11 Ocak 2008 Sayı: SİKB 2008/02

  Kızıl Bayrak'tan
   Saldırıları püskürtmek için devrimci sınıf mücadelesi!
  Sınır ötesi operasyonun karşılığı ABD emperyalizmine sınırsız hizmet!
ESK ve DİSK’in tutarsızlıkları
Dağlıca tutsaklarının iddianamesi tamamlandı…
Operasyonlara ve saldırılara karşı
birlikte mücadeleyi yükseltelim!
“Vatan mevzu bahisse gerisi teferruattır” ancak...
  Emekçi kadınlar Kurultay’a hazırlanıyor...
  Sınıf hareketinden...
  “Sosyal güvenlikte kara delik”: Yalancının...
Yüksel Akkaya
  Emekçi Kadın Kurultayı’na doğru...
  Düzen medyasına “Türbanlı komünist”ten yanıt:
  Verem değil düzen öldürüyor!
  Türkiye Facebook’ta rakip tanımıyor! .
  ABD’de başkanlık yarışı başladı...
  “Renkli devrim” safsatasının çöküşü
  Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in devrimci anılarını sahiplenmek için Berlin’e!
  Yeni bir yılda düzen şuursuzlaştırmaya
devam ediyor!
  Yeni bir yıla girerken...
M. Can Yüce
 yök Bültenlerden...
  Özgürlük ne yana düşer, YÖK ne yana!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

ABD’de başkanlık yarışı başladı...

ABD’nin saldırganlık ve savaş politikalarını uygulayacak yeni bir şef tayin edilecek!

Savaş suçlusu George Bush’un yerine geçecek kişinin seçilmesine bir yıla yakın bir süre olduğu halde, ABD başkanlık seçimleri gündemi işgal etmeye başladı. Yüzmilyonlarca doların havada uçuştuğu (4 Kasım 2008’de yapılacak seçimlerde rakamın bir milyar doları aşması bekleniyor) “gösteriler silsilesi” şeklinde gerçekleşen ABD başkanlık seçimlerinin ilk provaları, başkan adaylarının ön seçimiyle başlatıldı.

Hem ABD’den yansıyan genel tablodan hem çeşitli organizasyonların yaptırdığı anketlerden çıkan sonuçlar, Bush’un Cumhuriyetçi Parti’si seçimi kaybetme ihtimalinin yüksek olduğunu gösteriyor. Demek oluyor ki, ABD tekellerinin siyasi arenadaki temsilcileri bu yılın sonuna doğru değişecek. Diğer bir ifadeyle, Ortadoğu halklarını köleleştirmeyi de hedefleyen saldırganlık ve savaş seferini yönetme işi, büyük bir olasılıkla yıpranan Cumhuriyetçi Parti’den alınıp Demokrat Parti’ye havale edilecek.

Bu şartlarda başkanlığa seçilecek kişinin kadın veya erkek, siyahi ya da beyaz, Demokrat ya da Cumhuriyetçi partiden olmasının emperyalist Amerikan rejiminin temel politikaları açısından fazla bir önemi yok. Zira tekelci kapitalizmin simgesi ABD’de şirket yöneticileriyle devlet yöneticileri içiçedir. Arada net bir sınır olmadığı için şirket yöneticiliğinden devlet yöneticiliğine geçiş de devlet yöneticiliğinden şirket yöneticiliğine geçiş de “olağandır.”

Diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi ABD’de de başkanların yenilenmesi, işçi sınıfıyla emekçilerin olduğu kadar bu ülkede sayısı on milyonları bulan göçmenlerin de yaşamında kayda değer bir değişikliğe yol açmaz. ABD emperyalizminin hedefindeki ezilen halklar açısından da aynı şeyi söylemek mümkündür. Çünkü Beyaz Saray’daki başkanlık koltuğuna oturan kişi, öncelikle Amerikan tekellerinin genel çıkarlarını korumakla mükelleftir. Bu tekellerin genel çıkarları, dünya jandarması olan ABD’nin dış politikasında simgeleşir. Demokrat Parti’li Clinton’ın da Cumhuriyet Parti’li Bush’un da halkları köleleştirme politikasının baş aktörleri olması bunu anlatır. Tabii her başkan kendisini o koltuğa taşıyan tekellerin çıkarını ayrıca gözetir. Ancak bu kadarının ABD dış politikasına fazla bir etkisi yoktur.

