva önyargılarla hareket ettiği için, bir ayaklanmayı öngörmüyor, bu tür beklentilerin yersizliğini kesin ifadelerle ve ayaklanmadan yalnızca birkaç gün önce vurguluyor. Devrim koklanamıyor, sezilemiyor, adam ne yapsın denilemez. Ama bunu beklemeyenler genellikle de burjuva gözlemciler, genellikle de halklara karşı güvensiz gözlemciler, genellikle de, “tarihin sonu geldi, artık ne sınıf mücadelesi, ne işçi sınıfı, ne komünist kaldı” diyenler... Burjuvazi böyle bakıyor. Kaldı ki Arap toplumlarına karşı en kabasından bir oryantalist bakış da var, köklü önyargılarla yüklü. İşte, 5 milyonluk İsrail kaç milyonluk Arap toplumunu dize getirdi, kaç savaşta yendi; bunların başında diktatörler var, Saddam’lar var, yıllardır bu keyfi ve zorba iktidarlara kölece bir uysallıkla boyun eğiyorlar, bu kötürümleşmiş toplumlardan hiçbir şey çıkmaz vb...

Ama bugün Arap halklarının görkemli ayaklanmalarını görüyoruz. Dalga dalga nasıl yayıldığını da izliyoruz. Kaldı ki biz daha olayların içyüzünü fazlaca da bilmiyoruz. Bize yalnızca Tahrir Meydanı gösteriliyor, emperyalist medya organlarınca. Oysa Mısır ayaklanmasında en büyük kavgalardan biri örneğin Süveyş’te yaşandı. Karakollar basıldı, silahlara el konuldu, insanlar öldü. Bunların esasını ve ayrıntısını hala da bilmiyoruz. Mısır çapında büyük bir halk ayaklanması var. Ama etrafı tanklarla kuşatılmış, tel örgülerle çevrilmiş, kontrol yapılmaksızın girilemeyen Tahrir Meydanı gösteriliyor bize. Arka planda, ülkenin bir dizi kentinde grevler var, demiryollarında grev var, Süveyş Kanalı gibi stratejik bir yerde grev var, tekstil kombinalarında işgaller var. Bunlar bize gösterilmiyor, ama tüm bunların varlığını biliyoruz, sol iletişim o kadar da aciz değil. Grevler ani bir yaygınlaşma gösterince, ne edip edip Mübarek’i gönderdiler. ABD ve ordu ağırlık koydu ve gönderdi, çünkü sınıf eylemleri gündeme geldi. Gitmesinden bir gün önce işçi sınıfı genel grev ilan ediyor, Tahrir Meydanı’nda genel grev çağrısı yapılıyor. Ve tam da bu, Mübarek’in sonunun ilanı oluyor.

Demek istiyorum ki, bu oryantalist bakışaçısı, Doğu halklarına bu güvensizlik olmasa, belki de Mısır toplumunun bir yerde patlamaya varacağını sezebilirlerdi. İşte 6 Nisan gibi bir gençlik çevresi seziyor. Sokaklara çıkacağız ve diktatörü devirmeden dönmeyeceğiz, bu bir onur sorunudur, diyebiliyor. Nitekim çıktılar ve kovmadan dönmediler, pratikte bunu kanıtladılar.

Ama Müslüman Kardeşler buna inanmadı, kendi gençlik tabanı eylemlerin içinde olduğu halde, dördüncü güne kadar eylemlere katılmadı. Türkiye’nin eski bir dışişleri bakanı, eskiden Mısır’da büyük elçilik yapmış biri, AKP’li Yaşar Yakış, televiziyonda konuşuyor; Müslüman Kardeşler düzenin icazeti içinde, bu nedenle başlangıçta sonu belirsiz görünen eylemlere katılmaktan geri durdu, başarısızlık durumunda başına gelebileceklerden korktuğu için, diyor. Bunları devlet aygıtı, polis çok iyi biliyor, sürekli izliyor, istese hepsini bir gecede toplayabilirler, onlar da bunu biliyorlar ve bunun verdiği bir korku ile hareket ettiler, bu nedenle harekete başlangıcında katılmaktan geri durdular, diyor. İşte size düzenin icazet sınırları içinde siyaset yapmanın son derece dikkate değer bir öğretici örneği.

