6 Haziran 2008 Sayı: SİKB 2008/23

  Kızıl Bayrak'tan
  Kürt sorununda “çözüm” tartışmaları
   1 Haziran mitingi fiyaskosu
Düzen içi dalaşmanın “telekulak” safhası
TÜSİAD enerjide özelleştirmenin bir an önce tamamlanmasını buyuruyor...
Kürt diline özgürlük!
AKP Kyoto’yu imzladı...
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Temiz bir damla su için bile sosyalizm!
  Bahar süreci, sınıf hareketi ve sol hareket
  Gençlikten...
  İşçi sınıfının ve sosyalizmin büyük şairi Nazım Hikmet yaşıyor!
  Petrol fiyat artışlarını protesto eylemleri yayılıyor...
  Suriye-İsrail görüşmeleri
Ortadoğu’ya barış vaadetmiyor!
  2008 Avrupa Futbol Şampiyonası egemenlerin elinde kirli bir araç işlevi görüyor...
  Habip Gül’ün mezarına saldırı!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Bahar süreci, sınıf hareketi ve
sol hareket 

Yoğun bir hareketlilik içinde geçen bir bahar sürecini daha geride bırakmış bulunuyoruz. Bahar aylarının yılın öteki aylarına göre devrimci siyasal mücadele açısından daha yoğun, hareketli ve verimli geçmesi yıllardan beridir sürmekte olan, artık olağanlaşan bir durum. Devrimci ve reformist kesimleriyle sol parti ve grupların siyasal çalışma ve mücadele bakımından önemsedikleri bir dizi kutlama ya da anmanın bu aylara denk gelmesi buna genel bir ortak zemin yaratmaktadır. Güncel siyasal gelişmelerin seyri ile kitle hareketinin mevcut durumu ise bu zemini şu veya bu ölçüde beslemekte, güçlendirmekte ve verimli hale getirmektedir. Böylece hemen her yıl alışageldiğimiz “bahar hareketliliği” dönemi oluşmaktadır.

Bu yılın baharında son yıllara göre bu iki faktörün birçok bakımdan verimli bir kesişmesi ile yüzyüze kaldık. Bir yandan bahar dönemini önceleyen sürecin günden güne artan mücadele birikimi, öte yandan sermaye iktidarının kritik önemdeki sosyal güvenlik saldırısının bu döneme denk gelmesi bu sonucun oluşmasını hazırladı. Bu açıdan geride kalmakta olan bahar süreci son yıllarla kıyaslanamaz bir verimli mücadele ve hareketlilik tablosu çıkardı ortaya ve sonuçta toplumsal muhalefete fazlasıyla ihtiyaç duyduğu moral bir güç kazandırdı.

Bununla birlikte özellikle devrimci akımların ortak bir tutumla kullanmayı tercih ettikleri nitelemenin, yani “devrimci bahar”ın henüz çok uzağındayız. Baharın devrimciliği halen kitle hareketinin niteliği, muhtevası ve biçimlerinden değil, fakat daha çok devrimci siyasal çalışma için sunduğu potansiyel olanaklardan gelmektedir. Kuşkusuz devrimciler kendi yönlerinden bahar döneminin bu olanaklarını devrimci bir çizgide değerlendirmeye, anma ve kutlamaları kendi yönlerinden devrimci bir çizgide gerçekleştirmeye, dönemin kitle hareketine devrimci bir müdahalede bulunmaya çalışmaktadırlar. Fakat fazlasıyla yetersiz olmalarından bağımsız olarak, bu çabalar kendi başına baharı devrimcileştirmeye henüz yetmemektedir. Bahar dönemindeki kitle hareketliliği, son bahar hareketliliği üzerinden de somut olarak görülebildiği gibi, ihtiyatlı bir ifade kullanacak olursak, halen ancak ilerici bir çizgide seyretmekte, düzen sınırlarını aşmamakta, bugünkü biçimiyle onu henüz fazlaca da zorlamamaktadır. (Kriz içindeki rejimin çatışma halindeki taraflarından birinin bu hareketliliğe kendi yönünden belli bir hayırhah tutumla yaklaşması, hatta hatta kendi hesapları doğrultusundan ondan yararlanmayı umabilmesi de bu aynı gerçeğin bir başka yönden teyididir aslında.)

Yine de bu yılın baharı son yılların durgunluğunun aşılmasında önemli bir kilometre taşı olmuştur. Özellikle sınıf hareketinin dikkate değer biçimde toplumun gündemine girmesi, Amerikancı dinci iktidara son yılların en anlamlı politik ve moral darbesinin bu dönemin eylemleri ile bizzat işçi hareketi tarafından vurulmuş olması, 1 Mayıs tartışması ve olaylarının sağladığı meşruiyet ve moral, Newroz kutlamalarındaki coşku ve öne çıkan emekçi havası, bu yılın baharına ayrı bir güç ve canlılık kazandırmıştır. Toplamında toplumsal muhalefet ve ilerici-devrimci hareket bu süreçten özgüven ve moral kazanarak çıkmışlardır.

Geride kalan bahar döneminin bu özelliği, sunduğu verilerden de yararlanarak önemli gördüğümüz bazı sorunlar ve sonuçlar üzerinde durmamızı gerektiriyor. Burada bu harekeliliğin yeni bir dökümünü yapmamız ya da olup bitenlerden kendi dar sınırları içinde çıkarılabilecek sonuçlar üzerinde durmamız gerekmiyor, zira bunlar eylem süreçlerine paralel olarak yeterince yapılmış bulunmaktadır. Biz burada, sınıf hareketi ve sol harekete ilişkin olarak bu sürecin kendi yönünden ayrıca tanıklık ettiği bazı daha temel sorunlar üzerinde durmakla yetineceğiz.

