11 Nisan 2008 Sayı: SİKB 2008/15

  Kızıl Bayrak'tan
  Uzlaşma yok, mücadele sürüyor!
  SSGSS saldırısına karşı mücadelenin
imkanları ve görevler
Onbinlerce işçi ve emekçi Kadıköy’de haykırdı!
6 Nisan mitingi tabanın mücadele azminin göstergesidir!
Krize karşı tek etkili önlem sınıf mücadelesini yükseltmektir!
AKP’nin düzen içi çatışmada yeni taktiği “daha fazla demokrasi”
  Birleşik, kitlesel ve devrimci bir 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için!..
  TKİP II. Kongresi kapanış konuşması... / 1
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Faşizme karşı omuz omuza! .
  Gençlik hareketinden...
  Mısır’da işçi ve emekçiler sömürü ve zorbalığa karşı ayakta!
  Emperyalizmin savaş aygıtı NATO’nun Bükreş zirvesi…
  İran Batılı emperyalistlerin uzattığı havucu reddetti!
  SSGSS’ye karşı mücadele! M. Can Yüce
  İşçi sınıfının baharına doğru... Volkan Yaraşır
  kizilbayrak.net sitesinin Mart ayı rakamları...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

14 Mart’tan 1 Mayıs 2008’e:

İşçi sınıfının baharına doğru...

Volkan Yaraşır

resimİşçi hareketi, Tekel işçilerinin direnişi ve 14 Mart eylemiyle yeni bir baharın zeminlerini örüyor. 2007 yılından başlayan bu süreç, biriktire biriktire bugüne ulaştı. Uzun bir sessizlik ve durgunluk döneminden geçen işçi sınıfı, özellikle Hrant Dink’in cenazesinin son derece görkemli bir kitle hareketine dönüşmesiyle moral ve güç aldı. Cenaze kendiliğindenci bir karakterde kitle gösterisiydi ve bu özelliği eylemin muhteşemliğini ve zaaflarını içinde taşıdı. İçinde farklı sınıf ve katmanları barındırdı. Resmi ideolojiyi sorgulayan etkiler yarattı. Her şeyden önce bir şeyler yapılabileceğini gösterdi.

Bu gelişme kendini 1 Mayıs sürecinde sınıfın aktif ve radikal bir şekilde müdahalelerde bulunmasına yol açtı. 30 yıl sonra 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanma ısrarı, 1 Mayıs’a yakışan bir tavır oldu. 1 Mayıs alanının yeniden kazanılmasına yol açtı. Egemenlerin yasağı fiilen ve radikal bir şekilde aşıldı. 1977 yılında 1 Mayıs şehitlerine verdiğimiz “1 Mayıs’ı 1 Mayıs alanında kutlama” sözümüz yerine getirildi. Aslında bu gelenek 12 Eylül’ün karanlık günlerinde, ‘80’li yılların sonunda ısrarla sürdürülmüştü. Hrant Dink’in cenazesinde yüzbinlerin alanı zaptetmesi, 2007 1 Mayıs’ının Taksim’de kutlanmasına zeminler yarattı. Moral ve özgüven hissi uyandırdı.