Bundan çıkarmamız gereken sonuç ne? Reformist sol siyasal akımlar, ucunda ciddi bir çatışma ve dolayısıyla ağır bedeller olan her büyük eylemden, tam da bu aynı korkular ve hesaplarla geri duracaklardır, bundan kuşku duymayınız, çıkarmamız gereken sonuç işte bu. Kendi kontrol mekanizmaları, genel merkezleri, yöneticileri, hepsi polisin eliyle koymuş gibi toplanabilecek yerdelerse eğer, ki öyledirler, işte hep böyle, Müslüman Kardeşleri’nkine benzer bir ihtiyat ve dikkatle davranacaklardır. Olayların arkasında kalacaklardır. Hiçbir gerçek kitle eyleminin önüne düşemeyeceklerdir. Çünkü icazetin ve denetimin içindeler. Eski bir dışişleri bakanı, sistemin bir adamı, AKP’nin bir yöneticisi bile, bunu işte aynen böyle formüle edebiliyor. Bu gerçekten çok dikkate değer bir gözlem ve Mısır’daki hareketten çıkarılması gereken önemli derslerden biri.

Devam ediyorum. Devrimler kendiliğinden gelir, bunda şaşılacak bir şey yok, ne zaman patlak vereceği de bilinmez, dedim. Ama ardından da ekledim; ama gene de bunun yeterli belirtileri vardır, büyük depremlerin ön sarsıntıları türünden. Belirtileri Mısır’da var, 1998’de yüzbinlerce işçinin katıldığı büyük işçi grevleri oluyor. Mısır işçi sınıfının Müslüman Kardeşler’in nüfuz edemediği tek alan olduğu söyleniyor. Bu nedensiz değil. Müslüman Kardeşler temelde burjuvazinin bir kesimine, büyük kapitalistlere dayanıyor. Bunların fabrikalarında işçiler grev yapıyor ve bunlar da bu yüzden grev düşmanlığı, işçi düşmanlığı yapıyorlar. Olayın mantığı bu, sınıfsal bir sorun var, bir sınıfsal karşı karşıya geliş var.

Demek ki Mısır’da önce 1998’de bunun işaretleri var. Sonra 2006 ve 2009 işçi fırtınası var. Bunu çok değişik yazarlar söylüyorlar. Bugün Mısır hareketini Sorosculukla suçlayanların en önemli dayanaklarından biri bu mesela. Banu Avar isimli bir yazar var, zamanında TRT’de program yapıyormuş, Sınırların Ötesinde isimli. Diyor ki, 2006’da program için Mısır’daydım, Mısır işçi sınıfı ayaktaydı ve ölümüne direniyordu. Ama hiçbir uluslararası ajansta tek kelime duyamazdınız bu direniş hakkında, tam tersine, tam bir suskunluk fesadı hakimdi uluslararası medyaya, çok bilinçli bir biçimde ve özel bir çabayla gizleniyordu bu büyük eylem dalgası. Oysa şimdi cömertçe propagandası yapılıyor olup bitenlerin, diye ekliyor ve demek ki gündemdeki hareketin arkasında Soroslar var sonucuna çıkıyor, mantığını böyle kuruyor.

Burada 2006 yılının büyük işçi mücadeleleri karşısında emperyalist medyanın tutumuna ilişkin olarak ortaya konulanların elbette bir anlamı var. Ama bunun bugün Tunus ve Mısır’da yaşanan çapta olayları açıklama değeri yok. Soroslar saray darbeleri yapabilirler ancak. Şu veya bu başkentin ana meydanına toplanmış güdümlü ve korumalı kalabalıklarla iş görür onlar. Tunus ve Mısır’daysa neredeyse bütün bir toplumun öfkeli ve görkemli ayağa kalkışı var. Bu hareketin içinde Soroscu küçük gruplar, önden buna yönelik hazırlıklar olabilir. Ama gerçekleşmiş hareketin içinde onlar neredeyse bir hiçtir, büyük bir halk hareketinin önemsiz bir bileşenidir en fazla. Emperyalist haber ajansları bunları önplana çıkarabilirler, hareketin sürükleyici öğeleri olarak da sunabilirler, ama buna aldanmak için bir neden yok.

Devrimler sessizce derinden gelir ama geldiğini haber veren dış belirtiler de hep vardır, bunun üzerinde duruyordum. Aslında yanardağ patlamalarında da bu vardır. Eskiden devrimler yanardağ patlamalarına benzetilirdi. İlk lavlar püskürtülür, devamı gelecek mi diye merakla beklenir. Bir hareketlilik durumudur bu. Henüz büyük patlama yoktur ama “Etna’da bir hareketlilik var” dedirtecek bir durum da kendini göstermektedir. Bilim böyle durumlarda bir dizi belirti ve ölçüm üzerinden olayın akıbetini ve şiddetini kestirmeye çalışır. Toplumsal olaylarda da böyle ölçüler var, sezebileceğiniz, tartabileceğiniz, ilk gösterge sayabileceğiniz türden...