Sınıf hareketinde dipten gelen dinamizme dayalı gelişme çizgisi

Sınıf hareketindeki yeni canlanma son bir-iki yılın en önemli olayıdır. 1999 yazında 17 Ağustos depremi ile birlikte kırılan büyük eylem dalgasının ardından sınıf cephesinde ilk kez olarak bu çapta bir hareketlilik ile yüzyüze kalındı. Kuşkusuz işçi hareketinde kıpırdanışlar, direniş ve eylemler yıllarca şu veya bu biçimde hep vardı. Fabrikalar düzeyinde hak arama mücadeleleri ve sendikalaşma çabaları, sektörel düzeyde özelleştirme karşıtı eylemler, geride kalan yıllar boyunca sınıf hareketi cephesinde hiç eksik olmadı. Fakat ilk kez olarak son bir yıl içinde bu türden eylemlerde belirgin bir çoğalma yaşandı ve toplumda yankı yaratan boyutlara ulaşabildi. Dahası bu eylemlerin bir bölümü alışılmadık biçimde maddi ve moral kazanımlarla da sonuçlandı. Bu arada son yılların en kapsamlı ve uzun süreli grevi de (Telekom) bu aynı dönemde gerçekleşti ve uzun bir aradan sonra grevin etkili bir mücadele silahı olduğunu bir kez daha somut biçimde göstererek, sınıf hareketi için bir başka moral güç kaynağı oldu.

Bahar sürecine bu birikim üzerinden girildi. Bu, etki ve sonuçlarını bahar aylarındaki işçi eylemleri üzerinden ayrıca gösterdi. Büyük yankı yaratan 13-14 Mart genel eylemi, gücünü ve etkisini saldırının niteliği kadar bizzat bu birikimin kendisine de borçludur. Bugüne kadar sayısız saldırı yasasını boş gözlerle ya da yasak savma girişimleriyle geride bırakan sendika bürokratları ilk kez bu son saldırı karşısında az-çok etkisi olabilecek bir eylem biçimini gündeme getirmek zorunda kaldılarsa eğer, bunu onlar yönünden tam da işçi hareketinin tabandan gelen birikimini ve baskısını algılamaya yormak gerekir. Özellikle Türk-İş payına bu kesin olarak böyledir. Öylesine ki bu konfederasyonun bünyesindeki bir kısım sendika ve yerel şube, merkezi yönetime rağmen eylem iradesi ortaya koyabilmiştir ve sonuçta merkezi yönetim de bunu sineye çekmek zorunda kalmıştır. Hainliği tescilli aynı merkezi yönetim, bir süreliğine ve tümüyle samimiyetsiz bir biçimde de olsa Taksim’de 1 Mayıs yanlısı olabilmişse eğer, bunu da yine işçi hareketinin tabandaki birikimi ve basıncından ayrı düşünebilme olanağı yoktur.

Bütün bunlar, belli bir süreç içinde birbirini izleyerek gelişen parçalı mücadelelerin, sektörel, yerel ve tekil direnişlerin sınıf ve kitle hareketinin güç, moral deneyim ve soluk biriktirebilmesi bakımından taşıdığı büyük önemi ortaya koymaktadır. 12 Eylül sonrasının en geniş katılımlı, etkili ve soluklu eylem dalgası olan ‘89 Bahar Eylemleri, zamanında işte tam da bu türden bir birikimin üzerinde yükselmiş ve sağladığı ivme hareketi ‘91 yılı başına kadar da taşımış, işçi hareketinin bu büyük çıkışı ancak birinci Körfez Savaşı sayesinde kırılabilmişti.

Sonraki yıllarda sınıf ve kitle hareketinin tabandan ve parçalı biçimde gelişen ama adım adım da genişleyip yaygınlaşan bu eylem çizgisi yerini, uzun bekleyişlerin ardından gelen ve pek az istisna dışında genellikle de hava boşaltma girişimleri olarak kalan merkezi Ankara eylemlerine ya da şu veya bu saldırı karşısında salt belli bir güne endekslenmiş, ön birikim sürecinden ve hazırlık çabasından yoksun genel uyarı eylemlerine bıraktı. Kuşkusuz hükümet politikalarını başkent üzerinden hedefliyor görünen bu geniş katılımlı eylemlerin biçimsel yönden kendine göre bir görkemi ve büyülü havası vardı. Fakat gerçekte bunlar sınıf kitlelerini en kestirme yoldan yatıştırıp çaresizlik içinde yeni bir bekleyiş dönemine sokmaktan başka bir işe yarıyor da değillerdi. Bu anlamda burjuvazinin hizmetindeki sendika bürokrasisi tarafından harekete kurulmuş birer tuzak işlevi de görmekte idiler.

Hareket yıllarca bu kısır döngüden bir türlü çıkamadı. İlk kez olarak mezarda emeklilik ve tahkim yasası saldırısına bağlı olarak tabandan kabaran bir eylem dalgası, genel grev-genel direniş şiarını da yükselterek, ‘99 yazında bunu aşacak gibi oldu. Fakat ‘89 Bahar eylemleri sonrasının bu en önemli taban basıncı ve inisiyatifine dayalı eylem dalgası da beklenmedik bir biçimde 17 Ağustos depreminin enkazı altında kalıp kırıldı.

Bu büyük kırılmanın ardından ‘90’lı yılların sözü edilen güdümlü standart eylem biçimi 2000’li yıllar içinde pek gündeme gelmedi. Elbette bunun gerisinde sendika bürokratlarının artık bu türden hava boşaltma eylemlerine bile gerek duymayacak denli kendilerini rahat hissetmeleri gerçeği vardı. Fakat yine de bu türden eylemlerin kesilmesi orta vadede ve işin özünde hareketin yararına oldu. Bu, tabanda derinden derine biriken mücadele dinamiklerinin kendi doğal gelişme seyrini izlemelerini kolaylaştırdı, sayısız yerel ve tekil eyleme zemin hazırladı. Giderek gelişen ve toplumsal yankı yaratabilen gerçek ve etkili bir kitle eylemi dalgası ise ancak işte bu türden bir birikim üzerinden oluşabilirdi. Bu baharı kapsayan ve 12 Eylül sonrasının en güçlü 1 Mayıs atmosferinin oluşmasını da kolaylaştıran kitle hareketi dalgasının kendi yönünden kanıtladığı da bir kez daha bu oldu.

