<

4 Aralık 2009
Sayı: SİKB 2009/46

  Kızıl Bayrak'tan
  Devrimci bir çıkışın
artan imkanları ve görevler.
  TKİP MK’nın Alaattin Karadağ yoldaşın katledilmesine ilişkin açıklaması.
Alaattin Karadağ cinayeti polis-yargı işbirliğiyle örtbas edilmeye çalışılıyor!
Alaattin Karadağ çeşitli illerde gerçekleştirilen eylemlerle anıldı.
Kazanana kadar grev,
kazanana kadar mücadele!
  Kamu emekçileri GREV’e çıktı,
hayat durdu!..
  Şovenist saldırganlığa karşı
birleşik mücadele!
  Kürdistan’da sokak gösterileri ve
dizginsiz devlet terörü
  Dünyaya gururla bakan proleter devrimci Alaattin yoldaşa..
  Alaattin Karadağ (Nurettin) yoldaşın Parti üyeliği başvurusu
  Alaattin Karadağ’a
yoldaşlarından
  III. Parti Kongresi kitlesel bir coşkuyla selamlandı!
  Kapitalist kriz tipleri IV
- Volkan Yaraşır
  Metal İşçileri Kurultayı
gerçekleştirildi!
  Metal İşçileri Kurultayı
Sonuç Bildirgesi
  Ulusal soruna devrimci yaklaşımın paradoksları - 3 - M. Can Yüce.
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Kapitalizmin ruhu ve krizler IV - Volkan Yaraşır

Yeni bir tarihsel momentum

Yaşadığımız süreç 1873-1893 sürecine benzer bir süreçtir. Hatta daha yoğun, daha girift ve daha altüst edici içeriktedir. Bir anlamda 21. yüzyılın bütün sınıf ilişki ve çatışkılarının mayalandığı bir dönemdir. Böylesine krizlerde daha önce ifade ettiğimiz gibi, iki olasılık doğar. Birinci olasılık imkandır. Yani devrimin olasılığı ve imkanıdır. İşçi sınıfı örgütlüyse ve siyasal öncüsü örgütlüyse, imkan realize olabilir. İkinci olasılık tehlikedir. Yani karşı devrim tehdididir. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü, dağınıklığı, şekilsizliği, burjuva hegemonyasının gücü bu sefer tehlikeyi realize eder.

Bu iki olasılığın tehlike boyutunu ya da katastrofu açmamız gerekirse, yaşadığımız sürecin hem ulusal, hem de uluslararası boyutta nelere gebe olabileceğini daha iyi kavrayabiliriz.

ILO yılın başında 2010 yılında 51 milyon kişinin işsiz kalacağını açıkladı. İstanbul’da yapılan son IMF-Dünya Bankası toplantısında son derece dehşet bir tablo ortaya koyuldu. Bu iki emperyal kuruluş 2010 yılında 59 milyon insanın işsiz kalacağı, krizin yaşandığı her yıl 90 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşayacağı ve bazı 3. dünya ülkelerinde savaşların kaçınılmaz olduğu ifade edildi.

Türkiye’ye dönersek, resmi rakamlarda 3.2 milyon açık işsiz, 3 milyon civarında sayılamayan işsiz olduğu vurgulandı. Son krizle birlikte işten atılanların sayısı 1 milyonu geçti. Bu rakamları toplarsak bugün aşağı-yukarı 7.5-8 milyon arasında işsiz bulunuyor. 2010 yılının sonunda bu rakama 1.5-2 milyon işsizin eklenmesi büyük bir olasılıktır. Toparlarsak karşımızda bir yıl sonra 9 ila 10 milyon arasında işsiz bulunacak. Bu muazzam kitlenin yönelimi ve arayışları Türkiye’deki siyasal süreci etkileyecek boyuttadır (benzer şeyi dünya için de söyleyebiliriz). Eğer ki bu 10 milyona yaklaşan, sınıfın organik parçası olan işsiz yığınlar örgütlenmezse, bu aynı zamanda çalışan işçilerin örgütlenme projesinden ayrı bir proje değildir. İşsizlerin üst kimliğiyle hareket etmemesi (yani işçi olma kimliğini kavrayamaması), onları alt kimlikleriyle hareket ettirecektir. Başka bir ifadeyle etnik, mezhebi, dinsel, burjuva siyasal kimliklerini öne çıkaracaktır. Bu da sınıfın son derece hızlı bir şekilde polarize olmasına yol açacaktır. İşte bu noktada katastrof çıplak bir gerçeğe dönüşebilir.

