1 Ağustos 2008 Sayı: SİKB 2008/31

  Kızıl Bayrak'tan
  Geçici olmaya mahkum gerici uzlaşma!
   Kontrgerillanın pislikleri devrimcilere bulaştırılmaya çalışılıyor
Ergenekon soruşturmasıyla rejimi aklama çabaları…
Ergenekon ve sol: Ne yapmalı? - Yüksel Akkaya

Kontrgerilla düzeninden hesabı emekçi ve ezilen halklarımız soracaktır!

Güngören’deki saldırı lanetlendi…
  Birleşik Metal-İş taslağı işyerlerinde açıklıyor…
  Türk-İş bürokratlarının sınıfa ihanette, sermayeye hizmette 56. yılı…
  Düzce DESA işçileriyle direniş üzerine konuştuk...
  Kapitalizmin krizi derinleşiyor...
Grev ve direnişler dünyanın
dört bir yanına yayılıyor!
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Belediye-İş Sendikası İstanbul 2 No’lu Şube Başkanı Hasan Gülüm ve TÜMTİS İstanbul Şube Başkanı Çayan Dursun ile konuştuk...
  Uzel’de yaşananlar...
  Dünya işçi ve emekçi hareketinden…
  ‘96 Zindan Direnişi selamlandı…
  Bültenlerden...
  Devrimci Demokratik Yapılar Arası Diyalog ve Çözüm Platformu’ndan açıklama:
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kapitalizmin krizi derinleşiyor... 

Grev ve direnişler dünyanın dört bir yanına yayılıyor! 

Ülkemizde 2007 1 Mayısı ile ivme kazanmaya başlayan sınıf hareketi, çekişmeli TİS süreçleri, grevler, mevzi direnişler, sendikal örgütlenme çalışmaları ile yolaldı. Halen devam eden direnişler, birçok belediyede TİS süreçlerinde grev aşamasına gelinmesi ve öncekilerden farklı bir seyir izleme potansiyeli taşıdığını hissettiren metal TİS’leri süreci…2008 1 Mayısı’nın da ivme kattığı bu hareketlilik, güçlü bir sınıf hareketinin gelişimi için gerekli olan enerjiyi biriktirmeye devam ediyor.

2008 yılının ilk yarısında yaşanan gelişmeler, sınıf ve kitle hareketinin küresel çapta da gelişme eğiliminde olduğuna işaret ediyor. Bahar aylarında patlak veren “açlık isyanları”, birçok ülkede yüzbinlere varan sayıda yoksul emekçinin sokakları işgal etmesine vesile oldu. Emperyalist savaşın da etkisiyle petrol fiyatlarının hızla yükselişe geçişi ise, dünyanın dört bir yanında emekçilerin iş bırakma ve kitlesel gösterileriyle karşılandı. Zam furyasına karşı kitle eylemleri devam ederken, sermayenin küresel çapta yürüttüğü neo-liberal saldırılara eylemle yanıt vermeye başlayan işçi sınıfı, dünyanın pek çok ülkesinde grev silahına sarıldı.

Emperyalist savaş ve küreselleşme karşıtı mücadelenin nispeten zayıfladığı bir dönemin ardından küresel çapta baş gösteren toplumsal hareketlilik, kapitalist-emperyalist düzenin döne döne ürettiği uzlaşmaz çelişkilerin zorunlu sonucudur. Kapitalizmin krizini aşma yeteneğinden yoksun oluşu, dahası krizi yönetmek için aldığı önlemlerin işçi sınıfına, ezilen halklara ve yoksul emekçilere ödetilecek ağır faturalar anlamına gelmesi, grev ve direnişlerin giderek yayılma olasılığını yükseltmektedir.  

Biyoyakıt kullanımı, temel gıda maddelerinin üretim alanlarını daraltıyor

Emek üretkenliğindeki artış toplumları beslemeye fazlasıyla yetecek düzeye ulaştığı halde, “mahşerin üç atlısı”ndan biri olan açlık, sınıflı toplumlar tarihi boyunca insan soyunun yakasını bırakmamıştır. Oysa toplumların köleler ve mülk sahibi efendiler şeklinde sınıflara ayrılması, tam da kendi ihtiyaçlarının yanısıra bir artı ürün üretebilecek yeteneğe ulaştıktan sonra mümkün olmuştur.

İnsanın insan tarafından sömürüsüne dayalı son sınıflı toplum olan kapitalizm ise, daha başlangıç döneminde emekçileri aç bırakmakla kalmamış, ilkel sermaye birikimi sağlama sürecini “kan ve irinle yazılan tarih”e dönüştürmüştür.