Bu temel önemde ders, geride kalan 20 yılın toplamından olduğu kadar sınıf hareketinin son iki yıllık seyrinden de adeta kendiliğinden çıkmaktadır. Fakat reformist ve devrimci kanatlarıyla geleneksel küçük-burjuva sol akımlar bunun üzerinde bugüne kadar doğru dürüst durmadılar. Genel ve merkezi eylemlerin büyüsüne kapılmayı ve böylece farkında bile olmadan sendika bürokrasisinin hava boşaltma eylemlerine dolgu malzemesi olmayı sürdürdüler. (Komünistler çok erken bir zamanda, daha 1994 yazında, sendika bürokrasisi tarafından önden çok iddialı bir biçimde gündeme getirilen fakat fiyasko denebilecek bir başarısızlıkla sonuçlanan 20 Temmuz eyleminden hemen sonra, bu eylem tarzından temel önemde bazı sonuçları çıkarmışlardı ve konuya verdikleri önemin bir göstergesi olarak da buna ilişkin değerlendirmeleri anında kitaplaştırmışlardı. (Bkz. 20 Temmuz Dersleri, Eksen Yayıncılık, 1994)

Sınıf hareketinin gitgide daha büyük umutlar yaydığı bir dönemde ve tam da bunun etkisi ile solda sınıfa yönelişin yeniden büyüyen bir eğilim haline geldiği bir sırada, bu ders üzerinde ne kadar çok durulsa o kadar yeridir. Bilindiği gibi, kolaycılık ve kestirmecilik geleneksel küçük-burjuva akımların bir başka temel özelliğidir. Oysa soluklu bir kitle hareketinin gelişimine öznel açıdan gerekli katkıyı sağlamak, tabanda yoğunlaşan sistemli, soluklu, inatçı ve sabırlı bir çalışmayla olanaklıdır ancak. Kitleleri etkileyip kazanmanın, politik mücadeleyi daha ileriye taşımanın, hele hele de devrimcileştirmenin, kendiliğinden kıpırdanışları ileriye sıçratabilmenin, bütün bunların bundan başka da bir yolu yoktur. Genellikle merkezi sendika konfederasyonlarının tabanda biriken hoşnutsuzluğu ve oluşan eylem isteğini kestirmeden boşa çıkarmaya yarayan ve genel kural olarak arkası çaresizlik içinde yeni bir uzun bekleyiş dönemi demek olan davranış çizgisinin kırılmasını kolaylaştırmanın yolu da buradan geçmektedir. Şu veya bu yerelde, havzada, fabrikada ya da işletmede oluşan birikimin, gerçekleşen parçalı eylemlerin, bunları her adımda besleyen ve güçlendiren devrimci çalışma ve müdahalelerin üzerine gelecek bir genel eylem çıkışının etkili olabilmesi de, sendika bürokratlarının onu hapsetmek istediği sınırların ve özel hesapların dışına çıkarılabilmesi de, yine ancak bununla olanaklıdır. 13-14 Mart eyleminin belli ölçüler içinde kendi yönünden kanıtladığı da aynı zamanda bu olmuştur.

İşçi sınıfı hareketi: Toplumsal muhalefetin öncü dinamik gücü

Fakat etkili bir bahar hareketliliği ile taçlanan bu eylem dalgasının sınıf hareketi üzerinden gösterdiği daha temel önemde bir başka gerçek var. Bu, bugünün Türkiye’sinde, tüm ezilen ve sömürülen katmanlar içinde işçi sınıfı hareketinin kendine özgü benzersiz yeri, rolü ve etkinliğidir. Bundan burada genel ve soyut bir teorik gerçek olarak değil, fakat son derece somut, uzun yılları bulan toplumsal bir sürecin pratik bir olgusu olarak sözediyoruz. 12 Eylül karşı devrimini izleyen ve çeyrek asrı bulan döneme dönülüp şöyle bir yeniden bakılsın, bu pratik olgunun anlamı, gücü ve etkisi bütün açıklığı ile görülebilecektir. Kuşkusuz bu, sınıflar mücadelesi bakımından belirgin biçimde zayıf ve her biçimiyle gericiliğin alabildiğine etkin olduğu, büyük ölçüde durgunluk içinde geçen, kitle hareketinin kısır biçimler içinde kendini tekrarladığı, kendini aşma gücü ve dinamizmine bir türlü ulaşamadığı bir tarihi dönem oldu. Fakat böyle de olsa, bu aynı tarihi evre içinde döne döne canlanan ve zaman zaman kendini aşmanın eşiğine de gelen biricik gerçek hareket yine de işçi sınıf hareketi oldu. Bu tespiti yaparken, karakteri, kapsamı, toplumsal bileşimi ve dolayısıyla dinamikleri bakımından tümüyle farklı olan Kürt ulusal hareketini kıyaslama dışı tutuyoruz. Karmaşık ve heterojen bir yapısı bulunan kamu çalışanları hareketini ise geniş bir tanım içinde ve hiç değilse bir bölümüyle sınıf hereketinin bir uzantısı sayıyoruz.

Son hareketliliğin kendi yönünden ayrıca belirgin biçimde gözler önüne serdiği bu olgunun başka yönleri üzerinde durulabilir. Ama bizi burada bunun sol hareket üzerinde oluşturduğu önlenemez basınç ve bu basıncın şu son birkaç yılda daha açık biçimde gözlenebilen bazı sonuçları ilgilendiriyor şimdilik.