1 Mayıs’ı takip eden kamudaki toplusözleşme dönemi sınıf hareketinde yeni bir ivmenin habercisi oldu. Birden havayı senkronize grev atmosferi sardı. Geniş kesimler yaygın olası bir grev dalgasını tartışmaya başladı. Özellikle Hava-İş Sendikası’nın toplusözleşme sürecindeki kararlılığı ve grevdeki ısrarı ve tutarlılığı, sınıfa büyük moral verdi. Sermaye ve siyasi iktidar ise öfkeliydi. Hava-İş’in iradesini kırmak için her yöntem kullanıldı. Özellikle yazılı ve görsel medya işçi ve grev karşıtı propagandaya başladı. Egemenlerin “entelektüel” tetikçileri olan bir kısım “aydın” ve akademisyen greve ve toplusözleşme sistemine saldırdı. Grevin ilkel bir yöntem, toplusözleşmenin ise bireysel özgürlüğü kısıtlayan arkaik bir uygulama olduğu yönünde yaygın açıklamalar yapıldı. Gramsci’nin tanımıyla transformismoyu oluşturan bu kesimler egemen ideolojinin ya da ılımlı İslam’ın hegemonya kurmasının ajanları gibi hareket etti. Öte yandan hükümet ve sermaye çevreleri Hava-İş’te yaşanacak bir grevi, “vatan hainliği”yle özdeş tuttu. Yasadışı bir şekilde grev oylaması yaptırıldı. Her düzeydeki baskıya rağmen Hava-İş üyeleri greve çıkma ısrarını korudu. Bu kararlılık sonucunda toplusözleşme başarıyla bitirildi. Aynı dönemde Teksif Sendikası (genel merkezinin uzlaşmacı tavrına karşılık) tabanının kararlılıkla “sıfır” sözleşmeyi imzalamaması yeni bir gelişme oldu. Tekstil İşverenleri Sendikası katı tutumuna rağmen, sonunda işçilerin lehinde toplusözleşme imzalandı. Sözleşmeye işverenlerin yaklaşımını Halit Narin net bir şekilde ortaya koydu. Halit Narin, “Teksif Sendikası’yla 40 yıllık centilmenlik anlaşmamız bitmiştir” dedi ve “bundan böyle toplusözleşme yapmayacağız” diye açıklama yaptı. Özce; Halit Narin sermayenin yeni yol haritasını gösteriyordu. Artık ne sendika, ne de toplusözleşmelere tahammül edemediklerini açıklıyordu.

Haber-İş’in Telekom Grevi 2007’nin zirvesi oldu. Sermayenin ve siyasal iktidarın sistematik bir şekilde sendikanın altını boşaltması, kapsam dışı personelin sayısının artması ve toplusözleşmede bir dizi hak kaybının gündeme gelmesi, Haber işkolundaki işçilerin öfkesini tetikledi. haber işçisi greve istenen derecede hazırlanamamıştı ve mücadele deneyimi olarak yetersizdi. Buna rağmen haber işçileri öfkeyle ayağa kalktı ve greve çıktı. İşçiler grevi, grevin içinde öğrendi. Dostu düşmanı mücadelenin içinde ayrıştırdı. Grev daha ilk gününden itibaren kırılmaya çalışıldı. Kapsam dışı personel devreye sokuldu ve polis desteğiyle çalıştırıldı. Ama grev devam etti. Grevci işçiler kararlılıkla mücadelesini sürdürdü ve direndi. Grevde geçen her gün haber işçisini besledi, şekillendirdi. Sınıf ve sendikal kimliğini ve bilincini güçlendirdi. 46 gün süren grev, 12 Eylül sonrası en büyük grevlerden biri oldu.

Telekom grevi, işçi sınıfına büyük bir güç ve moral verdi. İşçi sınıfı son yıllarda yaşadığı durgunluğu Telekom greviyle aştı. Grev işçi sınıfının mücadele azmini körükledi. Her şeyden önemlisi bazı çevrelerin unuttuğu, ya da yadsıdığı sınıf mücadelesini ve kavgasını çıplak bir şekilde ortaya koydu. Telekom grevi, sınıfa karşı sınıf politikasının somut yansıması oldu. İki antagonist sınıf açıkça çatıştı. İki antagonist sınıfın safları da açıkça ortaya çıktı. Bir tarafta emek ve emek cephesi, diğer tarafta sermaye vardı. Sınıf mücadelesinin ayrıştırıcılığı kendini net bir şekilde ortaya koydu. Telekom grevi, grevin yapılabileceğini, sürdürülebileceğini ve (bütün eksikliklerine rağmen) kazanılabileceğini gösterdi. Telekom grevi, yakın dönem sınıf hareketinde yeni bir moment oldu. Ardından sabır, kararlılık ve azmin göstergesi olan Novamed grevi başarıyla bitirildi. Novamed, sınıf mücadelesinde kadın işçilerinin rolünü bir kez daha açığa çıkardı. Novamed sınıf mücadelesinde, işçinin onurunun ekmekten daha önce geldiğini gösterdi.