Kapitalizmin 21. yüzyılın başında bile milyonlarca insanı halen açlığa mahkum ediyor olmasını, bu düzenin insana ne kadar aykırı olduğunun çarpıcı bir göstergesi saymak gerek. Zira emek üretkenliğinin geldiği düzey itibarıyla 6 milyar insanı beslemek çocuk oyuncağı haline gelmiştir. Tabii bunun için, insanın insan tarafından sömürüsüne izin vermeyen bir düzenin kurulması gerekiyor. Aksi halde günümüzde olduğu gibi, insanlar açlıktan kıvranırken, kapitalist-emperyalist düzenin efendileri, yıllık trilyon doları aşan miktarda parayı savaş makinelerinin hizmetine sunmakta bir an bile tereddüt etmeyeceklerdir.

Sermaye birikimi dev boyutlara ulaştığı halde açlık belası ortadan kalkmak bir yana, giderek büyüyen bir sorun olarak insanlığın karşısında durmaktadır. Bunun temel nedeni serveti bir tarafta, sefaleti bir tarafta biriktiren kapitalizmin temel yasalarından kaynaklanırken, kapitalizmin efendileri tarafından gündeme getirilen “biyoyakıt kullanımı” da bu belaya farklı boyutlar katmaktadır.

Otomotiv tekelleri, dünyanın kentlerini özel otolarla doldurup insanı yaşadığı kentte köşeye sıkıştırırken, petrol rezervinin sınırlı olması ve enerji kaynaklarına hükmetmek için devam eden vahşi savaşlar, “alternatif enerji” seçeneği üzerinde durulmasını zorluyor. Ancak ilk bakışta kulağa hoş gelen bu seçenek, kapitalizmin elinde yine bir felakete dönüşüyor. Zira otomobiller için düşünülen “alternatif enerji”, diğer adıyla biyoyakıt mısır, soya, şeker pancarı gibi bitkilerden üretilmektedir. Ancak biyoyakıt elde edebilmek için, geniş alanlara sözkonusu bitkilerin ekilmesi gerekiyor ki, bu da temel gıda maddelerini karşılayan tarımsal ürünlerin ekim alanlarını daraltmaktadır. Bunun sonucu ise, yoksul emekçilerin daha geniş kesimlerinin açlıkla yüzyüze bırakılması olmaktadır. 

Belirtmek gerekir ki, biyoyakıt kullanımı halen çok sınırlıdır. Halihazırda bu oran %5’ler civarındadır. Buna karşın petrol fiyatlarındaki hızlı artış, biyoyakıt kullanım oranını arttıracaktır. Petrol rezervlerinin orta vadede tükenecek olmasının ise biyoyakıt talebini arttırması kaçınılmazdır. Buna İMF’nin büyük tekellere pazar açmak için bağımlı ülkelerdeki tarımsal üretimi yıkıma uğratan politikaları ile küresel ısınmanın iklime yansımalarını da eklemek gerekiyor. Bu uğursuz denklem, yoksulların daha kitlesel bir şekilde açlık girdabına sürüklenmesini kaçınılmaz kılacağı için, uzak olmayan bir gelecekte açlık isyanlarının da yaygınlaşması sürpriz olmayacaktır.  

Halkların direnme gücü emperyalist-siyonist planları açmaza alınca...  

ABD emperyalizmi ile suç ortakları, 2001’den beri ülkeleri fiilen işgal ederek kirli planlarını uygulamaya çalışıyor. Bu vahşi saldırganlığı gerekçelendirirken kullanılan “teröre karşı savaş”, “demokrasi ihracı”, “halkları totaliter rejimlerden kurtarmak” gibi safsatalar itibardan düşeli yıllar oldu. Artık emperyalist-siyonist güçlerin ülkeleri neden işgal ettiği biliniyor.

Halkları köleleştirme savaşını başlatan emperyalist Amerikan rejiminin hedeflerini; kapitalizmin krizine savaş yoluyla soluk aldırmak, bu sayede silah tekellerinin daha da palazlanmasını sağlamak; ABD’nin sarsılan dünya jandarmalığını ayakta tutmak için enerji kaynaklarını denetim altına alıp, petrolün dünya pazarlarına ulaşım yollarını açık tutmak; bu avantaj sayesinde enerjiye bağımlı olan rakip emperyalist güç odaklarının hareket alanını daraltmak; tüm bunları yaparken de, siyonist İsrail rejiminin etrafındaki kuşatmayı kaldırıp onu Ortadoğu’nun en etkili gücüne dönüştürmek şeklinde özetlemek mümkündür.     