Bu kitlenin profiline baktığımızda çarpıcı veriler yakalayabiliriz. En başta reaksiyoneldir. Hızla ötekileştirir. Umutsuz ve geleceksizdir ve kolayca mobilize olur. Aslında bu ruh hali, Wilhelm Reich’ın belirttiği gibi, faşizmin kitle ruhudur. Ve faşizmin en karakteristik özelliği umutsuzlukla beslenmesidir. Franko-faşizminin temel sloganının “yaşasın ölüm” olduğunu unutmamamız gerekir.

Çünkü bu kitleyi tarihsel bağlamda bir yerlerden hatırlamaktayız. Bu kitle 1926 Almanya’sında Beyaz Gömlekliler olarak karşımıza çıktı. Daha sonra Kahverengi Gömleklilere dönüştüler. SA-Hücum Muhafızları oldular. Mussolini’ni iktidara taşıyan İtalya’daki Kara Gömlekliler onlardı. İspanya’da Franko faşizmi, çoğu işsiz ve lümpenlerden oluşan falanjla uzun yıllar iktidarda kaldı.

Kısaca paralize olmuş işsiz yığınların karşı devrimin militan gücüne dönüşmesi büyük bir olasılıktır. İşsizlerin konsantre bir manipülasyonla, iç politikada para militer bir güç olarak devreye sokulması son derece kolaydır. Ülkedeki etnik, dini, milli polarizasyon bu yığınların hızla mobilize edilmesine olanak sağlamaktadır. Özellikle Sabra Tekstil deneyimi, önümüzdeki dönemde sınıf hareketinin gerçekleştireceği reaksiyonlara karşı mafya, patron ve polisin yanında para militer oluşumların devreye girebileceğini göstermektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin krizden etkilenme düzeyi, kısa ve orta vadedeki jeo-politik yönelimi ve BOP içindeki yeni konumlanışı, işsiz yığınların mobilizasyonunu da etkileyecektir.

ABD emperyalizmi, Obama iktidarından sonra bir vizyon değişikliğine girdi. İmparatorluk projesinin çökmesi, hegemonya krizinin giderek açığa çıkması bu değişikliği zaruret haline getirmişti. Bu ve bundan önceki G-20 zirvesi bir bakıma emperyal özneler arasındaki gerilim, çatışkı ve hamleleri dışa vurdu. Ve ABD’nin hegemonya krizine karşı önlem arayışlarının ifadesi oldu. ABD farklı emperyal öznelerle eşitler içinde birinci konumunu (olağanüstü askeri gücünün etkisiyle) korumaya çalıştı ve jeo-politik düğüm noktalarında, başta AB’yle ortak hamleler yapma projeleri geliştirdi. Bu süreci 4. BOP olarak da tanımlayabiliriz.

Bilindiği gibi 1. BOP ABD’nin imparatorluk atağını yansıttı. ABD hiçbir “uluslararası hukuku” tanımadan Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etti. NATO’yu ve BM’yi devre dışı bıraktı. Irak’ta Saddam’ın yıkılmasıyla halkın kendisini çiçekle karşılayacağını umdu. Ama Irak halkı ABD askerini mermiyle karşıladı. Afganistan’da kolayca bitirileceği sanılan Taliban stratejik geri çekilme taktiği uyguladı. Afgan dağlarında “kayboldu”. Günü geldiğine yeniden ortaya çıktı. 1. BOP çok kısa bir zaman sonra iflas etti.

2. BOP bir anlamda 1. BOP’un modifiye edilmiş haliydi. Açık zorla sorunu çözemeyeceğini anlayan ABD, bu sefer açık zorla ideolojik zoru bir arada kullandı. Ortadoğu’da arkaik rejimlerden, demokrasinin inşasından, devlet-toplum-birey ilişkisinin yeniden kurulmasından ve kadının rolünden bahsedilerek açık zor, ideolojik zorla perdelenmeye çalışıldı. Emperyalist kültür, bütün atraksiyonlara rağmen, zaman kadar eski bir uygarlık olan Mezopotamya uygarlığı karşısında çöktü, böylece 2. BOP da iflas etti.

