27 Şubat 2009
Sayı: SİKB 2009/08

  Kızıl Bayrak'tan
  Devrim ve sosyalizm mücadelesini büyüten bir faaliyet!
  Yolsuzlukların temeli kapitalist sistemdir!
Reformist solun seçim bataklığı - U. Taner
ATV-Sabah greviyle dayanışma büyüyor…
İşçi ve emekçi hareketinden…
BDSP’nin bağımsız sosyalist belediye başkan adayları ile konuştuk...
“Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!”
  BDSP’nin seçim çalışmalarından…
  Grevdeki Asil Çelik işçileriyle konuştuk...
  Metal işçileri toplantısı…
  Kapitalizm, kent ve insan
  Mamak’ta coşkulu etkinlik…
  Ludizm ve sabotaj üzerine...
  Türkiye siyonist İsrail’den istihbarat sistemi alıyor...
  Dünyadan...
  Bültenlerden...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kapitalizm, kent ve insan

(Yerel seçimlerin arifesindeyiz... Burjuva düzen partileri kendi aralarında rant savaşına tutuşurken, reformist sol ise yerel seçimler üzerinden parlamentarist hayaller peşinde koşmaya, ateşli seçim atmosferi içinde bir sürü vaadi ortalığa saçmaya devam ediyor. Ancak bu vaatler, insana yabancı kentlerin mimarı kapitalizm için fazlasıyla uzak hayallerdir. Toplumcu Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları olarak, kapitalizmin yarattığı kentlerin sorunlarını ve insan için olması gereken kenti belli başlıklar altında ele almanın yararlı olacağını düşünüyoruz...)

Kentlerin gelişimi incelendiğinde, insanlık tarihinin önemli dönemeçlerinin bu mekânlarda yaşandığı görülür. Tüm yapısıyla hâkim sınıf ideolojisinin bir yansıması olan kentler, sınıflı toplumların mülkiyet ilişkilerine göre şekillenir. Bugünkü egemen sistem olan kapitalizmin temel değişkeni ise sermaye birikimidir. Sermaye birikimi, bir dizi toplumsal ilişkinin, işbölümünün ürünü olarak gerçekleşir. Sistemin yapısından kaynaklı olarak eşitsizdir. Bu eşitsizlik kentin içinde de eşitsiz bir paylaşımı doğurur. Kapitalizmin kentleri proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz çelişkinin binbir görüntüsünü içerir.

Avcılık ve toplayıcılıktan yola çıkan, köleci ve feodal sistem içinden geçip kapitalizme ulaşan insanlık tarihinde temel belirleyici rolü, insanın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak yürütülen ekonomik faaliyetler oynamıştır. Tarihin öznesi olan insan, değiştiren ve dönüştüren güç olarak her tarihsel kesitte üretici güçlerin gelişimi ile büyük değişimler yaratmış, hem birey hem de toplum olarak bu değişimlerden de köklü bir şekilde etkilenmiştir.

1917 yılında büyük Ekim Devrimi ile başlayan, bir dizi devrimle devam eden, 1990’ların başında çözülen sosyalizm deneyimlerini dışta tutarsak, son birkaç yüzyıl içinde yeryüzüne giderek artan bir tempoda hakim olan sistem kapitalizm, tüm hayatı kendine göre şekillendirmiş, toplumu ve doğayı kendi ihtiyaçlarına uygun bir şekilde değiştirmiştir. Bu değişimde belirleyici olan doğal olarak kapitalist sistemin işleyiş yasalarıdır.

Kapitalizmi bir sistem olarak belirleyen olgu kâr ve birikim dürtüsüdür. Emeğin piyasada alınıp satılan metaya indirgendiği bu sistemde artı-değere el koyan kapitalistler, devamlı birikim tutkusu ile plansız bir biçimde hareket ederler. Bu plansız sürükleniş kentsel mekâna da yansır ve sonuç olarak anarşik bir şekilde gelişen, altyapısı oluşturulmamış, ulaşım ilişkileri kurulmamış, içinde barındırdığı nüfusun ihtiyaçlarına karşılık veremeyen kentler, kısacası günümüzün kapitalist kentleri oluşur.