Ancak, bu kirli emellerine ulaşabilmek için halklara karşı savaşı başlatan Washington’daki savaş baronları, çok önemli bir olguyu gözardı etmişlerdir: Halkların özgürlük tutkusu ve bunun dolaysız sonucu olan direnme kararlılığı!..

Halkları sefil köleler sürüsü sanan bu küstah zihniyetin temsilcileri, Irak’ı işgal eden Amerikan savaş makinesinin çiçeklerle karşılanacağını iddia edebilecek kadar küstahlaşmıştı. Oysa Irak’ın küçük bir sahil kasabası olan Üm Kasır’da sergilenen direniş, hemen arkası gelmediği için böyle algılanmasa da, işgalcilerin budalaca beklentilerini tuzla-buz edebilecek cinstendi.

Evet, direnişin siyasal önderliği pekçok açıdan sorunludur. Dinsel/mezhepsel yönü ağır bastığı için Irak halklarını birleştirme ufkundan yoksun olması gibi ciddi sorunları da var. Bu sorunlar işgalcinin işini kolaylaştıracak cinsten olsa da, onurunu korumak isteyen halkların özgürleşme özleminden güç alan direniş, yine de emperyalist-siyonist güçlerin çirkin emellerine ulaşmalarını engellemeyi başarmıştır.

İşte kitlesel eylemlere yol açan petrol fiyatlarındaki hızlı artışın önemli nedenlerinden biri, işgalcilerin hem Afganistan’da hem Irak’ta bataklığa saplanmalarıdır. Bu olgunun emperyalist metropollerde de kabul görmesi, devletlerin müdahaleleriyle kontrol edilmeye çalışılan rejimin krizini derinleştirirken, ham petrol fiyatlarındaki artışı da körüklemiştir.   

ABD ile suç ortakları Irak ve Afganistan’da bir çıkış yolu bulamamışken, emperyalist-siyonist güçlerin gündeminde İran’a saldırı hazırlığı var. İsrail’in siyonist şefleri saldırının zaman geçirmeden başlatılmasını isterken, Washington’daki savaş kundakçıları, tüm seçeneklerin masada olduğunu söyleyerek tehdit savurmaya devam ediyor. Böylesi bir saldırının diğer sarsıcı etkilerinin yanısıra, petrol fiyatlarında rekor artışlara yol açacağından kuşku duyulmuyor.

Olayların seyri, kapitalist-emperyalist düzenin petrol fiyatlarındaki artışı yakın dönemde durdurma olanağından yoksun olduğu kanısını güçlendiriyor. Bu ise, zam furyasının, dolayısıyla emekçilerin zamlara karşı yükselttiği direniş ve eylemlerin de güçlenerek devam edeceğine işaret etmektedir.  

Neo-liberal saldırıya sınıfsal yanıt!

Sermayenin dünya çapında işçi sınıfı ve emekçileri hedef alan neo-liberal saldırısı onyıllar öncesine dayanıyor. İkinci emperyalist paylaşım savaşının ardından büyüme sürecine giren dünya kapitalizminin savaş yıkıntıları üzerinde yaşadığı bu “altın çağ” 1970’lerde son bulup kriz baş gösterdiğinde, neo-liberal saldırı başlatılmıştı.

Büyüme döneminin sağladığı olanakları kullanan emperyalist metropollerdeki burjuvazi, faşizmi ezen, doğu Avrupa ülkelerinde halk demokrasilerinin iktidara gelmesini sağlayan, batı Avrupa’da ise faşizme karşı direnişin önderliğini yapan komünistlerin özellikle Avrupa proletaryası üzerindeki etkisini kırmak için “sosyal devlet” uygulamalarını öne çıkartmıştır.

Bu dönemde Avrupa işçi sınıfının sosyal kazanımlarında nispi bir gelişme olmuş, ancak süreç, yapısal krizin geri dönmemek üzere gündeme geldiği 1970’li yıllarda tersine işlemeye başlamıştır. Avrupa burjuvazisi yine de Sovyetler Birliği yıkılana kadar ihtiyatı elden bırakmadı. 1989 çöküşü ise, burjuvazinin elini serbest bırakmıştır. Bundan sonra önlerinde tek bir engel vardı; işçi sınıfının saldırılar karşısındaki direnme kararlılığı!

Ancak işçi sınıfı, gerek sosyal kazanımların yarattığı rehavetten, gerekse Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa’daki yıkımın yarattığı moral zayıflamadan dolayı, belli bir dönem saldırılara karşı kayda değer bir direniş örgütleyemedi. Dünyada esen gerici rüzgardan güç alan kapitalistler ise saldırganlıkta iyice arsızlaştı.