Arkasından ifadesini Condoleezza Rice’da bulan “yaratıcı kaos” dönemi geldi. Bu da 3. BOP dönemiydi. Dönemin karakteristiği bölgenin balkanlaştırılarak mikro devletlere bölünmesi ve makro tahakkümün bu mikro devletler aracılığıyla gerçekleştirilmesiydi. Bu yönde belirli adımlar atılmasına rağmen, Irak direnişinin devam etmesi ve Afganistan’da Taliban atakları yeni bir revizyon ihtiyacını doğurdu.

Obama iktidarının geliştirdiği “akıllı güç” politikalarını 4. BOP dönemi diye de tanımlayabiliriz. Aslında her dönem emperyal politikalar iç içe geçen ve daha rafine bir tarzda hayata uygulandı. “Akıllı güç” ya da 4. BOP’ta, savaş yorgunu haline gelmiş ABD’nin savaşa karşı ülke içindeki reaksiyonları da bir taraftan engellemek amacıyla Ortadoğu’dan kademeli çekilişine dayanıyor. Bölgede yeni jeo-politiğe uygun 50 bin kişilik kalıcı güç bırakan ABD, Kızılderili savaşlarında uyguladığı ya da Kızılderililerin bölgelerinin ilhak edilmesinde izlediği taktiği Ortadoğu’da uyguluyor. İleri karakol oluşturup bölgeyi denetim altına alma ve savaştan en az zararla çıkmayı hesaplıyor. Böylesine bir “geri çekiliş” aynı zamanda ABD’ye (askeri müdahaleleri her an devrede tutarak) diplomatik manevra şansı, hatta bazen barış elçisi gibi davranma olanağı kazandırıyor. Ama burada asıl görev bölgede uç beyi olarak işlevlendirilen devletlere bırakılıyor. Bölgenin emperyal stabilizasyonu anlamında bu ülkeler, aktif taşeron ve emperyalizmin lejyonerleri gibi hareket etmesi hesaplanıyor. Bu ülkelerin başında İsrail, Mısır, Türkiye Cumhuriyeti ve Kürt Federe Devleti geliyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Afganistan’a 1200 asker yollaması, ardından 1700 askerin daha yollanacağının açıklanması, NATO’da aktif görev üstlenme çabası. Somali operasyonlarına katılması, Lübnan’a yollanan BM’ye bağlı UNIFIL’a asker göndermesi, yeni dönemdeki uç beyliği çabalarının göstergeleridir. Neo-Osmanlıcılık vurgusuyla gerçekleştirilen bu hamleler, Ermenistan’la imzalanan anlaşma, İran ve Suriye’yle girilen flört ilişkileriyle derinleştirilmektedir. Neo-Osmanlıcılık, mihver ülke, dış politikada stratejik derinlik gibi tanımlamalarla açıklanan bu süreç, emperyalist öznelerin bölge politikalarına bütünüyle tabi olma ve bu politikanın realizasyonun aracına dönüşme halidir (35).

Bu süreç aynı zamanda bir militarizasyon sürecidir. Aktif taşeronlukla, neo-lejyonerliğin bir arada koordine edilmesidir. İşsiz yığınların bu noktada lejyonerlere dönüştürülmesi son derece kolaydır ve T.C.’nin neo-lejyonerliğine uygun bir biçim alıştır. Dışarıda emperyal agresyonun parçasına dönüşen işsiz yığınların, içeride para-militer bir güç olarak devrede tutulması büyük bir olasılıktır.

Katastrofik durumun bir başka yönünü de şöyle tanımlayabiliriz: Her büyük bunalım dönemi bir başka düzlemde karın maksimizasyonunu içeren yeni çalışma rejiminin inşası anlamına gelir. Bugün de hayata geçirilmeye çalışılan yeni çalışma rejimini, Nazi çalışma rejimi olarak da tanımlayabiliriz. 1931 yılında (1929 krizinin etkileri sonucu) 6 milyona yakın işsiz Nazileri iktidara taşımıştı (36).

Nazi çalışma rejimi, 7.5 milyon köle işçiye ve sınıfın her düzeydeki hakkının gaspına dayanıyordu.

1933’te 6 milyon işsiz çok kısa bir zamanda silah endüstrisi içinde eritildi. İş yaşamının faşist disiplin altına alınmasıyla, emeğin 100 yıl boyunca elde ettiği kazanımlar gasp edildi. Ekonomik terör, siyasal terörle iç içe geçirildi (37). Bunun yanı sıra, Nazi muhalifi olan ve esir düşmüş askerlerden oluşan 7.5 milyon köle işçi, Alman tekellerinin karlarına kar kattı. Nazi rejimi ölüm kampları ve çalışma kamplarıyla anılır. Özellikle ölüm kampları öne çıkarılsa bile, aslında rejim ve Alman tekelleri, ekonomik olarak çalışma kamplarından son derece yararlandı.