Sınıfa karşı uyanan yeni ilginin anlamı ve sınırları

Bugün bir dizi sol grup gitgide daha belirgin bir biçimde sınıf hareketine ve dolayısıyla çalışmasına artan bir ilgi duymaktadır. Bunu tüm siyasal yaşamları boyunca küçük-burjuva katmanları esas almış bazı devrimci-demokrat gruplar üzerinden olduğu kadar, son bunalım ve bölünmelere eşlik eden tartışmalar sırasında açığa çıktığı gibi reformist sol hareketin bazı kesimleri üzerinden de görebilmek mümkün. Kuşkusuz ortada bu ilginin pratik sonuçları konusunda henüz anlamlı sayılabilecek işaretler yok. Ama yine de bu ilginin oluşması, siyasal güçsüzlükten ve açmazlardan çıkış yolu olarak sınıf hareketine ve çalışmasına artan biçimde vurgular yapılması, hele de bunun şu son bir-iki yılın süreçleri eşliğinde olması, dikkate değer bir olgudur. Son yirmi yılın toplamı içinde ve özellikle de, geleneksel sol harekette işlerin artık eskisi gibi gidemeyeceğinin açık biçimde kanıtlandığı son on yıl üzerinden değerlendirdiğimizde, bu yeni eğilimin hiç de konjonktürel gelişmelerin etkisiyle sınırlı olmadığını görebiliriz.

Önemli bir noktayı peşinen vurgulamak zorundayız. Halen yaşanan ne ideolojik bir görüş açıklığı, ne de buna dayalı bir kimlik ve yön değişimidir. Gelinen yerde küçük-burjuva akımlardan bunu beklemenin artık herhangi bir gerçekçiliği de yoktur. Onların geçmişten bugüne ne böyle sağlıklı bir devrimci gelişim ve değişim geleneği, ne de artık bu türden bir yeteneği sergileyebilecek politik ve moral güçleri var. Dolayısıyla halen sözkonusu olan, daha çok, bugüne kadar tutulan tüm öteki yolların açık bir başarısızlıkla sonuçlanmasının yarattığı çaresizliğin beslediği bir tür kendiliğinden ve zorunlu yönelimdir. Bir yandan sınıf dışı kesim ve katmanlara yönelik çabaların yılları bulan kısırlığı, öte yandan ise sınıf hareketinin yıllar yılı kendini belirgin bir biçimde döne döne hissettiren gücü ve olanakları, siyasi yaşamda tutunmak isteyen bir dizi sol grubu nihayet sınıf hareketi ve dolayısıyla çalışması üzerinde daha dikkatle durmaya yöneltmektedir. Olup bitenin temeli, anlamı ve sınırları halen bundan ibarettir.

Reformist akımlar sözkonusu olduğunda, buna ek bir noktayı ilave edebiliriz. 12 Eylül yenilgisinin ardından yaşanan çok yönlü tasfiyeci sürecin ürünü olan bu akımlar uzun yıllar boyunca düzenin hassas sınırlarıyla bağdaşan bir siyasal yaşamı, buna paralel olarak sayısız türden liberal birleşmeyi ve bu arada özellikle son yıllarda parlamentarizmi, güç olmanın, kitle desteği kazanmanın, siyaset sahnesinde yer tutmanın ve rol oynamanın sihirli yolu ve çözümü sandılar. Tüm bunlar döne döne başarısızlıkla ve gelinen yerde de bir iç bunalımla, buna eşlik eden gruplaşma ve parçalanmalarla sonuçlandı. İşte tam da bu bunalım süreci içinde içlerinden bazı kesimler, bugüne kadarki liberal kolaycılığın iflasını bir biçimde kabul ettiler; kitlelere gitmek ve gündelik meşakkatli bir çalışma ile kitleleri etkileyip kazanmak dışında bir yol bulunmadığını, bunu ise en başta ve temelde sınıf hareketi üzerinden yapmak gerektiğini, zira gerçek ve tayin edici gücün burada yattığını dile getirmek zorunda kaldılar. Böylece en temel ve en basit bir teorik ve toplumsal gerçeği, 20 yıllık liberal boşa oyalanmaların ardından yeniden keşfetmiş oldular. Burada bizi bu düşünceye ulaşanların samimiyeti ya da dile getirdikleri yönelime pratikte bir karşılık verebilecek güç ve iradelerinin kalıp kalmadığı ilgilendirmiyor. 20 yıldır düzenin icazet alanında çürüyen bu çevrelerden bir yenilenme ve canlılık beklemenin her türlü dayanaktan yoksun olduğunu biz herkesten iyi biliyoruz. Fakat bizi burada ilgilendiren, kolay hesaplara dayalı liberal ütopyaların zaman içinde kaçınılmaz çöküşü ve en basit gerçeklerin kendini liberal sola bile yeniden kabul ettirmesidir.

Halkçı gelenekten gelen devrimci demokrat akımlar sözkonusu olduğunda ise durum nispeten farklıdır. Zira bu gruplardan bazıları devrimci kimliği koruyarak içinde bulundukları açmazdan kurtulmaya çalışıyorlar halen. Sınıf hareketine yönelik ilgi de bu amacın bir parçası olarak anlam kazanıyor ve gündeme geliyor.

Bu henüz geçmiş kimlikle açık bir hesaplaşmaya ve dolayısıyla bir ideolojik yenilenmeye dayanmıyor, daha çok pratik bir zorlama olarak kendini gösteriyor, demiştik. Yine de bu pratik zorlama ister istemez geleneksel çizgiyi çeşitli yönleriyle sorgulamayı, bazı temel görüşleri sessizce de olsa gözden geçirmeyi ve değiştirmeyi de beraberinde getirecektir. Nitekim ne denli oportünistçe yapılıyor olursa olsun, halen bunun da ilk işaretleri vardır. Sınıf hareketine karşı uyanan bu yeni ilginin 20 yıl öncesinin sınıfa yönelim modasından dikkate değer farkı da buradadır zaten. Halkçılık tükeniyor, ona son 20 yıldır umutsuzca sarılmayı sürdürenlerin kendi bilincinde bile.