İşçi sınıfı, biraz gecikmeli de olsa saldırılara grev ve direnişlerle karşı koymaya başlasa da, emekçiler ‘90’lı yıllardan günümüze kadar pekçok hak kaybına uğradılar. İşçi sınıfının direnişi, Fransa, Yunanistan gibi ülkelerde bazı saldırıların ertelenmesini sağlayabildi. Fakat saldırının ivmesini kıran yaygın ve militan eylemler yazık ki gerçekleşemedi. Oysa saldırı çok yönlüydü. Emekçilerin ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, moral kazanım ve değerleri hedef tahtasındaydı. Bu yüzden kayıplar da, tahribat da çoktu.

Düzen efendilerinin fütursuz neo-liberal saldırısı, nihayet bu yılın ilk yarısında yaygın bir sınıfsal tepkiyle karşılanmaya başladı. İşçi sınıfının son aylarda gerçekleştirdiği grev ve direnişlerin aynı anda beş kıtada görülmesi, burjuvazi ile proletarya arasındaki birikmiş çelişkilerin çatışma aşamasına sıçrama yönünde ilerlediğini gösteriyor.

Birbirini tamamlayan açlık isyanları, zam furyasını protesto eylemleri ve neo-liberal saldırıya karşı grev ve direnişler, yerküremizin dört bir yanında yankılanabilmiştir. Son aylarda işçi sınıfı ve emekçilerin grev, direniş ve gösteri düzenlediği ülkeleri kabaca sıralayalım. Asya’da Kuveyt, Endonezya, Hindistan, Japonya, Pakistan, Sri Lanka, Filipinler… Afrika’da Cezayir, Tunus, Mısır, Kenya, Nijer, Güney Afrika Cumhuriyeti, Fildişi Sahilleri, Burkina Faso… Latin Amerika’da Meksika, Haiti, Kosta Rika, Kolombiya, Bolivya… Avrupa’da Fransa, Almanya, İngiltere, İspanya, Portekiz, Kuzey İrlanda… Yanısıra ABD, Avustralya, Yeni Zelanda.

Birbirinden farklı ülkelerde bu yaygınlıkta gerçekleşen grev ve eylemlerin taleplerinde belirgin bir kesişme olması dikkat çekicidir. Kendine özgü yönleri olmakla birlikte, işçi sınıfıyla emekçilerin insanca yaşam ve insanca çalışma koşulları talebini öne çıkarttıkları görülmektedir. Bu da yoksullaşmanın küresel boyuta vardığının kanıtıdır.

Sınıf ve kitle hareketi, küresel boyut kazanmakla birlikte, henüz kitlesel, meşru-militan bir mücadele düzeyine ulaşabilmiş değil. Buna karşın emperyalist ülkelerdekiler dahil olmak üzere, işçi sınıfıyla emekçilerin tahammül sınırlarına dayanmış olduğu gözlenmektedir. Yapılan grev oyalamalarında katılımcıların %100’ünün grevden yana oy kullanması, İngiltere’de görüldüğü üzere aynı anda 600 bin işçinin greve çıkması vb. örnekler, emekçilerin mücadele azmini ortaya koymaktadır.  

Kapitalist-emperyalist düzen, yoksulları açlığa karşı ayaklanmaya, emekçileri zamlara karşı alanlara inmeye, işçi sınıfını neo-liberal saldırılara karşı grev silahını kuşanmaya zorluyor. Geçici ve iğreti bazı müdahaleleri bir kenara bırakırsak, bir sistem olarak kapitalizmin bu köklü ve yapısal sorunlara çözüm üretebilmesi mümkün değildir. Bu da son aylarda gördüğümüz eylem biçimlerinin daha yaygın, daha kitlesel, daha militan tarzda devam etme olasılığını yükseltmektedir.

Sermayenin yerküreye yayılan azgın saldırılarına rağmen, bazı ülkelerde görülen çıkışlar dışında, sınıf çatışmalarının yine de yeterince sert geçmediği, bu açıdan bir sıçrama yaşanmadığı açıktır. Ancak, kitlesel bir sınıf hareketinin gelişimi için mevzi direnişler enerji biriktirdiğine göre, grev ve direnişler dalgasının ivme kazanmasıyla sınıf çatışmaları sarsıcı bir düzeye sıçrayabilecektir. Bugün sınıf hareketinin en temel ve en acil ihtiyacı budur.