Değişim isteği neyi anlatıyor?

ABD başkanlık koltuğuna oturacak kişiyi belirleyecek ön seçimlerin ilk ayağı Iowa eyaletinde yapıldı. “Yarış”ı Cumhuriyetçi Parti’den eski Arkansas Valisi Mike Huckabee, Demokrat Parti’den İllinois Senatörü Barack Obama önde bitirdi. “Popüler” isimlerin yeraldığı yarışı adı çok duyulmayan kişilerin önde bitirmesi “sürpriz” olarak değerlendirildi. Yerleşik kanıya göre, “medya silahı”nı daha etkili kullanabilen, ABD yönetici çevrelerinde yakından tanınan isimlerin kazanması gerekirken tersi oldu.

Söylendiğine göre sürprizin nedeni, yarışı önde bitiren her iki figüranın da “değişim” vaadetmesidir. Eski vali, haydutbaşı Bush’tan da gerici ve saldırgan politikalar izleyeceği vaadinde bulunarak nasıl bir “değişim” istediğini ortaya koyarken, senatör pek çok alanda “değişim” vaadederek “farklı bir imaj” çiziyor. 

Senatör Barack Obama siyahi olduğu halde siyah nüfus ve Latin Amerikalı göçmen sayısı bakımından çoğu eyaletin gerisinde olan Iowa’da 37.6 oy aldı. Hillary Clinton ise, eşi Bill Clinton’ın aktif desteğine rağmen ancak yüzde 29 oranında oy alabildi. Bu sonuç, Barack Obama’nın “değişim” vaatlerine bağlanıyor.

Eski New York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani gibi rakiplerini geride bırakan Cumhuriyetçi aday eski vali Mike Huckabee, aynı zamanda koyu dinci-gerici (Evanjelist) bir eski rahip. Bu koyu gericinin vaatleri de “değişim” sayılıyor. Yüzde 34 oranında oy alması daha da gerici vaadlerine bağlanıyor.

Bu tablonun ABD toplumunun genelini yansıtıp yansıtmadığı önümüzdeki aylarda belli olacak. Buna rağmen Iowa eyaletindeki seçim sonuçları, ABD toplumunda “değişim” isteyen iki farklı eğilim olduğunu göstermiştir. Hâlihazırda verilen oylarla kendini ifade eden bu eğilimlerden biri, dış politikada emperyalist saldırganlık ve savaş politikasının daha koyulaştırılmasını, iç politikada dinci-gerici bir polis devleti talebini dile getiriyor. Diğer eğilim ise, dış politikada dünya jandarmalığının mümkünse savaşsız sürdürülmesi, iç politikada ise büyük tekellerin yanısıra orta sınıf ve ücretlilerin durumunu gözeten bir uygulama istiyor. 

Evanjelik rahibin koyu gerici çizgisi bir yana… Barack Obama’yı öne çıkartan değişim isteği, bu sınırlarda kaldığı sürece ABD’nin verili koşullarında herhangi bir yaptırım gücünden yoksun kalacaktır. Zira kökleşmiş bir emperyalist rejimi en ufak bir değişime zorlamak bile, ancak eylemli toplumsal basınçla mümkündür. 

Belirleyici olan ABD tekellerinin çıkarlarıdır!

Barack Obama’nın “değişim” vaatlerine destek veren Amerikalılar’ın beklentileri ne olursa olsun, Beyaz Saray’da başkanlık koltuğuna oturacak kişinin uygulayacağı program verili koşullarda değişmeyecektir. Adı farklı olan iki parti olsa da, Amerikan sistemi gerçekte “tek partili”dir. Adı farklı olan, temsil ettikleri tekeller farklı olan bu iki partinin temel politikalarda ayrı düştükleri görülmemiştir. Kimi ayrıntılarda bir takım farklar, kazanan partinin seçim kampanyasını finanse eden şirketlere tanınan ayrıcalıklarda da elbette farklılıklar vardır. Ama bu farkların ABD’li emekçilerin yaşamına bir yansıması olamadığı gibi, ezilen halkların tepesine yağan bombaları da azaltacak cinsten de değildir. 