Halkçı çizgi ve umutların tükenişi

Sınıf hareketinin halkçı ideoloji ve pratiğin şekillendirdiği akımları kendine çekme olgusuna ‘80’li yılların sonuna denk gelen yeniden toparlanma döneminde de tanıklık etmiştik. O dönemde de halkçı akımlar pek az istisnayla bir anda ve bir süreliğine “işçici” kesilmiş, kendilerince bir “sınıf yönelimi” içine girmişlerdi.

O dönemin özel koşulları içinde bu son derece de anlaşılır bir durumdu. Zira ağır bir yenilgi sonrasının bu ilk yıllarında küçük-burjuva katmanlara bir durgunluk, sessizlik ve dahası yılgınlık egemenken, eylem sahnesinde belirgin bir biçimde yalnızca işçiler vardı. Bu, her hareketlenmeden güç ve etkinlik devşirmeye kendiliğinden eğilimli halkçı akımları ister istemez sınıf hareketine yöneltiyor, ama bu yöneliş ideolojik ve programatik herhangi bir sorgulama ile birleşmiyordu. Olup bitenler sınıf kitlelerinin konjonktürel bir hareketliliği içinde değerlendiriliyor, bundan yararlanmaya bakılıyor, ama halkçı ideoloji, çizgi ve programa bağlılık da kolay yenilgi süreci içinde alınan tüm yara bereye rağmen sürdürülüyor, bu arada geleneksel çalışma alanlarının küçük-burjuva katmanlarından gelecek hareketlenmeler de umutla bekleniyordu.

Nitekim işçi hareketi dalgasının kırılması (’91 yılı başı) ile bu sınıf yönelim modasının bitişi üstüste düştü. Halkçı akımlar geleneksel alanlarına, esas olarak da büyük kentlerin sol geleneği olan semtlerine yöneldiler ve buradan kendilerini besleyecek hareketlenmeyi umutla beklemeye koyuldular. Çok beklemeleri de gerekmedi, ‘90’lı yılların ortasına doğru bu umutlar gerçekleşecek gibi oldu. Özellikle İstanbul’un bazı semtlerinde Gazi Direnişi’nin simgelediği geçici hareketlenme beklenen patlamanın nihayet gelip çattığı, geçmişin (‘80 öncesi yılların) yeni bir biçimde tekrarlanabileceği dönemin başlamakta olduğu umutlarını bir anda güçlendirdi. Halkçı ideoloji, program ve çizgiye güven ve bağlılık yeniden tazelendi ve yüksek sesle dillendirilmeye başlandı. Ne var ki bu umutların dayanaksız olduğunu görmek de çok sürmedi, semtlerdeki sınırlı hareketlilik hızla söndü ve aradan geçen uzun yıllar semt temeline dayalı bir devrimci kitle hareketi beklentisinin temelden yoksunluğunu en tutucu kafalara bile bir biçimde kazıdı.

Özellikle geleneksel devrimci-demokrat çevrelerde sınıfa ilginin yeniden güç kazanmasının gerisinde işte bu katı olgusal durum var. Bir kez daha pratik yaşamın basıncı altında gerçekleşiyor olsa bile bunun 20 yıl öncekinden temel önemde bir farkı, küçük-burjuva katmanlardan gelecek devrimci bir hareketlenmeye bağlanan umutların artık yıkılmış olmasıdır. Bunu tamamlayan ikinci önemli fark, eski ideoloji ve programa olan güvenin de yıkılmasıdır. Açık, samimi ve yürekli bir özeleştirel çaba olarak ortaya konulmasa da, bazı çevrelerde gündeme gelen program ve strateji tartışmaları bunun işaretidir. (Bunları bir dizi çevre üzerinden örneklemek olanaklı, ama buradaki sınırlı amacımız için şimdilik gerekli değil.)

Bu gerçekte halkçı demokratizmin tükenişidir. Bu tükeniş gerçek hayatta bugünü 20 yıl gibi uzun bir süre öncelemektedir. 12 Eylül yenilgisinin açığa çıkardığı gerçekler bunu daha o günden kesinleştirmiş, komünist hareketin doğuşu bunun bilince çıkarılmasının ürünü ve ifadesi olmuştu. Bugün gerçekleşen ise bunun bizzat bugüne kalan halkçı akımların zihninde de giderek daha çok açığa çıkıyor olmasıdır.

Komünistler olarak biz, devrimci ya da reformist geleneksel sol siyasal akımların yüzlerini işçi sınıfa dönmelerinden, pratik çabalarını sınıf hareketine yöneltmelerinden, uzun vadede yaratacağı tüm sorunlara ve olumsuz sonuçlara rağmen, bugünkü koşullarda yalnızca memnuniyet duyarız. Bugün milyonlarca işçi çok yönlü bir gerici kuşatma altındadır ve ona ilerici sınırlarda yönelecek bir siyasal çalışmanın bile bu kuşatmanın kırılması bakımından büyük bir politik-pratik önemi vardır. Bugün için önemli olan sınıf kitlelerinin çok yönlü bir ilerici-devrimci politizasyon ve örgütlenme çabasıyla yüzyüze kalmalarıdır, biz bu doğrultudaki her çabayı yürekten destekleriz. Küçük-burjuva bir ideoloji, program, kimlik ve kültürle şekillenmiş geleneksel sol akımların bu çaba içinde sınıf hareketine bir dizi bozucu öğe taşıyacakları daha bugünden kolayca öngörülebilir. Fakat yine de bu esası yönünden yarının sorunudur. Buna, ilerici-devrimci hareketin daha geniş kesimlerinden gelecek bir toplam çaba içinde kendini bulmasının kolaylaşacağı politik bir işçi hareketinin zaman içinde üstesinden ayrıca geleceği bir kaçınılmaz sonuç olarak bakılabilir.