2007’nin son aylarındaki bu gelişmeler sarsıcı etkiler yarattı. Uluslararası düzeyde işçi sınıfının eylemlerinin yükselmesi ise sürecin başka bir boyutunu oluşturdu.

Ekonomik faşizm olarak da tanımlanabilecek neoliberal politikaların merkez ülkelerde yarattığı yıkım sonucu, Avrupa işçi sınıfı ayağa kalktı. Bir kısmı sosyal yıkım yasalarına karşı, bir kısmı ekonomik-demokratik hakların korunması ve geliştirilmesi için doğan bu eylemler, Yunanistan’dan Macaristan’a, Fransa’dan Almanya’ya kadar kıta Avrupa’sını sardı. Engels’in deyimiyle ayrıcalıklı işçi konumundaki merkez ülke işçileri kapitalizmin yıkıcılığına karşı ayaktaydı. Sınıf mücadelesi “hayaleti” Avrupa’yı sarıyordu. Ayrıca İsrail, Mısır ve Güney Afrika’da görkemli işçi eylemleri gerçekleşti.

İşçi sınıfı ulusal ve uluslararası düzeydeki eylemler, grevler, direnişler ve genel grevlerle kış uykusundan uyanmaya başladı. Gelişmeler bir silkinme, toparlanma, kendine güvenme ve harekete geçmeyi işaretliyordu.

Tuzla ve Davutpaşa katliamları

2008’e bu birikimlerle girildi. Davutpaşa’da yaşanan katliam, kapitalist sistemin iğrençliğini bir kez daha ortaya çıkardı. Kapitalizm insanın insan üzerindeki tahakkümü, sömürüsü ve efendiliği demekti. Kapitalizm işçi sınıfına tek bir şey vaat ediyordu: Ölüm ve iliklerine kadar sömürülme. Davutpaşa katliamı sınıfın kolektif öfkesini ve kinini açığa çıkarmasa da gerçek yüzünü gösterdi. Benzer gelişme yoğunlaşan iş cinayetleriyle Tuzla tersanelerinde yaşandı. Tersane işçileri ağır çalışma ve yaşam koşulları ve taşeronluk adı verilen vahşi sömürünün altında çok kısa zamanda tek tek ölmeye başladı. Sınıfın öfkesini tetikleyen bu gelişmeler, 18. yüzyıldaki kapitalizmin koşullarını aratmayan Tuzla’da yeni bir dönemin kapılarını açtı. Yapılan bir günlük eylem, Tuzla cehenneminde her şeyin yeni başladığını gösterdi. Hedef havza grevi olarak belirlendi. Davutpaşa katliamı ve Tuzla tersane işçilerinin eylemleri sınıf duyarlılığını artırdı. İşçi sınıfı politik gündemin içinde yer aldı. Yer yer sendikalaşma atakları ve TEGA grevi gibi küçük ama uzun soluklu ve dirayetli grevler ve Yörsan gibi inatçı direniş ve eylemler işçi sınıfının özgüvenini pekiştirdi.

Tekel işçilerinin 2007’nin sonlarında yükselen mücadelesi, 2008’in ilk aylarında giderek sertleşti. Daha önce kısmi özelleştirme politikalarını ve sonuçlarını yaşayan TEKEL işçileri, kendilerine yönelik radikal özelleştirmelerin ne demek olduğunu biliyordu. Dişe diş mücadeleye hazırlanan TEKEL işçileri, işyerini terketmeme, miting ve fiili gösterilerle ekmeğini ve işini korumakta ısrarlı olduğunu gösterdi. Özellikle Ankara eylemi, devletin sınıfa yaklaşımını açıkça ortaya koydu. Kar altında tazyikli suya maruz kalan ve yerlerde sürüklenen TEKEL işçisinin öfkesi, gerçek bir sınıf öfkesiydi. Bu öfkenin, antikapitalist bilinçle bütünleşmesi muazzam bir güç yaratabilirdi. Şeker işçilerini de benzer bir süreç bekliyor. Onları da aynı doğrultuda harekete geçirmek acil bir görev olarak önümüzde duruyor.