Devrimler kendiliğinden gelir ama tarihi bir dönem içerisinde baktığınızda çok da beklenmedik biçimde gelmezler. Mısır’da işçi hareketi üzerinden bunun önemli işaretleri ortaya çıkmış. Önemli diyorum, zira işçi hareketi toplumun en diri kesimidir, 25 bin kişi ile bir kombinayı işgal etmek müthiş bir olaydır, bunu işçi sınıfı yapabilir ancak, bu tarihi dönemde. Bu Tahrir Meydanı’nı 2 milyon kişiyle işgal etmeye benzemez, o artık toplumun boşaldığı bir dönemdir, patlamanın yaşandığı bir dönemdir. Öteki bir ilk sarsıntıdır, öncü bir çıkıştır, önden bir kendini duyuruştur. Biz benzer bir durumun Tunus’ta maden ayaklanması olarak kendini gösterdiğini artık biliyoruz, henüz ayrıntılarını bilmesek bile. Mısır gibi Tunus’ta da bunun özellikle işçi sınıf hareketi üzerinden olması fazlası ile anlamlıdır.

Devrimler büyük birikimler üzerinden kendiliğinden patlamalar biçiminde yaşanabilir. Devrimler derken, isyan, ayaklanma ayırmıyorum. Sosyal olaylar, büyük sosyal çıkışlar, patlamalar diyelim biz bunlara. Ama nasıl geldikleri, toplumdaki hangi birikimlerin üzerine geldikleri gene de çok önemli. Hangi mücadele birikimlerinin, hangi örgütsel birikimlerin, hangi deneyimsel birikimler üzerine geldikleri... 1905 Devrimi 9 Ocak’ta Putilov fabrikasındaki bir işten atma olayı üzerine beklenmedik bir şekilde gündeme geldi ama öncesinde grev, direniş, siyasal gösteriler, yer yer yerel genel grevler var. Tüm bunların, bunların oluşturduğu birikimlerin üzerine geldi. Ve bu hareketli sürecin içinde şekillenen, güç ve deneyim kazanan, sınamadan geçen partiler var, bunu görüyoruz. Önceden Narodik hareket olarak şekillenen, sonra ardından ayrışıp değişime uğrayan, Marksizm bayrağı altında sosyal-demokrat biçim alan, küçük-burjuva ideolojisinin bayrağı altında Sosyalist devrimciler biçimini alan, Liberal burjuva ideolojisi bayrağı altında Kadet biçimini alan partiler bunlar... Lenin, Sol Komünizm’de, 1905 Devrimi sürecinde, bütün partiler ve bütün sınıflar tarih sahnesine çıktılar ve büyük bir sınamadan geçtiler, diyor. Demek ki, önden bir süreç var; programlar var, strateji ve taktikler var, örgütsel hazırlıklar var, ve 1905 Devrimi bunların hepsini pratik bir sınamadan geçiriyor.

Böyle bir toplumda aynı hedefe vurmaya çalışan sınıflar ve partiler arasında kıyasıya bir hegemonya mücadelesi yaşanır. Komünist partisi şahsında işçi sınıfı önderliği küçük burjuvaziye ve liberal burjuvaziye kaptırmamaya, ilkini yedeğine almaya ve ikincisini etkisiz kılmaya ve tecrit etmeye bakar. Liberal burjuvazi kendi cephesinden Kadet partisi eliyle önderliği ele geçirmeye ve böylece, Lenin’in o günkü ifadeleriyle, devrimci süreci bir anayasal monarşi ile kapatmaya bakar. Küçük-burjuvazi ikisi arasında salınır durur. Ama sonuçta sahnede sınıflar var ve bu sınıfların siyasal temsilcilerinin hazırlığı, inisiyatifi, yeteneği olayların gidişatında ve alacağı yönde çok önemli bir rol oynuyor. Toplumun gündeminde devrim ve devrimin içinde sınıflar ve siyasal akımlar var.

Lenin İki Taktik’e yazdığı Önsöz’de, devrim olayları bize bugüne kadar çok şey öğretti; ama şimdi sorun, devrimin özneleri olarak bizim ona bir şey öğretip öğretemeyeceğimizdir, der. Bununla devrime başarılı bir yön verip verememeyi, ona sağlam bir strateji ve taktikler demeti sunup sunamamayı kasteder. Bizzat İki Taktik çalışmasının asli işlevi bu; devrime bir yön vermek, ona bir program kazandırmak, doğru bir stratejik bakış açısıyla ona sağlam bir rota çizmek. Demek ki devrimlerin devrimci sınıflara ve partiler şahsında devrimci öncülere ihtiyacı var. Devrimlerin de onları açığa çıkarıyor olması, güçlendiriyor olması lazım.