Parti ve sınıf hareketi

İdeolojik planda halkçı demokratizmin eleştirisi ve aşılması mücadelesinin ürünü olan TKİP’nin pratik plandaki gelişmesine de ısrarlı ve inatçı bir sınıf çalışması damgasını vurmuştur. Halkçılığın ideolojik olarak tükendiği ve pratik çıkış yolu olarak da yüzünü gitgide daha çok sınıfa döndüğü bir aşamada, bu gelişim çizgisinin ve yarattığı birikimin apayrı bir anlamı ve önemi vardır. TKİP önümüzdeki Kasım ayında 10. yılına girecektir. Partinin kendi cephesinden 10. yıl, halkçılığa karşı mücadelenin teorik ve pratik kazanımlarının derinlemesine bilince çıkarılmasına da vesile olabilmelidir.

Parti sınıf çalışmasında önemli, kapsamlı ve çok yönlü bir deneyim birikimine sahiptir halen. Bu birikimi her yönüyle incelemek ve bundan partinin sınıf çalışmasına bir sıçrama kazandırmak üzere yararlanmak, II. Parti Kongresi’nin önemli kararlarından biri olmuştur. Bu, bizzat II. Kongre’de bir dizi başlık üzerinden yapılmıştır da. Burada ulaşılmış ilk sonuçların partiye ve kamuoyuna sunulması, bu aynı çabanın partinin tümünde yapılmasına bir vesile olmalıdır. Tüm parti, özellikle de sınıf çalışmasının dolaysız yürütücüleri, buna ciddiyetle, sorumlulukla, heyecanla ve tutkuyla sarılmalıdırlar. Partinin sınıf çalışmasında yeni ve etkili adımlara ihtiyacı var, bu ise mevcut çalışma birikimi ve deneyimini değerlendirip özümsemeden gereğince yapılamaz.

Partinin 7. yılını konu alan değerlendirmenin sınıf çalışmasına ayrılmış bölümünde, alınan bir dizi darbenin de etkisiyle bazı kentlerde parti çalışmasının sınıf ekseninden kaydığı ve bunun acilen giderilmesi gereken bir zaaf olduğu saptanmıştı. O günden bugüne bu zaaf önemli ölçüde geride bırakıldı. Bugün parti temel çalışma alanı olarak saptadığı hemen tüm kentlerde çalışmasını sınıf eksenine gitgide daha güçlü bir biçimde oturtmaktadır. Bu çalışmanın halihazırdaki sonuçları üzerine durmuyoruz. Şu an önemli olan bu yönelime girilmesi ve bunun günde güne daha da güçlendirilmesidir. Başta İstanbul olmak üzere sınıf eksenli çalışmada istikrarlı bir ısrarın hep gösterildiği yerlerde ise, partinin ihtiyacı bu çalışmada derinleşmektir. Saptanmış alan ve birimler ile tüm güçlüklere rağmen bunlara yönelik çalışmada ısrar, ihtiyaç duyulan derinleşmenin ilk temel koşuludur. Sık sık alan ya da fabrika değiştirmek, o güne kadar yürütülen çalışmanın etki ve sonuçlarını boşa çıkaracağı gibi, derinleşmede ısrar çizgisinin de yitirilmesi anlamına gelir.

Partinin sınıf çalışması her zaman doğrudan fabrikalar üzerinden süren bir politik çalışma olageldi. Bu sanıldığı gibi hiç de olağan bir davranış çizgisi değildir. Türkiye solu geçmişten beri ve halen bu tarza hemen tümüyle uzaktır. Geleneksel sol için sınıf çalışması her şeyden önce sendikal bir çalışmadır, sendikal mevziler ve olanaklar üzerinden yürür. Bu sorunlu davranış çizgisi halkçı demokratizmin sınıfa yöneldiği her durumda neden kolayca ekonomizme ve reformizme kaydığının da bir açıklamasını verir bize. Sınıfa sendikalist bakışın yansıması olan bu çizgi, geleneksel solun kolaya eğilimli zaafiyetinden de gereğince güç almaktadır. Zira sendikal mevziler üzerinden müdahale sınıf içinde kestirmeden güç ve etki sahibi olabilmenin en kolay yolu olarak görülmektedir.

Komünistler bu kolaycılığa prim vermedikleri gibi daha en baştan da bunu açık biçimde eleştirdiler. Sınıf çalışmasını esası yönünden doğrudan fabrikalar üzerinden yürütülen devrimci bir siyasal çalışma olarak ele aldılar. Elbette hiçbir biçimde sendikal çalışmayı, mücadeleyi ve sendikal mevzilerin önemini küçümsemediler. Fakat bütün bunları sınıfa yönelik genel siyasal çalışmanın bir parçası, hiç de belirleyici olmaması gereken özel bir alanı olarak gördüler. Sendikal alanda sağlıklı mevziler elde edebilmenin yolunun da ancak bundan geçtiğini gözönünde bulundurdular. Geleneksel solun sendikalist eğilimlerine karşı bir çubuk bükmeyi de içeren bu çizgi, belki bir ölçüde sendikal çalışmayı ve mevzileri yeterince önemsememek, buna yeterli dikkati göstermemek gibi bazı yan zaaflar da üretti. Fakat temelde komünistlerin yönelimi doğru, sağlam ve sağlıklıydı.

Geride bırakmakta olduğumuz bahar döneminde parti sınıf çalışmasına yeni bir güçle yüklendi. Bahar çalışmasını sınıf eksenli olarak sürdürmenin yanısıra bir dizi kentte özel sınıf çalışması etkinlikleri bunun ifadesi oldu. Toplumun geneli üzerinde olumlu bir etkisi ve yankısı olan bu yılın İstanbul 1 Mayısı’nda partili işçi gruplarının gösterdiği inisiyatifin bu çerçevede belki de henüz bir ölçüde sembolik, ama yine de büyük bir politik önemi ve anlamı vardır. Bu bir rastlantı olmamıştır, partinin yılları bulan çalışmasının anlamlı bir gündeki anlamlı işaretleridir bunlar.