14 Mart genel direnişi

Sosyal yıkım yasasına yönelik yerel eylem, miting, ajitasyon ve propaganda faaliyetleriyle başlayan çalışmalar 14 Mart genel direnişiyle en üst boyuta ulaştı. 14 Mart, son 30 yılın en büyük ve katılımı en yüksek işçi eylemi oldu. Tahmini rakamlara göre 2 milyona yakın işçi çeşitli biçimlerde harekete geçti. Eylem yaptı ve sınıf tavrını gösterdi.

1980 sonrası uygulanmaya başlayan neoliberal politikalar sonucu ezilen, yoksullaşan, işsiz kalan ve geleceksizleşen emekçi yığınlar, yıllarca öfkelerini ve tepkilerini biriktirdi. Sessizce bekledi ve sustu. Fakat SSGSS’nin yıkıcılığının farkına varmalarıyla öfke harekete geçti. 14 Mart neoliberal politikalara net bir karşı duruş oldu. 14 Mart bir patlamaydı. Geniş yığınları içinde taşıdı ve sınıfın muhteşem gücünü açığa çıkardı. Türkiye’nin her yeri, her alanı işçilerin nümayişlerine sahne oldu. 14 Mart, tabanın harekete geçişiydi ve tabanın harekete geçişiyle neler yapılabileceğini gösterdi. Bazı sendika (Petrol-İş, Birleşik Metal, Tez Koop-İş, Hava-İş gibi) genel merkezlerinin dışında, sendikal yapıların geneli statükocu bir tavır sergiledi. Oyalayıcı ve bazen engelleyici tavırlar alındı. Konfederasyonlar ise eylemi kontrollü bir reaksiyon içinde tutma eğilimindeydi (bir ölçüde DİSK’i ve KESK’i ayrı tutabiliriz). Ne var ki tabanın müthiş basıncıyla ve sınıfın değişik katmanlarının katılımıyla bu sorun aşıldı. İşçi sınıfı konfederasyonların belirlediği sınırları paramparça etti.

Her şeye karşın gözardı edilmemesi gereken bir noktanın üzerinde durmak gerekir. 14 Mart bir yönüyle de (yukarıda belirttiğimiz bütün olumsuzlukları görerek) sendikal yapıların ve konfederasyonların küçük bir adımıyla ve ufak bir kıpırdanmasıyla önemli sonuçlar elde edilebileceğini ortaya koydu. Sendikal hareketin üzerindeki ataleti ve bürokrasiyi kırdığı, korparatizmi parçaladığı ölçüde ne kadar etkili olacağını gösterdi.

Siyasal iktidarın pervasızlığı eylem öncesinde en üst boyuttaydı. Tayyip Erdoğan’ın sendikaları “yalancılıkla” itham etmesi aslında siyasal iktidarın işçi sınıfını ve örgütlenmelerini aşağılaması ve küçük görmesiydi. 14 Mart sermayeye inen bir şamar oldu. Sınıfla alay edilemeyeceğini ve dalga geçilemeyeceğini gösterdi. Üretimden ve hizmetten gelen gücün kullanılmasıyla antidemokratik yasaların, sınıf karşıtı uygulamaların nasıl bertaraf edileceği ortaya çıktı.

14 Mart öncesi sınıfla alay eden, onu dikkate almayan siyasal iktidar aynı gün yasayı gündemden çekti. Emek Platformu temsilcileriyle görüşmek zorunda kaldı.