Tunus ve Mısır’da bunu göremiyoruz. Mısır’dan henüz hiçbir işaret alamadık. “Mısır sosyalistleri”nin bir açıklaması var, yazık ki reformist sınırları aşamayan bir açıklama. Parlamento dağıtılsın, Mübarek gitsin, dönemin sorumlularından hesap sorulsun, bir an önce geçici bir hükümet kurulsun, yeni anayasa yapılsın diyen bir şey. Baradey’in de söylediği şeyler kabaca bunlar. Burada sınıfın ve kitlelerin devrimci enerjisini açığa çıkarmaya ve düzene yöneltmeye, sınıfın bağımsız devrimci yönelimini ortaya koymaya ve eylemini geliştirmeye yönelik en ufak bir işaret göremiyoruz.

Tunus’ta nispeten daha ileri bir durum var. 15 sol kuruluşun ortak bir bildirisi var. Daha net ifadeler var bu bildiride, emperyalizme karşı, neo-liberal yıkıma karşı, kapitalist dünya sistemine karşı... Bin Ali’nin yarattığı mekanizmaya ilişkin olarak, ordu konusunda çok açık şeyler söylenmiyor olsa da siyasi polis dağıtılsın, siyasi tutuklular serbest bırakılsın, tam özgürlükler sağlansın, taban inisiyatifleri/örgütlülükleri kurulsun, her yerde ve her alanda inisiyatif ele alınsın, özsavunma örgütlensin diyen daha devrimci, daha militan bir açıklaması var. Bu bakımdan Tunus daha iyi bir durumda, daha ileri bir konumda görünüyor.

Sonuç olarak, devrimci parti olmazsa olmaz koşul! Yönü, şiarı devrimci parti verir. Devrimci parti olmadı mı ne oluyor? Milyonluk hareketler ordunun denetiminde kalıyor. Ya da Baradey türünden, Viyana’da yaşayan ve emperyalist dünyaya hizmet eden bir adama kalıyor. Ya da daha da kötüsü, Müslüman Kardeşler denen bir gerici burjuva çeteye kalıyor.

Devrimler genellikle kendiliğinden patlak verir, bunu yeterince irdeledik. Ama örgütlü, donanımlı ve yılların mücadelesi içinde deneyim kazanmış devrimci partiler devrime yön veremezlerse eğer sonuç genellikle başarısızlık olur, bu da bir başka temel önemde ders. Devrimci partinin olması devrimin zaferinin kesin güvencesi değil kuşkusuz ama parti yoksa eğer bu durumda devrimin zaferi için zaten bir şans kalmıyor.

Tarihsel deneyimden çıkarılmış formülümüzü bir kez daha yineliyorum: Rusya’da ve ardından bir sene sonra da Almanya’da devrim var. İlkinde devrimci parti var ve dolayısıyla da devrimin zaferi! İkincisinde parti yok, ya da ancak devrimin ardından son anda var, ve dolayısıyla devrimin zaferi yok, trajik bir biçimde yenilgisi var! Rusya’da devrim Şubat’ta patlak verdi, Kasım’da yeni bir devrim olarak doruğa çıktı ve zafere ulaştı. Bir yıl sonra Almanya’da devrim patlak verdi, ama bir toplumsal devrim düzeyine yükselemeden yenilgiye uğradı, yerini burjuva karşı-devrime bırakarak.

İki ülkede de devrim var. İki ülkede de kitleler ayağa kalkıyorlar ve sınıflar hareket halinde... Rusya’da işçi, köylü ve asker sovyetleri, Almanya’da işçi ve asker konseyleri var. Peki fark nerede? İlkinde, Rusya’da devrimci parti var, ikincisinde, Almanya’da devrimci parti yok, biçim olarak var ama gerçekte henüz yok. Birinde devrim patlak verirken parti var, uzun yılları bulan bir hazırlığın ürünü, devrime yön vermeye çalışıyor ve bunu başarıyor da. Ötekinde devrim patlak verdiğinde parti henüz yok. Sosyal-Demokrat Parti var, devrimin dalga kıranı, karşı-devrimci. Spartakist grup var, parti değil henüz. Devrimin sağladığı olanaklar içinde hızla partileşiyor ama bu devrime yön verebilmesine yetmiyor. Bunun için yeterli hazırlıktan yoksun ve ifade uygunsa fazlasıyla geç kalmış durumda.