Çalışma kampı bir anlamda ölümü erteleme alanıydı. Ve bu kamptaki işleyiş ise köle işçiliğe (ücretsiz köleliğe) dayanmaktaydı. İşçinin ertesi gün çalışmasını sağlayacak enerjiyi bile fazla gören Naziler, köle işçileri posası çıkana kadar çalıştırmakta ve işçiyi adım adım ölüme götürmekteydi. Çalışma kampında bir işçinin ortalama ömrü 3 aydı. Köle işçiler, Naziler için “verimsiz vatandaş” olarak ele alınıyordu. Olağanüstü ağır çalışma ve yaşam şartlarından dolayı artık çalışamayacak duruma gelenler ise, kampın hemen yanındaki imha kampına yollanıyor, ziklon B gazı (haşere ilacıyla) öldürülüyorlardı. Yani köle işçiler “verimsiz vatandaştı” ve verimsiz vatandaşlara layık olan ise haşere ilacıydı. Daha sonra cesetler toplanıp, krematoryumlarda yakılıyordu. Krematoryumların yapımını, en önemli Alman tekellerinden biri olan Krupp şirketi üstlenmişti.

Yeni dönemde post-fordizmin derinleştirilmesi diye de tanımlayabileceğimiz Nazi çalışma rejimi ya da başka bir ifadeyle Çin çalışma rejimi veya Vietnam çalışma rejimi köle işçiliğe dayanmaktadır. Bu çalışma rejimleriyle sınıfın her türlü hakkı ve tarihsel kazanımları gasp edilmekte, köle işçilik ve beleş ücret sistemi dayatılmaktadır. Bu aslında bir başka tanımla dünyanın “Vietnamlaştırılmasıdır”. 1960’larda ABD’nin emperyal konsepti “Vietnamlaştırmaktı”. Şimdi kapitalizmin yeni çalışma rejimi Vietnam çalışma rejimidir, yani yeni işçi cehennemleridir. Homo Sapiens’in bir nevi robota dönüştürülmesidir. Makinenin dişlisi olan, onun aklına göre hareket eden insan, artık kendisi bir makinedir.

Türkiye’de ihbar ve kıdem tazminatlarının kaldırılması tartışmaları, fiilen asgari ücret düzeninin dağıtılması, sosyal hakların gaspı, güvencesiz ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, uluslararası düzeyde sistematik hak gaspları, atipik çalışma düzeni, esnek istihdam modelleri Çin-Vietnam çalışma rejiminin hayata geçirilmesi olarak okunabilir.

Bu süreç sınıfın ehlileştirilmesi, terbiye edilmesi, devrimci kimyasının bozulmasıdır. Aynı şekilde tüketim terörünün parçası haline dönüştürülmesidir. Bu noktada siyasal İslam, ideolojik bir çimento işlevi görmektedir. Böylece kitleler nezdinde fatalizmin kök salmasının önü açılmakta ve hayırsever kapitalizmin inşası kolaylaşmaktadır.

Yaşanan dönem, bir dizi katostrof olasılığını içinde taşımasına rağmen, umudun da en güçlü olduğu bir dönemi simgelemektedir. Bunu da iki temel noktada tanımlayabiliriz. Birincisi, artık devletin niteliği hem metropolde, hem de periferide açık ve alenidir. Devlet krizin yıkıcı etkilerini göstermesiyle birlikte hızla devreye girmiş, finans kapitalin ihtiyaçlarına uygun hareket etmiştir. Küresel düzeyde krizin etkisiyle işsizliğin, açlığın, yoksulluğun yaygınlaşmasına rağmen, devlet ontolojik özelliğine uygun, sermayenin hizmetinde görev almıştır. Sermayenin bir dostu ve uşağı olarak hareket etmiştir. Trilyonlarca Dolar, finans kapitale aktarılarak, birçok şirketin iflası engellenmiş, iflas edenler ise, korunmaya alınmıştır.