Kapitalist toplumlarda kentler, sanayinin yoğunlaştığı, artı-değerin üretildiği ve ticaretin en geniş şekilde hüküm sürdüğü rant alanlarıdır. Bu açıdan bakıldığında kentler, bir yanıyla sermaye düzeninin merkezleridir. Ancak aynı kentler diğer yanıyla da burjuvazinin zenginliğini yaratan emeğin de merkezlerini oluşturur. Dolayısıyla kent, toplumun bu iki temel dinamiğini, burjuvazi ve işçi sınıfını bağrında taşır. Kent, aynı zamanda, bu iki farklı ve çıkarları birbirine tamamen ters, karşıt iki sınıfın mücadele alanıdır. Mülk sahibi sınıflar ve mülksüz emekçi yığınların sürekli karşıtlık ilişkisi içinde bulunduğu mekân olarak kentler, her şeye damgasını vuran bu karşıtlığa uygun olarak biçimlenir. Kapitalizmde gelişen kentlerin yaşadığı sorunların özü ve özeti aslında bu tarihsel çelişki içinde yatmaktadır.

Kapitalizmin kent mekânında yarattığı sonuçlara ilişkin ilk ve kapsamlı değerlendirme sosyalizmin büyük kuramcısı Engels tarafından yapılmıştır. Engels, kapitalizmin kendi mantığına uygun bir biçimde kentleri nasıl dönüştürdüğünü Manchester kenti özelinde gösterirken, kapitalizmin yarattığı sömürü ve sefaletin sadece fabrikaya özgü olmadığını, kent mekânında da benzer bir sefalet, yoksulluk ve ikililiğin ortaya çıktığını vurgulamıştır.

Fransız marksist düşünürü Lefebvree göre de, kapitalizm ile kent arasındaki ilişki kapitalizm açısından yaşamsal bir öneme sahiptir. Diğer bir anlatımla, kapitalizm bugünü görebilmişse, bunu aynı zamanda kent mekânını alınıp satılır bir meta olarak keşfetmesine borçludur. Bu değerlendirmenin gerisinde, kapitalizmin kent mekânını metalaştırması vardır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletin öncülüğünde gelişmiş ülkelerde kent mekânı hızlı bir metalaşma sürecini yaşamıştır. Alt kentlere kaçan orta sınıflar bir yandan konut ve altyapı alanında büyük yatırımları körüklerken, diğer yandan da bu yeni yaşam biçimi araba sahipliğinden yeni okullar, hastaneler ve benzeri türden yatırımları gerekli kılmıştır. Diğer bir anlatımla, üretim alanında ortaya çıkan sermaye fazlası kent mekânına yönlendirilerek, sermayenin aşırı birikim krizi belli bir dönem için aşılabilmiştir. Kentlerin sermaye birikimi içinde oynadığı bu rol, kentsel arsanın kendisinin kapitalizm için en önemli meta haline gelişinin de en çarpıcı örneklerinden birisidir. Kapitalist kentin değişim ve dönüşümü, sermaye birikim süreçlerinde kentin üstlendiği rol ve bu çerçevede ortaya çıkan sonuç, emeğin yeniden üretimi sürecinde ortaya çıkan çelişki ve mücadelelerin bir sonucudur. Bu nedenle kentler basitçe binalardan ve yollardan oluşan yaşam alanları ya da insan yoğunlaşması değildir, kapitalist gelişme içinde anlam kazanmıştır.

Kentler kapitalist düzenin iktisadi çalkantılarına paralel olarak önemli kırılmalar yaşamıştır. Kapitalizmin egemen bir sistem haline gelip kendi modern şehirlerini yaratttığı 20. yüzyılın ilk kırılmaları savaş dönemlerinde yaşanmıştır. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan 1970’li yılların sonlarına kadar süren bu dönemde, kentlerin üstlendiği işlevler açısından birincil olarak savaşın yıkıntılarını kaldırmak için ihtiyaç duyulan emeğin yeniden üretimi önplana çıkmıştır. Neoliberal politikaların hayata geçmesiyle 1980’li yıllarda başlayıp halen süren dönemde ise, devletin kentsel alana müdahalesine ilişkin olarak iki temel politika değişikliği ön plana çıkmıştır. Birincisi, neoliberal öğretiye uygun olarak kentsel hizmetlerin sağlanmasından devletin hızla çekilmesidir. Eğitim, sağlık, ulaşım ve benzeri türden hizmetlerin sağlanmasından devlet dereceli olarak çekilirken, çekilmediği alanlarda da hizmetin sağlanmasını ihale ve benzeri yöntemlerle özel sektöre bırakmıştır. Bu yönelim bir anlamda “Keynesyen” politikaların çözülüşünün kentsel düzlemdeki yansımasıdır. Kent mekânına ilişkin düzenlemeler giderek gevşemiş, planlama kurumları güçlerini önemli ölçüde yitirmiştir.