Biçim olarak bir partinin olması hiçbir biçimde yeterli değil. Lenin, Sol Komünizm’de, biz uzun bir mücadeleler sürecinden geliyorduk ve bunun çok yönlü deneyimi ile donanmış durumdaydık; yasadışı ve yasal, şiddete dayalı ve barışçıl, parlamento dışı ve parlamenter tüm mücadele alanlarında bir sınamadan geçmiş, zengin bir deneyim biriktirmiştik, diyor. Küçük-burjuva devrimciliği ile, burjuva liberal akımla, kendi içimizde her biçimiyle tasfiyecilik ile hesaplaşmıştık, diye ekliyor. İllegaliteyi ve legaliteyi, açık kitle mücadelesini ve parlamenter mücadeleyi, tasfiyeciliği ve partinin birliğini korumayı, tüm bunları gördük, yaşadık, bunlardan deneyim biriktirdik, sınamadan geçtik, demek istiyor. Sonuç olarak Rusya’da büyük mücadeleler içinde pişmiş ve sınamadan geçmiş deneyimli bir parti var. Rusya’da devrimci sürecin sosyalist devrimin zaferiyle taçlanması bu açıdan rastlantı değil.

Devrim partilerle zafere ulaştırılabilir, özellikle modern zamanlarda. Günümüzde, modern kapitalist toplumda, devrimlerin zaferinin güvencesi devrimci sınıf partileridir. Devrimi partiler yaratmaz, devrim kendiliğinden gelir. Ama devrimi zafere ulaştırmak, öncü devrimci partinin temel tarihsel misyonudur. Devrimci partinin rolünü başarıyla oynayıp oynayamaması ile devrimin kaderi arasında kopmaz bir bağ vardır.

Ama kendi başına devrimci bir partinin varlığı da yeterli değildir. Siyasal akımlar, partiler sınıflar üzerinden bir anlam taşırlar. Bilimsel anlamda parti, sınıfın siyasal öznesidir. İşçi sınıfının demiyorum, her sınıfın. Modern toplumlarda modern sınıflar var, partiler onların siyasal temsilcileridir. Sınıflar kendilerini partiler üzerinden ifade ederler. Kendi eğilimlerini, hedeflerini, çıkarlarını, iktidardaysalar yönetimlerini partiler şahsında somutlarlar... Partiler sınıflara dayanmak zorunda. Devrimci partilerin bir devrimde kendi rollerini başarıyla oynayabilmeleri de onların devrimci sınıfa ne ölçüde dayandıklarıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Devrimci bir sınıfa dayanmayan devrimci bir partinin devrime yön verebilme şansı yoktur. Alman devriminin yenilgisi üzerinden gördüğümüz aynı zamanda budur. Oysa Lenin’in partisi sınıfa sağlamca dayanıyordu ve bu Rusya’daki sosyalist devrimin başarısının gerçek güvencesi oldu.

Tunus’ta olayların seyri içinde sınıfı fazlaca bir ağırlığa sahip olarak göremiyoruz. Sınırlı ölçülerde ve daha çok da sendikalar üzerinden bir rolü var... Mısır’da sınıfı ancak sürecin son aşamasında, fabrikalar ve işletmeler üzerinden hızla büyümekte olan bir eylem dalgası içinde görebildik. Kuşkusuz işçiler Tahrir meydanında gösterici bireyler olarak vardılar ama örgütlü sınıf bölükleri olarak yoktular. Sınıf üretim birimleri, fabrikalar ve işletmeler üzerinden kendini örgütler, meydanlara bile bu yapı içinde akar. ‘70’li yılların Türkiye’sinden biliyoruz bunu. 1 Mayıs’a onbinlerce işçi katılır, ama her fabrika bunu kendi örgütlü yapısı üzerinden ve kendi pankartları ile yapardı. Fabrikalar üzerinden örgütlü güç olarak ve kolektif sınıf kimliği üzerinden gerçekleşirdi bu katılımlar, şekilsiz yığın olarak değil...

1848 Devrimlerinde Parisli işçilerin ellerinde kızıl bayrakları var. Burjuva cumhuriyetinin üç renkli bayrağının karşısına, diyor Marx, işçiler toplumsal cumhuriyetin kızıl bayrağı ile çıktılar. Siyasal devrimin bayrağının karşısına toplumsal devrim bayrağı ile çıktılar. Üç renkli bayrağın karşısına kızıl bayrak ve burjuva cumhuriyetinin karşısına toplumsal cumhuriyet istemiyle... 1789 Fransız Devrimi’nde sınıflar ve özneler var. Jirodenler var, Jakobenler var, bunların kendi içinde kanatlar var. Karşıda monarşistler ya da meşruti monarşi yanlıları var. 1848 Devrimleri’nde yine sınıflar ve yine siyasal özneler var. 1905 Devrimi üzerinde bu açıdan yeterince durdum. Sonuç olarak sınıflar ve onları temsilen siyasal özneler var, tüm gerçek devrim olaylarının değişmez tablosudur bu.