14 Mart sınıfın gücünü ortaya koyan ve muktedir oluşunu gösteren bir eylem oldu. Şimdi görev siyasal iktidarın manevralarını görmek, sınıfın duyarlılığını sürekli kılmak ve sınıfın mücadelesini aktüalite içinde sıkıştırmamaktır. Fakat gelişmeler siyasal iktidarla Emek Platformu arasında, “uzlaşma” adında IMF ve Dünya Bankası’nın istediği doğrultuda kararlar alınmasına yol açtı. Siyasal iktidar “uzlaşı” adında yarattığı halüsinasyonla, sınıfın moral gücünü ve tepkisini kırmayı amaçladı. Bu arada ilk tavrını değiştiren DİSK ve KESK’in 1 Nisan eylemi önemli oldu. Bu konfederasyonlar en azından hükümetin politik manevrasının araçları olmaktan çıktı. Tavır bir anlamda özeleştiri niteliği taşıdı ama aynı zamanda bu yapıların sendikal politikalarının ne derece istikrarsız olduğunu da gösterdi. Bazı ciddi süreçlerde savrulabileceklerini ortaya koydu. Türk-İş, Hak-İş ve çeşitli kamu konfederasyonları siyasal iktidarın aparatına dönüştü. Hükümet, sınıfın 14 Mart hamlesine karşı soğukkanlı bir şekilde, bazı konfederasyonları da suç ortağı yaparak yanıt verdi. SSGSS’de yapılacak kısmi revizyonlara onay vermek son derece geri bir tutumdur ve sınıfın moral gücünü kırıcı içeriktedir. Yasanın geri çekilmesi ve çöpe atılması hedef alınmalıdır. İşçi sınıfı buna hazırdır. Ayrıca neoliberal politikaların sistematik bir karşı devrim politikaları olduğu unutulmamalıdır. SSGSS bu programın yalnızca bir boyutudur. Evet önemli bir boyutudur. Ama arkasından bir dizi tarihsel kazanımın gaspı gündeme gelecektir. Başta kıdem ve ihbar tazminatının gaspı, ardından asgari ücretin içinin boşaltılması ya da bölgeselleştirilmesi gibi saldırılar bunlardan birkaçıdır.

İşçi sınıfı, sınıfa karşı sınıf politikaları, mücadele ve örgütlenme taktikleriyle ancak bu konsantre karşı devrimci saldırıları püskürtebilir.

Sermayenin bizi “dar alanda kısa paslaşmalar” yapmaya zorlayacak manevraları, sınıfın mücadele ve eylem gücünü parçalayıcı içeriktedir.

Emek Platformu’nun SSGSS’de yapılan bazı düzeltmelere onay vermesi, hükümetin manevralarına tabi olması ciddi anlamda olumsuz bir hava yarattı. Sınıfın heyecanında ve yaratılan dalgada kırılmalar yaşanabilir. Şimdi yeniden başlama zamanıdır. Yeterince gayret gösterirsek 1 ve 6 Nisan eylemleri yeni bir çıkışın, ayağa kalkışın zeminleri olabilir.

14 Mart bu anlamda başlangıç olmalıdır. Sınıfa yönelik sermayenin Çin çalışma rejimi olarak gündeme sokacağı düzenlemeler, 14 Mart ruhunun canlı tutulması, sınıfın genel ruh haline dönüştürülmesiyle engellenebilir.

Artık gün defans günü değildir. İşçi sınıfının kolektif tepki ve eylemlerinin örgütlenme günüdür. 14 Mart, son derece sert ve acımasız bir saldırının püskürtülebileceğini gösterdi. Sınıfın özgüvenini açığa çıkardı. Şimdi görev eylemlerin ve direnişlerin senkronizasyonunu yaratmak olmalıdır. Sınıfın eylem içinde öğrenmesi ve örgütlenmesi amaçlanmalıdır. 14 Mart neoliberal saldırılara karşı sınıfın birleşik gücünün yaratılmasının zemini olmalıdır. 14 Mart bir kitle hareketinin mayası işlevi görmelidir.