Artık devletin niteliği ortadadır. Yeter ki bu nitelik gerekli ajitasyon ve propagandayla açığa çıkarılabilsin. Bunu da ancak devrimciler, komünistler ve örgütlü işçi sınıfı yapabilir. Ne yazık ki kriz açığa çıktığından beri devletin niteliğine yönelik bu türlü çalışmalar hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde yeterince yerine getirilmemiştir. Türkiye’de Mahir Çayan’ın PASS (Politikleştirilmiş Askeri Savaş Stratejisi), İbrahim Kaypakkaya’nın kır-kent diyalektiği, Marx’ın Doğu Sorunu, Gramsci’nin doğu ve batı toplumlarındaki devletin yapısı ve devrim stratejisinin özü devletin niteliğinin açığa çıkarılmasıdır. Kitleler nezdinde devletin niteliğinin açığa çıkarılması anti-kapitalist mücadele açısından ve politik iktidar mücadelesi açısından oldukça fazla olanaklar sunabilirdi.

İkincisi, son 25 yıldan beri neo-liberal karşı devrimin yarattığı ideolojik hegemonya kırılmıştır. Kendini en somut kolektif akıl tutulmasıyla gösteren bu süreç sınıflar mücadelesinin yıkıcılığı içinde parçalanmıştır. Tarih geri dönmüştür. Sosyalizmin ve komünizmin arkaik bir yapı olarak gösterilmesi, kapitalizmin yüceltilmesi ve “gerçeğin” dondurulması, felsefi düzlemde endizmin -sonculuğun- (38) yaygınlaştırılması (tarihin, ideolojilerin sonu, öznenin kaybolması ya da multi-özne vb. tartışmalar) artık sökmemektedir. Kapitalizmin bütün pisliği, asalaklığı, aşağılık yapısı ve simsarlığı ortadadır. Tarihin öznesi Bangladeş’ten Güney Kore’ye, İngiltere’den Fransa’ya, Amerika’dan Mısır’a, Türkiye’den İtalya’ya kadar kendini en çıplak biçimde ortaya koymaktadır. Kolektif Prometheus grevlerle, direnişlerle, fabrika işgalleriyle, blokaj ve sabotajlarla yıkıcı gücünü yeniden göstermektedir. Son çeyrek asrın yarattığı ideolojik abluka dağıtılmış ve parçalanmıştır. Gün devrimin ve komünizmin propaganda günüdür.

İşçi sınıfı yol göstermektedir. Yaşanan tarihsel momentin yakalanması ve müdahale edilmesi, sınıfın açtığı yolda yürünmesine bağlıdır. Artık işçi sınıfının en küçük eylemi bile, muazzam olanakları içinde taşımaktadır. Yaşanan yüksek konjonktürün etkisiyle bir manifesto mahiyetindedir. Sınıf mücadelesi kendi sosyolojisinde büyük birikimler yaratmaktadır. Krizin başlamasıyla birlikte Türkiye’de Sinter, Gürsaş, Tezcan, Brisa fabrika işgal eylemlerinin gerçekleşmesi, farklı direniş biçimlerinin yaygınlaşması ve bu süreçte Desa direnişinden Emine Aslan, Meha direnişinden Saliha Gümüş, Entes direnişinden Gülistan Kopatan’ın model kimlik olarak öne çıkması tesadüfi değildir. Sınıflar mücadelesi, kendi iç zenginliğini dışa vurmaktadır. Her direniş, her eylem bir manifesto mahiyetindedir, öne çıkan her kimlik, her kolektif adım yeni yeni manifestolar yazmaktadır.

Bu süreç bir başka bağlamda biriktirme sürecidir. Sınıfsal öfkenin ve kinin birikmesi  infilak etmeye hazır bir atmosfer yaratmaktadır. Neo-liberal politikaların yıkıcı etkileri ve krizin yarattığı büyük alt-üst oluşlar yalnız Türkiye değil, bütün coğrafyalarda bir nevi sosyal patlama dinamikleri yaratmıştır. Her alanda ve özellikle emekle sermaye çelişkisinin en yoğun ve en sert yaşandığı fabrikalarda, işçi havzalarında, işçi kentlerinde bir nevi sosyal dinamitler bulunmaktadır. Zincirleme reaksiyonların ve patlamaların ortaya çıkması işten bile değildir. Açlık, işsizlik, geleceksizlik sınıfsal öfkeyi ve kini biriktirmektedir.