***

Zor dönemleri üst üste deviren Türkiye yeni bir zor döneme giriyor. Burjuva gericiliğinin kendi bünyesinde süren ve giderek de sertleşen iç mücadelenin muhtemel sonuçları bir yanda, büyük yıkımlara yolaçabilecek bir ekonomik kriz ihtimali öte yanda, işçi sınıfı ve emekçi kitleler için bugünkünden çok daha zor günler tehlikesi anlamına geliyor. Türkiye’nin ilerici toplumsal muhalefeti ve devrimci güçleri bu tehlikeyi sınıf hareketi eksenli bir güç yığınağı ile bir ölçüde olsun karşılama yeteneği gösterebilirler. Arada ezilmekten kurtulmanın ve iç çatışma içindeki burjuva gericiliği karşısında devrimci bir alternatif çıkış yolu yaratmanın başkaca bir olanağı yoktur. Bugünün Türkiye’sinde gücünü ve yığınağını sınıf hareketi eksenine oturtamayan hiçbir karşı hazırlığın herhangi bir başarı şansı yoktur. Zira bugünün Türkiye’sinde işçi sınıfı hareketinden başka tüm öteki emekçi ve ezilen katmanları kendi ekseninde birleştirebilecek ve ardından sürükleyebilecek başka herhangi bir sınıfsal dinamik yoktur.

(TKİP Merkez Yayın Organı Ekim’in Mayıs 2008 tarihli 252. sayısının başyazısıdır...)


8 Mart’ın tanıklık ettiği ayrışmanın ilkesel anlamı ve politik önemi

Bahar döneminin genel kitle hareketliliğinde 8 Mart’ın kendine özgü bir ağırlığından sözedilemez. Bu anlaşılır bir durumdur da. Zira olup bitenler daha çok bir kutlama günü sınırları içinde kalmaktadır. Bu tarihsel gelenek yönünden de 8 Mart’ın 1 Mayıs’tan önemli bir farkıdır. 1 Mayıs da kuşkusuz bir kutlama günüdür. Fakat uluslararası devrimci işçi hareketinin tarihinde bu kutlama, salt kendi içinde özel bir gün olarak değil, fakat sürmekte olan mücadelenin özel bir çabayla yoğunlaştırıldığı bir dönemin tepe noktası olarak ele alınmış, zamanla buna uygun bir gelenek oturmuştur. 1 Mayıs’ın iki sınıfın, biribirinden temelden farklı iki dünyanın en yoğun bir biçimde karşı karşı geldiği bir gün olarak ele alınması, zaman içinde ona bu gücü ve dinamizmi kazandırmıştır. Oysa 8 Mart’ın böyle bir özelliği ve geleneği yoktur. Toplumsal gerilik, bunun kadın sorunu üzerinden daha da belirgin bir biçimde kendini göstermesi, işçi kadın eksenli etkili bir kadın hareketi geleneğinin olmayışı vb., 8 Mart’ı iyiden iyiye kendi içinde bir kutlama günü sınırlarına mahkum etmektedir.

Bugünkü koşullarda 8 Mart vesilesiyle politik açıdan önemli olan, kurulu düzendeki kadın sorununu etkili bir propaganda ve ajitasyon vesilesi olarak kullanabilmek, sorunun anlamına, kapsamına ve çözümüne ilişkin temel devrimci düşünceleri, daha çok da devrimci şiar ve istemler olarak, başta işçiler olmak üzere emekçilerin geniş katmanlarına taşıyabilmektir. Fakat yazık ki solun önemli bir kesimi 8 Mart’ı önceleyen süreçte bunu bile yapmamakta ya da bu doğrultuda yasak savma kabilinden pek az şey yapmakla yetinmektedir. Böyle olunca 8 Mart’ın esas ağırlığı, kısa ön hazırlığı da dahil ilgili gün vesilesi ile yapılan eylemle sınırlı kalmaktadır. Bu yıl da sonuç farklı olmamıştır doğal olarak.

Fakat Türkiye’de 8 Mart’ın kadın sorunundan öteye solun kadın sorununa bakışı  bakımından giderek önem kazanan bir özelliği ön plana çıkmaktadır. 8 Mart solda giderek reformist-devrimci ayrışmasının en önemli göstergelerinden biri olmakta, bu açıdan yerine getirdiği işlev öteki hiçbir eylemle karşılaştırılmayacak denli açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır.

Türkiye’nin 12 Eylül yenilgisinin tasfiyeci yan ürünlerinden olan küçük-burjuva feminist çevreleri, “erkeksiz 8 Mart” gibi ucube bir anlayışı zaman içinde reformist solun hemen tümüne kabul ettirdiler. Ufku hiçbir biçimde burjuva demokrasisi sınırlarını aşmayan ve kadın sorununa da ancak buradan bakabilen Kürt hareketinin bu anlayışa kendi ideolojik konumunun doğal sonucu olarak verdiği destek bunu özellikle kolaylaştırdı. Bu ucube eğilim kuyrukçuluğu kimlik edinmiş bazı küçük-burjuva devrimci-demokrat grupları da içine alarak iyice genişledi ve 2000’li yıllara girilirken 8 Mart kutlamalarının üstüne kabul edilemez bir ağırlık olarak çöktü.

Komünistler daha en baştan bu gerici oportünist eğilimin karşısına çıktılar ve kadın sorununa marksist yaklaşım üzerinden bu burjuva reformist çabanın içyüzünü teşhir ettiler. Bu çaba devrimci hareketin öteki bazı çevrelerinden destek gördü ve böylece 8 Mart kutlamalarındaki kaçınılmaz ayrışma gündeme geldi. Bir yanda 8 Mart’ı emekçi ve devrimci içeriği ve gelenekleri ile ele alan Devrimci 8 Mart Platformu, öte yanda onu salt bir kadın eylemine indirgeyen, böylece emekçi ve devrimci karakterinden arındırarak içini boşaltan reformist feminist cephe.