“Taban uyanıyor”, yerel inisiyatifler

SSGSS süreci Türkiye çapında yerel inisiyatiflerin doğmasını beraberinde getirdi. Özellikle sendika şubeler platformu gibi örgütlenmeler, başta Ankara’da olmak üzere İstanbul, Bursa, Adana, Gebze’de yayıldı. Etkinlikleri arttı. Sınıfın tüm katmanlarını harekete geçirmeyi hedefleyen bu ve benzer örgütlenmeler yeni işçi inisiyatif alanları olarak öne çıktı. Sınıfın değişik katmanlarını (güvencesizleri, sendikasız işçileri, işsizleri) içinde barındırdı ya da bu kesimlerin örgütlenmesini hedefledi. Ayrıca birçok demokratik kitle örgütlenmelerinin sosyal yıkım yasasına karşı oluşturdukları yerel inisiyatifler önemli işlev gördü. Değişik yerel inisiyatifler fiilen bürokratik, korparatist yapıları ve işleyişi aşan, kitleleri aktive eden, kitle iradesini yansıtan oluşumlar olarak dikkat çekti. 14 Mart’ta görüldüğü gibi kitlelere ulaşmanın ve kitleleri harekete geçirmenin en önemli araçları oldu. Bir volan kayışı işlevi gördü.

Bu yerel inisiyatiflerin gelişmesi, farklı biçimlerde zenginleşmesi ve kökleşmesi önümüzdeki dönem sınıf hareketine ivme kazandıracaktır.

Türkiye’de 2006 rakamlarına göre 13 milyon (işçi kabul edeceğimiz) ücretli çalışan bulunuyor. Açık ve sayılamayan işsiz sayısı ise 6 milyondur. Kısaca ülkemizde mülksüzlerin (çalışan işçilerin ve işsiz işçilerin) sayısı 19 milyondur. Bu sayının yalnızca % 5’i sendikalıdır. Sınıfın % 95’i ise örgütsüzdür. Aşağı yukarı bu toplam sayının % 65’i ise güvencesizdir. Bu tablo Türkiye işçi sınıfının son derece örgütsüz, şekilsiz, organik birliği dağılmış ve katmanlaşmış olduğunu göstermektedir.

Durum çok net ortadadır. Sınıfın bir bütün olarak yeniden yapılanması acil bir görevdir. Sorunu salt bir sendikal kriz olarak görmek eksik ve yanlış bir yaklaşımdır. Sorun sınıfın tüm katman ve kesimlerinin örgütlenmesi ve organik birliğinin sağlanmasıdır. Bugün sendikal bir krizin yaşandığı doğrudur. Ama bu yalnızca yaşanan problemin sonuçlarından biridir. Yapılması gereken sınıfın her katmanını; işsizleri, güvencesiz işçileri, sokak işçilerini, marjinal kesimleri, beyin işgücünü, sendikalı işçileri, sendikasız işçileri örgütlemek ve sınıfın birleşik gücünü yaratmaktır. Bunu başarabilmek tabanın harekete geçmesiyle olanaklıdır. Sınıf bir bütün olarak harekete geçirecek ve sınıf hareketini yeniden yapılandıracak temel örgütlenme, taban örgütlenmeleridir. Taban örgütlenmeleri sınıfın bir nesneler yığını olmasını engelleyen, onun yıkıcı gücünü açığa çıkaran tarihsel bir pratiktir.

Sendikal hareket bu süreçte yeniden yapılanmasına bağlı olarak en fazla katalizör işlevi görebilir. 14 Mart pratiği, sınıfa yönelik topyekûn saldırıya karşı, topyekûn bir direniş oldu. Sınıfın bir blok halinde harekete geçişini gösterdi. 14 Mart sınıfın tüm katmanlarına yönelmenin önemini ortaya koydu ve bu görevin ihmal edilmez bir görev olduğunu gösterdi.

Telekom grevinin yarattığı dalga 14 Mart’ta daha üst bir boyuta sıçradı. Şimdi görev bu dalgayı 1 Mayıs’la taçlandırmaktır.