Nitekim ABD başkan adaylarının dış politikadaki öncelikleriyle “ulusal güvenlik” konusundaki tutumlarına bakıldığında, aralarında kayda değer bir farkın olmadığı görülür. Örneğin “ilk siyahi başkan” olmayı amaçlayan Barack Obama dâhil olmak üzere başkan adaylığı için yarışan figüranların hiçbiri, Irak işgalinde katledilen 1 milyon 200 bin insanın adını bile anmıyor. İşgale karşı çıkan tek aday adayı Obama da, ne ABD ordusunun insanlığa karşı işlediği ağır suçların sözünü ediyor, ne ülkesi yakılıp yıkılan, doğal ve tarihi zenginliği yağmalanan Irak halklarından özür dileme zahmetine katlanıyor. İşgalci ordunun kademeli olarak çekilmesini söylüyor ama harabeye çevrilen ülkenin yeniden imarına dair tek kelime etmiyor. Belirtmek gerekir ki, Obama Irak halklarının rahat bırakılmasından söz etmiyor. O, Irak halklarını köleleştirme planına karşı değil. Ancak 150 bin işgalci askerle bu işin başarılamayacağını, bundan dolayı daha farklı yöntemlere başvurulması gerektiğini savunuyor. 

Siyahi senatörün “ulusal güvenlik”  konusunda da diğerlerinden pek bir farkı görünmüyor. Örneğin 2001 yılında, 11 Eylül sonrasında hükümete “terör şüphelileri”nin soruşturulması konusunda geniş yetkiler veren “terörle mücadele yasasını” eleştirmiş, ancak 2006’da sözkonusu yasanın süresinin uzatılması lehinde oy kullanmıştır. Zaten öyle olmasaydı, ABD tekelleri adına başkanlık yapacakların listesine bile girmezdi.

Harcamaları bir milyar doları aşması beklenen gösteriler önümüzdeki aylarda sadece ABD’nin değil, dünyanın gündeminde de yer almaya devam edecek. Bu arada emperyalist Amerikan rejiminin rutin işleri devam edecek, yani insanlığa karşı işlediği ağır suçlara yenileri eklenecek, Bush ve havarilerinin suç dosyaları daha da kabaracak.

ABD’de gerçek değişim, ancak bu ülke işçi sınıfı, emekçileri ve ezilen göçmenleri mücadele alanlarına indiği zaman başlayacaktır. Ezilen halkların ise, ABD’deki değişime değil, birleşik anti-emperyalist direnişe bel bağlaması gerektiği aşikârdır. Bu direniş aynı zamanda ABD’deki değişim sürecini de tetikleyecektir.  

 

Bush Ortadoğu’da...

Uğursuz ziyaret İran’a tehditler eşliğinde başladı!

Beyaz Saray’da huzura çıkan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le görüştükten sonra Ortadoğu turuna çıkan haydutlar şefi Bush, 8–16 Ocak tarihleri arasında varlığıyla bölgeyi kirletecek. Uzun gezisi boyunca İsrail, işgal altındaki Filistin, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır ziyaretlerini gerçekleştirecek olan Bush, 16 Ocak’ta Washington’a dönecek.

Gezi öncesinde Washington’dan yapılan açıklamaya göre Bush’un iki temel gündemi var: İlki, İsrail-Filistin barış görüşmelerine yeni bir ivme kazandırmak. İkincisi ise, Amerikancı Arap rejimlerini “İran karşıtı” bir oluşuma katılmaları için ikna etmek.

Filistin’le ilgili iddianın ciddiye alınması için bir neden bulunmuyor. Çünkü Filistin’de iğreti bir çözümün önündeki temel engel, bizzat ABD himayesi altındaki ırkçı-siyonist İsrail rejimidir. Bush’la etrafındaki havariler Filistin halkının teslim olmasını isterler ancak bu direnişçi halkın temel taleplerine destek sunmaları sözkonusu bile olamaz. Böyle bir tutum, ırkçı-siyonistlerin çıkarını bir kenara koymak olur ki, bu çetenin böyle bir tercih yapmayacağı bilinmektedir.