Bu bağlamda aristokrat niteliğinde olan, Engels’in değimiyle ayrıcalıklı konumda olan İngiliz işçi sınıfının bürokratik ve işbirlikçi sendikal blokajı kırıp, kriz sonrasında bağımsız inisiyatif geliştirmesi, İllegal Grevler ya da Korsan Grevler diye tanımlanan eylemler gerçekleştirilmesi tesadüfi değildir. Hatta İngiliz faşistlerinin göçmen işçilere yönelik provokasyon girişimleri, işçiler tarafından boşa çıkarılmış faşistler bil fiil işçiler tarafından cezalandırılmıştır. Bunun yanı sıra Fransa’da işçi sınıfının işten atılmalara ve işyeri kapatmalarına karşı, Amerikan Caterpillar, Scapa, Faurecia (Peugeot), FM Logistic, Valeo, France Telecom, Continental, 3M Sante ve Molex yöneticilerini, Sony ve Fnac, Conforama CEO’larını rehin aldı. 1968’den beri görülmeyen bu tarz bir eylem, sınıf mücadelesinde yeni bir dönemi işaretliyordu. İşin ilginci Fransız halkı hukuken “suç” olan bu eylemlere karşı büyük sempati gösterdi.

Ayrıca Poitiers’in Chatellerault ilçesindeki araba parçaları üreten New Fabris fabrikasının iflas ettiğini açıklaması ve işçilerin işten çıkarılması büyük bir reaksiyonla karşılandı. İşçilerin işten çıkarma ödeneklerinin ödenmesi için fabrikayı işgal etti, makinelere ve stoklara el koydu. Fabrikanın değişik yerlerine yangın bombaları yerleştirerek, ücretlerin ödenmemesi halinde fabrikayı havaya uçuracaklarını açıkladılar. Ayrıca Güney Kore Ssangyong Motors’da 800 işçi fabrikayı işgal etti. Günlerce polisin gazlı, plastik mermili saldırılarına karşı sapanlarla, molotof kokteylleriyle direndi. Direniş 77 gün sürdü. Fabrika işgal eylemi, polis helikopterleriyle atılan sıvı gazlar ve kimyasal gazlarla kırılmaya çalışıldı. Sonunda fabrikaya polisin büyük bir güçle saldırmasıyla işgal kırıldı. Polis çatıdaki işçilerin ikisini aşağı atarak sakatladı, yüzlerce işçiyi tutukladı ve işgal süresinde 5 işçi hayatını kaybetti.

Metropolden periferiye sınıf hareketinin benzer refleksler ve eylem tarzları gerçekleştirmesi uluslararası düzeydeki sınıfsal gerilimin göstergesidir. İngiltere’den Fransa’ya, Fransa’dan Güney Kore’ye, Mısır’a, Bangladeş ve Türkiye’ye uzanan dalga, kendini en somut biçimde işgal, direniş, grev, sabotaj ve rehin alma eylemleriyle dışa vurmaktadır. Sinter, Brisa, Gürsaş, Tezcan fabrika işgal eylemleriyle Sony, Caterpillar rehin alma eylemleri, Korsan Grevler ve İllegal Grevler ve Ssangyong fabrikası işgali arasında diyalektik bir bağ vardır. Bu işçi sınıfının, özellikle kriz sonrası yarattığı olağanüstü potansiyeller taşıyan ruh halinin göstergeleridir. Ve aynı zamanda sınıf hareketinin yeni arayışlarını dışa vurmaktadır. Bu eylemleri bir başka bağlamda yeni enternasyonal bir dalganın mayalanmaları olarak düşünmek yanlış değildir.

Uluslararası sınıf hareketi kapitalist krizin yarattığı sınıfsal kutuplaşmalara bağlı olarak yeni yol, yöntem ve örgütlenme araçları oluşturmaktadır. Bu noktada bürokratik ve korparatist mahiyetteki sendikal örgütlenmelerin hiçbir geçerliliği ve işlevi kalmamıştır. İşçi sınıfı 21. yüzyılın sınıflar mücadelesinin zenginliği içerisinde yeni işçi örgütlenmelerini yaratması büyük bir olasılıktır.

Nasıl ki kapitalizmin ortaya çıktığı ilk dönemde zorla işçileştirmeye ve zorla yoğun ve ağır çalıştırılmaya karşı işçi sınıfı en sert yanıtını 1600’lerden başlayarak, Ludizm (makine kırıcılığı), direnişler, sabotajlar, grevleri genel grevlerle verdiyse, bugün de kapitalist krizin yarattığı muazzam sınıf gerilimi benzer eylemler üretmektedir. Süreci uluslararası sınıf hareketinin yeni tarihsel momenti olarak okumak yanlış olmayacaktır.