Bu iki temel platformun bağdaşmazlığı ve devrimciler cephesinde devrimci anlayış ve ilkelere dayalı olarak karşı platformun teşhiri, kuyrukçu bazı ara akımları bir dönem için sallantılı bir tavra itti. İçlerinden bazıları bir kereliğine de olsa Devrimci 8 Mart Platformu içinde yer almak zorunda bile kaldılar. Fakat bu çok sürmedi, bu yıl pek az istisna ile herkes yerli yerini buldu. Reformist akımlardan bir tek TKP hariç tüm ötekiler feminist platformda bir araya geldiler. Kuyrukçu oportünizm de son ve kesin kararını ortaya koyarak yeniden bu cepheye döndü. Üstelik bu ayrım noktalarını belirgin biçimde aydınlatan son yılların tüm tartışmalarına rağmen böyle oldu. Demek ki herkes safını bilerek isteyerek seçmiş oldu. Bu yıl oluşan ayrışma tablosu, işte bu nedenle paha biçilmez değerdir.

Kadın sorununu cinsler arası eşitsizliklere indirgemek ve salt kadınları ilgilendiren bir sorun olarak ele almak, böylece sorunun kurulu sömürü düzeninin derinliklerindeki kapsamlı toplumsal köklerini sınıf konumu gereği bilerek gözardı etmek, tarihsel olarak burjuva kadın hareketinin en temel özelliği olmuştur. Küçük-burjuva feminizmi ise teorik açıdan olduğu kadar tarihsel açıdan da bu eğilimin, burjuva feminizminin bir uzantısı ve yansıması olagelmiştir. Bu iki akımın ortak paydası, kadın sorununu salt cinsler arası eşitsizliklere indirgemekle kalmamak, yanısıra ve elbette bu aynı mantığın bir ürünü olarak, onu salt kadınların sorunu olarak ele almaktır. Böyle olduğu içindir ki onlar mücadeleden örgütlenmeye kadar konuya ilişkin her sorunda kadını karşı cinsten ayırır, kendi içine kapalı bir kadın hareketi dünyası kurmaya çalışırlar. Kadın sorununun kapsamını ve köklerini kurulu toplumsal düzenden ayrı ele almanın, dolayısıyla da kadının kurtuluşu davasını genel toplumsal kurtuluş davasından koparmanın mantıksal sonuçlarıdır bunlar.

Emekçi ve devrimci karakterinden arındırılmış “erkeksiz 8 Mart” anlayışı, temel özelliği bu olan burjuva ve küçük-burjuva feminizminin solun reformist kesimlerindeki yankısından başka bir şey değildir. Bu yankının bu denli güçlü biçimde açığa çıkması da rastlantı değildir. Zira reformizm, ideolojik-programatik yönden, temel toplumsal ve siyasal sorunların düzenin sınırlarını aşmayan bir çerçevede ele alınmasından başka bir şey değildir. Onun ufku bu açıdan burjuva demokrasisi ile sınırlıdır ve bunun kadın sorunundaki yansıması konunun salt cinsler arası eşitsizlikleri indirgenmesi, yani feminizm ve dolayısıyla “erkeksiz 8 Mart” olmaktadır.

Reformist akımların kadın sorununa bu yaklaşımı ve “erkeksiz 8 Mart” tutumu rastlantı değildir dedik. Bu teorik yönden daha ayrıntılı olarak ortaya konabilir, ama bu buradaki amacımızı aşar. Biz buna burada tam da 8 Mart tartışmaları üzerinden teorik önemi kadar tarihsel önemi de büyük olan bir özel kanıt göstermekle yetineceğiz. Dünyada ‘60’lı yılların sonunda baş gösteren orta sınıf eksenli feminist harekete karşı kadın sorununu marksist açıdan inceleme gereği duyan ve bu konuda hayli yararlı bir tarihsel malzemeyi  Kadınların Özgürlüğü ve Sınıf Mücadelesi başlıklı kitabında sunan Tony Cliff, Çarlık Rusyası’na ayrılmış bölümde bize son derece anlamlı bir bilgi vermektedir. Konu tam da konumuz, yani 8 Mart, dahası 8 Mart kutlamaları ve farklı siyasal grupların buna ilişkin tutumları üzerinedir:

“1913 ve 1914’teki kutlamalarda, Uluslararası Kadınlar Günü’ne sadece kadınların katılmasını isteyen Menşeviklerle, tüm işçi sınıfının katılımında ısrar eden Bolşevikler arasında derin farklılıklar vardı...” (Ataol Yayıncılık, s.115)

Demek ki bugünün Türkiye’sindeki tartışmanın 8 Mart’ın tarihsel çıkışına (1910’daki kabulüne) kadar uzanan bir derin tarihsel kökü de var. Demek oluyor ki konuya ilişkin tartışma o kadar masum, ayrım çizgileri o denli önemsiz değil. Tam tersine, iki farklı tutum arasındaki ayrım, reformizm ile devrim arasındaki o genel ve temel ayrım çizgisinin kadın sorunu üzerinden özel bir yansımasından başka bir şey değildir. Devrim öncesi Rusya’da Bolşevizm ile Menşevizm arasındaki o derin teorik ve politik uçurum kendini kadın sorunu ve 8 Mart üzerinden işte tam da böyle, hemen hemen bugünün Türkiye’sinde yaşandığı gibi gösteriyordu.

Konuyu birçok yönden inceleyen ve bu dikkate değer tarihi olayı bize aktaran yazarın, Bolşeviklerle ile Menşevikler arasında 8 Mart’ın kutlama biçimi üzerinden oluşan ayrılığı, iki akım aradaki “derin farklılıklar”la ilişkilendirmesi, bunların bir yansıması olarak sunması bu açıdan boşuna değildir.

(TKİP Merkez Yayın Organı Ekim’in Mayıs 2008 tarihli 252. sayısından alınmıştır...)