Bunun somut yansımalarını Türkiye’de, neoliberal politikaların daha kararlı bir biçimde uygulanması ile görmekteyiz. Belediyelerin kontrolü altındaki bir dizi hizmetin taşeron şirketlere kiralanması, su, doğalgaz, ulaşım gibi belli başlı hizmetlerin belediye bünyesinde kurulan ve “kâr etmesi” öngörülen şirketlere devredilmesi bu değişimlerin en açık örnekleridir. Tüm bunlar arasında ciddi bir öneme sahip olan ve birçok şehirde son dönemde iyice önplana çıkan “kentsel dönüşüm” söylemi ve somut uygulamaları da bu politikaların bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu kısa özet bile, kentin aslında bir mekandan ibaret olmadığını ortaya koymaktadır. O aslında yaşayan bir organizmadır ve sistem içindeki yaşanan tüm değişimlere çok hızlı reaksiyon vermektedir.

İnsanın barınma ve toplumsal ilişkiler kurma gereksinimini karşılayan mekan olarak kentlerin doğrudan kapitalist üretim ilişkilerine bağlanması sonucunda, kentin iktisadi ilişkileri “insanı” tali plana itmiştir. Kent, insan üzerinde baskı oluşturan, onun eylem alanını daraltan, metropollerdeki kalabalıklara rağmen insanı yalnızlaştıran, kendisine ve çevresine yabancılaştıran bir mekana dönüşmüştür. “Evden işe, işten eve” sarmalında kültürel ve sosyal gelişimi budanan insan için kent, bir sosyalleşme alanı değil onun açık hapishanesi haline gelmiştir. Kültürel ve sanatsal alanlar bir lükse dönüşmüş, daha çok burjuvazinin, yani emeğiyle yaşamayan asalakların gidebildiği adresler olmuştur.

Böylece işlevsizleştirilen bu alanların yerine konulan tek şey kapitalizmin kâr hırsı olmaktadır. Kentsel alanlarda insan boş vakitlerini değerlendirmeye yönelik oluşturulan ve mevcut imar mevzuatında kişi başı metrekare değerleri ve standartları sayısal olarak ifade edilen sosyal ve kültürel tesisler, açık ve kapalı spor alanları, mesire yerleri gibi kent içinde ayrılması gereken alanlar sermayeye peşkeş çekilmektedir.

Sermayenin bu kâr hırsı kentsel mekanda kendini açıkça göstermekte ve karşımıza yeşil alandan ve sosyal-kültürel merkezlerden yoksun, tamamen kapitalist dürtülerle şekillenmiş kentsel mekanlar çıkmaktadır. Ayrıca altyapı eksikliği modern şehirlerin ortak özelliği olarak önplana çıkmaktadır. Örneğin trafik (ulaşım) çağımızda tüm büyük kentlerin en başat sorunu olduğu halde henüz sermaye bu sorunu tam olarak çözebildiği bir kent yaratmayı başarabilmiş değildir. Buna esas olarak kentin plansız gelişimi ve altyapının sermaye için gereksiz ve pahalı bir yatırım olarak görünmesi neden olmaktadır.

Kapitalist sistem doğal kaynaklarımıza da saldırmaktadır. Bu kapsamda su havzaları, orman alanları ve sulak alanlar kapitalizmin kâr hırsı uğruna hazırlanan imar planlarıyla yerleşime açılmaktadır. Bunun en son örneğini yerel seçimlerin arifesinde alelacele onaylanan 1/100.000 İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda da görmekteyiz. Bazı orman alanları “2B Yasası” kapsamına alınarak, yani orman vasfını yitirmiş alan ilan edilerek farklı kullanımlara açılmaktadır. Aynı şekilde küresel ısınmanın da etkisiyle barajlardaki su tutma oranları günbegün düşerken ve susuzluk tehlikesi kapıdayken, İstanbul içindeki bazı su havzalarında yapılaşma öngörülmektedir. Sanayi havzalarında yeterli denetimin yapılmaması ya da bazı eksiklere göz yumulması (katı ve sıvı atık tesislerinin ve filtrelerin oluşturulmaması) hava, su ve toprak kirliliğinde ciddi artışların yaşanmasına sebep olmaktadır. Soluduğumuz havadan içtiğimiz suya ve üzerinde yaşadığımız toprağa kadar insanlığa ait olan tüm değerler ayrıcalıklı bir azınlık tarafından göz göre göre heba edilmektedir.