Tekel işçilerinin özelleştirmelere karşı direnişi, Yörsan ve TEGA gibi yerel grevler, çeşitli işçi havzalarında örgütlenme pratikleri, 14 Mart gibi muhteşem ayağa kalkışlar 1 Mayıs 2008’le birleşmeli ve bütünleşmelidir. 1 Mayıs 2008, 14 Mart’tan daha ileri bir adım olmalı ve sınıfın gücü dosta düşmana gösterilmelidir. 1 Mayıs 2008’e “1 Mayıs’ta 1 Mayıs alanına!” şiarıyla hazırlanılmalıdır. Bu bir inat, bir kararlılık, ısrar ve bir gelenektir.

Anti-kapitalist bir kitle hareketi yaratmak için ileri

14 Mart anti-kapitalist nitelikte bir kitle hareketinin hangi zeminde, koşullarda ve nasıl olacağını ortaya koydu.

2008 yılı iki antagonist sınıfın mücadelesine ve savaşlarına sahne olacak. Türkiye Cumhuriyeti, “ılımlı İslam’la” BOP projesine, Çin çalışma rejimiyle AB’ye angaje olmuş durumda. 2008’de bu angajmanların sert sonuçlarının yaşanması muhtemeldir. Finans kapitalin küresel düzeyde bir kriz yaşaması ihtimalinin çok yüksek olduğu koşullarda Türkiye’nin bu süreçten şiddetle etkilenmesi beklenmelidir. Ayrıca bu krizin 1929 Dünya Ekonomik Krizi’nden sonraki en büyük kriz olduğu tartışması yapılmaktadır. Yaşanacak kriz yalnızca finansal değil, yapısal nitelikte bir krizdir. Türkiye’nin içine gireceği kriz sarmalı, aynı zamanda sınıf mücadelesini keskinleştirecektir ve yıkıcı sonuçlar yaratacaktır. Kriz, işçi sınıfı için yoksulluk, işsizlik, açlık anlamı taşıyacaktır. İşçi sınıfı bu olası gelişmeye karşı hazırlıklı olmalı, örgütlenmelerini yaygınlaştırmalı ve kökleştirmelidir. Krizin faturasının bizim üzerimizden çıkarılacağı ortadadır. Krizin sermayenin kendi krizi olduğunu göstermek gerekir. Bizim yapacağımız hiçbir fedakarlık yoktur. Görev krizden sınıf mücadelesi için yeni imkanlar çıkarmak, emeğin örgütlülüğünü güçlendirmek olmalıdır. Yolumuz 2001’de Arjantin işçi sınıfının izlediği yol olmalıdır. Yani direniş, ayağa kalkma ve toplumsal mücadeleyi sürükleme…

1 Mayıs 2008 çalışmaları, 2 Mayıs’tan sonra sosyal yıkım yasasına, kıdem ve ihbar tazminatının gaspına, bölgesel asgari ücret uygulamalarına, TEKEL’in ve şekerin özelleştirilmesine karşı bir anti-kapitalist cephenin ya da bir kitle hareketinin yaratılmasına dönüştürülmelidir.

14 Mart bunun gerçekleşmesinin her türlü zemininin bulunduğunu göstermiştir. Bu hareket, sınıfın birleşik gücünün ifadesi olmalıdır.