Biz bugün Mısır’da bu şekliyle bunları, sınıfları ve siyasal özneleri göremiyoruz. Yarın göreceğiz kuşkusuz. Bu büyük kitle fırtınasının da sağladığı imkanlarla zaman içinde kaçınılmaz olarak ayrışacaklar ve şekillenecekler. Zira bu büyük eylem dalgası topluma kaçınılmaz olarak bir şeyler, belki de çok şeyler kazandırdı. Bundan sonrası çok önemli. Mısır’da, Tunus’ta olaylar yeni başlıyor. Halk ayaklanması bu şekliyle hız kesmiş olabilir ama mücadele kızışarak sürecek. Yeni bir cendere ile toplum zapturap altına alınmadığı sürece, siyasal ve sınıfsal bakımdan ayrışarak sürecek hareket. Nitekim Tahrir gösterileri bitti, işçi grevleri sürüyor. Birini bitiriyorlar, öteki başlıyor. Öteki biterken belki ertesi gün yeniden başlıyor. Birşeyler kabul ediyorsun, tamam haklar verilecek, kimse atılmayacak diyorsun, direniş bitiyor. Bittikten üç gün sonra direnişin önderlerini atmaya kalkıyorlar, yeniden direniş başlıyor. Ve Mısır’da bir fabrika işgali geleneği olduğu çıkıyor. Bu zaman içinde o sınıfı şekillendirecek, bugünün şekilsiz yığınından ayıracak, umalım ki ortaya devrimci öznesini de çıkaracak...

Dalga ne kadar sürer bilmiyoruz dedim. 18 günlük büyük bir toplumsal hareketlilik, ki yasalar felç edildi, rejimin olağan işleyişi boşa çıkarıldı. Polis meydandan çekildi, yasaklar para etmedi, yasalar çiğnendi, herkes özgürce konuştu ve eyleme geçti... Bunun Tahrir Meydanı’nda neye yolaçtığını gördük. Ama Tahrir dediğiniz 20 milyonluk bir Kahire’nin Taksim’i, 20 milyonluk bir İstanbul’un yalnızca Taksim bölgesi. Herkes oraya akmadı, 20 milyon yoktu orada. Kaldı ki Cuma günü dışında zaten milyonlar yoktu Tahrir Meydanı’nda. Bir an için Kahire’yi İstanbul ve Tahrir Meydanı’nı Taksim Meydanı olarak düşününüz. Ve biz, GOP’ta, Topkapı’da, Esenyurt’ta, Sefaköy’de, Gebze’de, Tuzla’da, Pendik’te, Kurtköy’de, buralarda ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Buralarda kitleler ne yaptılar, nasıl örgütlendiler, ne türden bir eylem inisiyatifi içinde oldular, bunları henüz bilmiyoruz. Sokak kontrollerini, mahalle güvenliğini nasıl sağladılar, ne türden öz örgütlenmeler yarattılar, bunları bilmiyoruz. Kesin olarak çok şey yaratılmıştır. 18 günlük bir otorite boşluğu içerisinde eylem halindeki kitle yaratıcılığının ürünü olarak çok şey çıkmıştır ortaya, ama biz bilmiyoruz. İşçiler zaten fiilen komiteler kurdular, bağımsız sendikalar içinde örgütlendiklerini ilan ettiler, bunu biliyoruz.

Dolayısıyla, zafer ya da yenilgi türünden bir durum yok bugün için. Bir toplum 30 yıllık bir cendereden silkiniyor. Nefes alması bile büyük bir kazanım. Özgürce diktatörlüğe son demesi bile büyük bir kazanım, büyük bir ilerleme. Sürecin seyri uzun yılları bulur, henüz yeni başlayan bir süreç olarak bakmalıyız olup bitene. Başıyla sonu bir olamaz toplumsal olayların, zaman içinde bir biçimde yeni düzeylere sıçrama potansiyeli taşır.