Kamusal alanların ranta açılarak tüketilmesiyle yaratılan bu tarz kentler yaşam biçimlerimizi ve alışkanlıklarımızı doğrudan etkilemektedir.

Sonuç olarak, paylaşımdan uzak, insanı yabancılaştıran ve yalnızlaştıran hayatlar bu mekânlar aracılığıyla oluşturulmaktadır. Tüm bunlara kapitalizmin ağır çalışma koşulları da eklendiğinde, sabahları metropollerin keşmekeş trafiğinde yollara dökülen, yorgun ve uzun çalışma saatlerinin ardından yine aynı keşmekeş içinde evlerine dönen, faturalarını nasıl ödeyeceğini düşünen, hayat kavgası içinde yönünü kaybetmiş kapitalizmin istediği ideal insan tipi ortaya çıkmaktadır.

“Aslan yattığı yerden belli olur” atasözü ile kapitalist kentleri anlamlandırmak daha kolay olacaktır. İçindeki pisliği dışarıya göstermek istemeyen karartılmış camlarıyla, göğe yükselen gökdelenleriyle meydan okuyan kapitalist kentin yalan dünyasının arka planında gettolara hapsedilmiş işçiler ve emekçiler, her türlü pisliğin ve çürümüşlüğün kol gezdiği sokaklar vardır. Bu çelişik yapı, tekniğin ve bilimin bugün geldiği noktada insanlık tarihinin en çözümsüz denklemini gözler önüne sermektedir. Ancak herkesin çok iyi bildiği gibi, bu denklemin tek çözümü emektir. Yaşanabilir bir kent ancak işçi sınıfının iktidarı sosyalizm ile mümkün olacaktır.

Toplumcu Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları

 

Ankara’da kriz çalışması...

“Kriziniz sizin olsun, gelecek bizimdir!”

Kapitalist sistem yaşadığı krizin faturasını işçi ve emekçilere ödetmeye çalışıyor. Kriz ve etkilerine karşı üniversitelerde, mahallelerde ve fabrikalarda paneller, etkinlikler ve toplantılar yapılmakta krizin faturasını ödememe çağrısı yükseltilmektedir.

Bizler de kriz gündemi üzerinden bir araya gelen politik gençlik örgütleri olarak gençliği sistemin krizi karşısında taraf olmaya ve bu faturayı kapitalistlere ödettirmeye çağırıyoruz. Bununla ilgili olarak Ankara’da kriz gündemli ortak bir çalışma başlattık.

Hacettepe, Ankara ve ODTÜ’de başlattığımız kriz çalışmasını “Kriziniz sizin olsun, gelecek bizimdir!” şiarı ile yürütüyoruz. Gençlik düne göre bugün geleceksizlik sorununu daha yoğun yaşıyor. Güvenli bir gelecek için gençliği düzene karşı harekete geçirmek, varolan hoşnutsuzluk ve öfkeyi düzene karşıtı bir mücadele hattında örgütlemek gerekiyor.

Ankara’daki üniversitelerdeki başlattığımız çalışmayı uzun bir sürece yayarak yürütmeyi düşünüyoruz. Dernek, topluluk ve kulüpleri de kriz çalışmasına katmayı amaçlıyoruz. Bu gündemi daha geniş gençlik kesimlerine taşıyarak, gençliğin taleplerini dillendirilmesi ve sorunlarına karşı çözüm önerileri ortaya koymasını sağlamaya çalışacağız.

Bu çalışma çerçevesinde Hacettepe Üniversitesi’nde bildiriler dağıttık ve bir sergi açtık. Cebeci Kampüsü’nde ise “Kriz mağdurları tartışıyor” başlıklı bir forum gerçekleştirilecek ve 26 Şubat günü saat 15:00’de merkezde yapılacak eyleme çağrı yapılacak.

Ekim Gençliği / Ankara


Gençlik hareketinden…

Trakya’da soruşturma protestosu

Trakya Üniversitesi’nde yaşanan soruşturma terörünü protesto etmek amacıyla Trakya Üniversitesi öğrencileri tarafından 20 Şubat günü Ayşe Kadın Yerleşkesi önünde basın açıklaması yapıldı.