Bu konuda 1980’li yıllarda İngiltere’de neoliberal politikalara ve Thatcher’e karşı gerçekleşen Anti-Poll tax hareketi örnek oluşturabilir. Thatcher ilk iktidara geldiği dönemde madencilerin grevini kırarak sınıfın örgütsel ve mücadele gücünü parçaladı. İkinci hükümet döneminde sınıfa genel bir saldırı başlattı ve bu saldırıyı ideolojik bombardımanlarla bütünleştirdi. Üçüncü hükümet döneminde ise sınıfı ve emekçi kitleleri köleleştirmeyi amaçladı. Radikal neoliberal politikaları acımasızca hayata geçirdi. O dönemde (1987) çıkardığı Poll tax, kelle vergisiyle ekonomik durumu ne olursa olsun, 18 yaşını doldurmuş herkesten vergi almayı amaçladı. Bu adım toplumu bütünüyle kontrol etmeyi de amaçlıyordu. Verginin çıkarılma kararı dipten gelen bir dalgayı tetikledi. Poll tax’e karşı mücadele önce bireysel düzeyde başladı. Birebir ilişkilerde yürütüldü. Çeşitli ve zengin ajitasyon ve propaganda araçları yaratıldı. Ama asıl olarak ev ev, kişi kişi bir hareket örgütlendi. Anti Poll tax mücadelesi büyük bir kitle hareketine dönüştü ve bu hareket Thatcher’in sonunu getirdi.

Bugün benzer bir çalışmayı Türkiye’nin her yerinde ve her alanında yapabiliriz. Bu çalışma her şeyden önce sabır isteyen, meşakkatli ve uzun soluklu olacaktır. Böylesine bir faaliyette birebir ilişki ve temas esas alınmalıdır. Sermayenin saldırıları özellikle sosyal güvenlik yasası, kıdem ihbar tazminatının gaspı, asgari ücretin fiilen ortadan kaldırılmasının bütün detayları halka anlatılarak, ajitasyon grupları ve ekipleri yaratılmalı, ev ev, sokak sokak, mahalle mahalle hareket örülmelidir. Bıkmadan, usanmadan bu saldırıların yaratacağı sonuçlar kitlelere açıklanmalıdır. Tek tek aktivistlerin faaliyetlerini dıştalamayan bu çalışma, ortak örgütlenmelerle yaygınlaştırılmalıdır. Özellikle birebir görüşmeler ve temaslar öne çıkarılmalıdır. Bunun dışında “10 milyon imza” gibi kampanyalar, aktivist yürüyüşleri, saldırıları teşhir edecek kitle gösterileri farklı ve renkli kampanyalar gerçekleştirilebilir. Ama asıl hedef sınıfın üretim ve hizmetten gelen gücünü açığa çıkartmaktır. Yapılacak çalışmalar buna hizmet etmelidir. Görev her işyerinde, her mahallede, her sokakta işçi sınıfı ve emekçi yığınların kolektif iradesini yansıtacak komiteler oluşturmaktır. Hedef genel grev ve genel direnişin örülmesidir ve uzun soluklu bir mücadeleyi örgütlemektir. Sosyal yıkım yasasına, asgari ücretin, ihbar ve kıdem tazminatının fiilen tasfiyesine, başta TEKEL ve şeker olmak üzere her türlü özelleştirmeye, kentsel dönüşüm adında şehrin rant alanına dönüştürülmesine, konut hakkının gaspına, suyun metalaştırılmasına karşı komiteler oluşturulmalı ve yaygınlaştırılmalıdır.

Bu komiteler mücadele organına dönüştürülerek, geniş yığınları harekete geçirmek hedeflenmelidir.

“Bir şey yapmalı”nın başlangıcı buralarıdır. Sorumluluk duyan her kişi, her aktivist, kurum ya da yapı bir yerden başlamalıdır ve bir oya işler gibi uzun soluklu ve meşakkatli bir mücadeleyi hayatın her alanında örmeye çalışmalıdır. Görev “geleceğe” karşı sorumluluk duyan herkesindir. Sosyal güvenlik, asgari ücret, kıdem ve ihbar tazminatı, toplusözleşme ve grev hakkı ve sendikalar bizlere daha evvelki işçi kuşaklarının ulusal ve uluslararası düzeyde kan, gözyaşı, ölüm, katliam gibi ağır bedeller ödeyerek emanet ettiği kazanımlardır. Bu kazanımlarımızı korumak hatta geliştirmek bizim de gelecek işçi kuşaklarına bırakacağımız değerler olacaktır. Tarih işçi sınıfının yarattığı değerlerle şekillendi. Tarih ve gelecek bizden sorumluluk ve görev bekliyor.