Partiler sınıflara dayanır, sınıflar üzerinden iş görür, sınıfların örgütlü temsilcileri olurlar siyasal mücadele sahnesinde. Jakobenler Paris’in emekçilerine dayanıyorlar, özellikle küçük-burjuvaziye, zanaatçıya, dükkancıya, yanısıra da henüz oluşmakta olan proletaryaya. Bu alt sınıf katmanları Paris’in sokaklarına çıktığında, gerçekte beşte dördü kendisine karşı olan, dahası nefretle bakan Konvansiyon’a Robespierre istediğini kabul ettirebiliyordu. Ne zaman ki baldırı çıplaklar dalgası kırıldı, ki kırılmasında bizzat kendisinin çok özel bir rolü var, çünkü sola kaymayı kırıp dizginlemeye çalıştı, ne zaman o dalga kırıldı, aynı Konvansiyon Robespierre’i anında giyotine gönderdi. Bu da bize siyasal akımların ancak dayandıkları sosyal sınıflarla bağlantılı olarak, onlara dayandıkları ölçüde kendi rollerini oynayabildiklerini bir büyük devrimin deneyimi üzerinden bir kez daha gösteriyor.

Devrimci parti temsil etmek ve dayanmak iddiası taşıdığı sınıf ekseninde devrime hazırlığını yapabilir ancak. Elbette gerçekten ciddi bir devrimci parti ise. Kendi sınıfı ne ise öncelikle ona dayanarak ilerleyebilir... Siz dayanmak iddiasında olduğunuz sınıftan güç olarak siyasal mücadele sahnesine çıkacak ve öteki siyasal güçlerle boy ölçüşeceksiniz. Buradan güç alarak toplumun öteki emekçi kesimlerini etkilemeye, yoksullarını arkanıza almaya bakacaksınız. Yok eğer siz kendi sınıfınıza dayanmıyorsanız, daha da kötüsü sınıf dışıysanız, zaten hiçbir şansınız kalmaz, herhangi bir misyonu yerine getiremezsiniz. Eğer kendi temsil etmek iddiasında olduğunuz sınıfa değil de başka bir sınıfa dayanıyorsanız, bu durumda da kaçınılmaz olarak onun damgasını taşır, onun türküsünü söylersiniz. Dayandığınız sınıf zemini son tahlilde sizin gerçek sınıf konumunuzu ve kimliğinizi de belirler.

Tüm bunlardan çıkan basit ama temel önemde sonuç şudur: Devrimin zaferinin gerçek güvencesi, devrimci partiden de öteye bizzat devrimci sınıfın kendisidir. Devrimci parti de ancak devrimci sınıfa dayanabildiği ve ona başarıyla önderlik edebildiği ölçüde, kendi tarihsel rolünü başarılı bir biçimde oynar ve devrimi zafere taşır.

(tkip.org sitesinden alınmıştır...)

 

 

 

Mübarek yargılanıyor

Mısır’da halk ayaklanması sonucu 11 Şubat’ta iktidarı bırakmak zorunda kalan Hüsnü Mübarek’in davası başladı.

Mısır’da emekçilerin ve gençlerin Mübarek’in devrilmesinin ardından inisiyatifi ele alan askeri yönetime uyguladığı basınç sonucu mahkemeye çıkarılan Mübarek, yolsuzluk ve adam öldürme suçlarıyla yargılanıyor. Zira halk ayaklanması sırasında göstericileri öldüren polislerin ve Mübarek ile yakın çevresinin ciddi bir şekilde yargılanması talebiyle Temmuz ayından bu yana başta Tahrir Meydanı olmak üzere eylemler yapılıyordu.

Mübarek ile birlikte güvenlik şefi Habib El Adli ile 6 üst düzey polis yetkilisinin de yargılandığı davanın ilk duruşması 3 Ağustos günü başkent Kahire’de Milli Polis Akademisi’nde yapıldı.

Geçici bir duruşma salonu kurulan polis akademisi, 3 bin polis ve asker tarafından korundu. Mübarek helikopterle getirilirken, duruşmaya sanıklara ayrılan demir kafeste sedyede yatarak katıldı. Duruşmada Mübarek, iki oğlu Ala ve Cema suçlamaları reddetti. Mahkeme Başkanı Ahmed Refaat, Mübarek’in Kahire yakınındaki bir hastaneye kabul edilmesi yönünde talimat verdi.

Bir sonraki duruşma 15 Ağustos’a ertelendi.

Duruşma öncesi çatışma

Kahire’de duruşmanın yapılacağı polis akademisi önünde toplanan Mübarek yandaşları ve karşıtları arasında çatışma çıktı. Karşılıklı taşlar atıldı ve kovalamaca yaşandı. Çatışmalar sonucunda yaralananlar olurken, Mısır polisi göstericilere saldıdı.