Açıklamada yaşanılan hukuksuzluk teşhir edildi, 12 Eyül ürünü YÖK’ün zihniyetinin bu ülkede varlığını koruduğu sürece üniversitelerde bu tip saldırıların devam edeceği vurgulandı. Bu baskılara ve saldırılara karşı mücadelenin sürdürüleceği söylendi.

Özerk, demokratik üniversite ve eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim talebinin dile getirildiği eylemde “Soruşturmalar, tutuklamalar, baskılar bizi yıldıramaz!”, “Direne direne kazanacağız!”, “YÖK,  polis, medya bu abluka dağıtılacak!” sloganları gür bir şekilde atıldı.

Ekim Gençliği, Genç Kurtuluş, Genç-Sen, SGD, DGH, Emek Gençliği, TÜÖD, YÖGEH tarafından örgütlenen basın açıklamasına diğer sendika ve DKÖ’lerden de destek geldi.

Eyleme yaklaşık 30 kişi katıldı.

Ekim Gençliği / Edirne


Beytepe’de Genç Sen faaliyetlerinden...

Hacettepe Üniversitesi Beytepe kampusünde uzun bir zamandır öğrencilerin sosyal alanları olan kantinler kapatılıyor, bunun yerine fakültelerimizden uzak ve belli bir öğrenci kesiminin gidebileceği alışverişi merkezleri açılıyor. Bir yanda lüks ve pahalı öğrenci evleri varken, diğer taraftan kapasitesi yetersiz yurtların ise pek çok eksiği bulunmaktadır. Bu nedenle, Beytepe’deki yurtlarda kalamayan büyük bir öğrenci kesiminin ulaşım sıkıntısı ortaya çıkmaktadır. Pek çok öğrenci ders çıkışı evlerine dönebilmek için uzun bir zaman harcamak zorunda kalmaktadır. Buna bir de birlikte oturup konuşabileceğimiz sosyal alanların kapatılması eklenmektedir.

Bu sorunla ilgili olarak Genç-Sen olarak “Kantinlerimizi geri istiyoruz!” şiarlı bir kampanya başlattık. Kampanya, şiarın dışında daha bütünlüklü olarak işlenecek. Ticari eğitimin bir yansıması olarak eğitim hizmetlerin paralılaştırılması, özelleştirilmesi, üniversite gençliğinin apolitizmi, yabancılaşması, güvensiz, mutsuz bir yığına dönüşmesi de kampanyamız dahilinde ele alınacak. Bu çerçevede bir bildiri hazırlanmış bulunuyoruz.

Hacettepe Ekim Gençliği


MSGSÜ’de tepki büyüyor!

MSGSÜ’de bir süredir otomasyon ve kontenjan yetersizliği sorununa ilişkin “ses çıkarma” eylemlilikleriyle ve dilekçe toplayarak sürdürdüğümüz faaliyeti 23 Şubat günü sonlandırdık.

20 Şubat günü gerçekleştirdiğimiz ses çıkarma eyleminin ardından dilekçeleri teslim edeceğimiz tarihi açıklamış ve hep birlikte rektörlüğe yürüyerek dilekçeleri teslim etme çağrısında bulunmuştuk. 23 Şubat günü de yaptığımız çağrının ardından dilekçelerle beraber rektörlüğe gidip bu sorunları rektörle konuşma talebimizi dile getirdik, fakat rektörün seyahatte olduğu ve 27 Şubat günü döneceği yanıtını aldık.

Bunun üzerine dilekçelerimizi yazı işlerine teslim ettik. Kantinde açık bir toplantı düzenleyerek, bundan sonra okulda bu soruna ve yaşadığımız diğer birçok soruna ilişkin neler yapabileceğimizi konuştuk. Bu sorunlara ilişkin öğrencilerle tartışabileceğimiz bir anket çalışması başlatmaya karar verdik. Ankette sadece otomasyon ve kontenjan yetersizliği değil harçlar, kantin fiyatları, okulun kullanım saatleri, Fen-Edebiyat kampüsünün taşınması, öğrenci temsilcilikleri, ÖGB, turnike ve kameralar gibi birçok konuya ilişkin sorulara yer verilecek.

MSGSÜ Ekim Gençliği