Marx ve Engels ne zaman bir ticari krizin yaklaştığını görseler, bu süreci nihai bir çatışma olarak ele aldılar. 1847 ticari krizinden sonra Komünist Manifesto’nun kaleme alınması boşuna değildir. Marx üzerinde 25 yıl çalıştığı Kapital için “burjuvaziye teorik açıdan, bir daha kendini toparlayamayacağı bir darbe indirmeyi” amaçladığını söylemesi anlamlıdır. Hatta Kapital’i yeni bir krize yetiştirmek için uğraşması, sınıfı muazzam, ideolojik ve teorik bir silahla donatma gayreti önemlidir.

Büyük bunalım niteliğinde yaşadığımız kapitalist kriz, ideolojik-teorik bir Rönesans’ı ve politik-pratik bir cüreti bizlerin önüne koymaktadır. Böylesi krizler kapitalist üretim tarzının tartışıldığı, hatta kapitalizmin yıkılma olasılığının doğduğu zeminleri yaratmaktadır. Bu tarihsel süreçteki bütün görev, devrimcilerin ve komünistlerindir. Sınıfı örgütlemek, sınıfın kapitalizme karşı öfke ve kinini açığa çıkartmak, onu tetiklemek, sınıfın kapitalizmden nefret etmesini sağlamak bizlerin görevidir. Kapitalizmin karşısına işçi sınıfını bir özne olarak çıkarmak, onu kolektif Prometheus’a dönüştürmek bizim görevimizdir.

Ve bu görev, devrimci enternasyonalist bir görevdir.

 

 

Dipnotlar:

(35) Neo-Osmanlıcılık ve Türkiye Cumhuriyeti’nin alt emperyalist ülke olma hayalleri üzerine daha geniş bilgi için bakınız; Volkan Yaraşır , “Sol Liberalizm: İllüzyon Tüccarları ve Kolera Günleri” adlı makale.

(36) Naziler 1923 Eylül ayında, yaptıkları 100 bin kişilik gösteriyle birlikte hızla gelişmeye başladılar. Alman devriminin yenilgisi, sermayesinin rahat nefes almasına sağlamıştı. Amerikan ekonomik yardımıyla birlikte 1924’ten sonra Alman ekonomisi hızla toparlanmaya başladı. 1924-1929 arası ekonomik olarak en dengeli dönem oldu. 1929 dünya bunalımı Almanya’yı da sarstı. İşsizlik hızla yükseldi. 1930 yılında işsiz sayısı 3 milyonu, 1931 yılında 5 milyonu geçti. Birçok işletme iflas etti. Ekonomi hızla çöküş noktasına geldi. Ekonomik ve politik kriz yaşanmaya başlandı. 1930’da yapılan seçimlerde Naziler son derece önemli bir atak yaptı. Seçimlerde Komünist Parti oylarını % 10.6’dan, % 13.1’e çıkardı. Naziler ise (NSDAP) oylarını % 700 artırarak % 2.6’dan % 18.5’e yükseltti. Daha önceki seçimlerde 9. parti konumunda olan Naziler bu seçimde 2. parti konumuna geldi. 6,5 milyon oy alan Naziler 107 milletvekili çıkardı. 1928’de yapılan seçimlerde 12 milletvekili çıkarmışlardı. 1932’de yapılan başkanlık seçimlerinde Naziler oylarını önce 30.1, daha sonra 36.8’e yükseltti. Artık NSDAP ülkenin birinci partisiydi. 30 Ocak 1933’te Hitler başbakan seçildi. İktidara geldiği andan itibaren işçi sınıfının her düzeydeki örgütlülüğünü dağıtan Naziler, sermayeye ücretleri dondurarak müthiş kar sağladı. Saat ücretleri 1929 öncesine çekildi, geriletildi ve sabitlendi.

(37) Jurgen Kuczynski, Nazi Yönetimi Altına İşçi Sınıfı ve Çalışma Koşulları, Bilim Yay., 1979, s. 122-126.

(38) Neo-liberal karşı devrimin ideolojik boyutları için bakınız; Volkan Yaraşır, “Finansal Tsunami, Öncü Sarsıntıdan Büyük Çöküşe mi?Kapitalizmin Krizi ve İşçi Sınıfı,” adlı makale.