Ordudan saldırı

Mısır ordusu 1 Ağustos günü Temmuz ayından beri meydanda gösteri yapan muhaliflere polisle birlikte saldırdı.

Ordu birliklerinin havaya ateş açtığı belirtilirken saldırı sonucu 5 kişinin yaralandığı öğrenildi. Tahrir Meydanı’nda kontrolü ele geçiren askerler, göstericiler tarafından kurulan yüzlerce çadırı kaldırarak alanı temizledi. Askeri birlikler de Temmuz başlarından itibaren trafiğe kapalı olan meydanı araç ve yaya geçişine açtı. Meydandaki malzemeler de orduya ait kamyonlara yüklenerek gasbedildi.

Hama’da katliam

Suriye’de gerici rejim baskı ve terör ile halk hareketini ezmeye çalışırken, cuma eyleminde kitlelere düzenlediği saldırının ardından 30 Temmuz günü Hama’da yeni bir katliama imza attı.

Onbinlerce kişinin katıldığı cuma eylemlerinde ordunun göstericilerin üzerine ateş açması sonucu onlarca kişinin öldüğü bildirildi. Şam, Lazkiye, Hama, Humus, Dara, Kisva ve Dir Ez Zor gibi kentlerde rejim değişikliği talebiyle düzenlenen eylemlere saldıran Baas güçleri en az 20 kişiyi öldürdü. Baskın ve gözaltıların da arttığını belirten insan hakları örgütleri, sadece Şam’da yüzlerce kişinin gözaltına alındığını duyurdu.

30 Temmuz gecesi ise ise Suriye ordusuna ait tanklar gece saatlerinde Hama’ya girdi. Suriye ordusu çeşitli kentlerde gerçekleştirdiği ezme saldırıları ile halk hareketini bastıramaya çalışmış fakat başarılı olamamıştı. Gerici rejim bir kez daha dizginsiz terörünü devreye soktu. Beşar El Esad rejimine karşı protestoların en yoğun yaşandığı yerlerden biri olan Hama’ya gece saatlerinde tanklar girdi. Tanklardan rastgele ateş açıldığı belirtilirken, ordu sokaklarda halkın kurduğu barikatları kaldırarak ilerledi. Kentin ana semtlerinde de su ve elektrik kesildi. 100’ün üzerinde kişinin katledildiği saldırıda yüzlerce insan da yaralandı.

Kanlı operasyonlara rağmen eylemler 1 Ağustos günü de devam etti. Ramazanın ilk gününde 10’u akşam olmak üzere toplam 24 kişi öldürüldü.

Suriye İnsan Hakları İzleme Örgütü Başkanı Rami Abdürrahman “Teravihten sonra birçok kentte düzenlenen gösterilerde güvenlik güçlerinin ateş açması sonucu 10 kişi şehit düştü ve birçok kişi yaralandı” dedi.

Başkent Şam’ın kuzeydoğusundaki İrbin’de 6, Şam’ın yakınında bulunan Maadamiye’de 1, Lazkiye’de 2 ve Humus’ta 1 kişinin öldürüldüğünü kaydeden Abdürrahman, 150’yi aşkın kişinin de gözaltına alındığını belirtti.


Bahreyn’de özgürlük çağrısı

Bahreyn’de Suudi destekli rejimin baskılarını protesto eden göstericiler 2 Ağustos günü çeşitli kentlerde eylemler gerçekleştirdi.

Sitra şehrinde gerçekleştirilen rejim karşıtı protestoya ateş açılırken, Diraz, Eb Saiba ve Dair’de de eylemler yapıldı. El Halife karşıtı sloganlar atılan eylemlerde hapishanedeki tutsakların serbest bırakılması çağrısı yükseltildi.


Biat Günü’nde eylemler

Fas’ta binlerce kişi hanedanın yetkilerinin kısıtlanması ve yolsuzlukların üstüne gidilmesi için 30 Temmuz günü sokağa çıktı.

Protestolar, bir asırlık ‘Biat Günü’ törenlerinin yapıldığı güne rastladı. Yüzlerce bölgesel temsilci Kral Muhammed’e “itaat ve bağlılık yeminlerini” sunarken, binlerce kişi sokaklarda Kral’ın yetkilerinin azaltılmasını istedi. Başkent Rabat’ta binlerce Faslı da “geçmişle bağların koparılacağı değişiklikler istiyoruz” dedi. Ülkenin en büyük kenti Casablanca’da 4 bin, Tanca’da da yaklaşık 5 bin kişi protesto eylemlerine katıldı.