Bush yönetiminin Amerikancı Arap rejimlerini İran’a karşı kullanmak istediği doğrudur. Ortadoğu’yu cehenneme çevirebilecek miktarda nükleer silah İsrail’de depolanmışken, (üstelik siyonist rejim şeflerinin gerekirse bu silahları gözünü kırpmadan kullanabilecek kadar pervasız oldukları bilindiği halde) İran’ın bölge için “tehdit” oluşturduğu savını ortaya atarak, gerici rejimleri maşalığa razı etmeye çalışıyor.

Amerikan istihbarat örgütlerinin, İran’ın 2003’te nükleer çalışmalarını durdurduğuna dair raporuna rağmen nakaratını tekrarlayan Bush, İsrail’de yayınlanan Yediot Ahronot gazetesine verdiği demeçte, İran’ın halen bir tehdit olduğunu ve ABD Ulusal İstihbarat Tahmin Raporu’nun bu tehdidi azaltmadığını iddia etti. Bu nedenle, Ortadoğu gezisinde önceliğinin ziyaret ettiği ülkeleri, İran’ın tehdit oluşturduğu konusunda ikna etmek olduğunu açıkladı.

Ziyaretin hemen öncesinde Basra Körfezi’ndeki gelişmelerle ilgili Pentagon’dan yapılan açıklama, Bush’a gerekçe sunacak cinstendi. Önce ABD savaş makinesinin, Basra Körfezi’nde bazı İran teknelerinin üç Amerikan gemisine tacizde bulunduğunu öne süren açıklama yapıldı. Ardından sahneye çıkan Pentagon yetkilileri, uluslararası sularda seyreden üç gemiye toplam beş İran teknesinin yaklaştığını ve tehditkâr telsiz mesajları gönderdiklerini öne sürdüler. Telsiz mesajlarından birinin “geliyoruz, havaya uçacaksınız” şeklinde olduğu iddia edildi.

Pentagon’u ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice açıklaması izledi. İran’ın hafta sonu Basra Körfezi’ndeki üç Amerikan savaş gemisine karşı tutumunun “kışkırtıcı ve tehlikeli” olduğunu öne süren Rice, “ülkesinin bölgedeki önemli çıkarlarını ve müttefiklerini koruyacağını, İran’ın da bunu unutmaması gerektiğini” söyleyerek tehdit etti.

Washington kaynaklı bu iddialara İran’ın verdiği karşılık ise kısa oldu: “Orta büyütülecek bir durum yok!”

Nitekim Basra Körfezi’nde dolaşan ABD-İngiliz ordularına bağlı savaş gemilerinin, bölgede hücumbotlarla devriye gezen İran Devrim Muhafızları’yla Hürmüz Boğazı’nda karşılaştığı biliniyor. İranlı yetkililer, tarafların telsiz bağlantısı kurmasıyla sorunun çözüldüğünü ifade ettiler.

Anlaşılıyor ki, Hürmüz Boğazı’ndaki karşılaşmayı “İran tehdidi” şeklinde lanse eden Bush yönetimi, “İran bölge ülkeleri için tehdittir!” tezini güçlendirmek için malzeme arıyor. Sözkonusu olayın “işe yarar malzeme” olduğu söylenemez, ama yine de Bush’un bölge ziyareti öncesinde ortamı germek için yapılan bu girişim, ziyaretin uğursuzluğu hakkında fikir vermektedir.

Amerikancı rejimler, savaş çetesi şefi Bush’u karşılamak için hazır beklerken, bölge halklarının hazırlık yaptığına dair veriye rastlanmadı. Oysa gönül isterdi ki, bölge halkları cellât Bush’u, insanlığa karşı ağrı suç işleyen bir “savaş suçlusu” gibi karşılasın.


Abbas Yönetimi silahlı direnişi tasfiye etmeye çalışıyor!

Irkçı İsrail rejimini himaye eden ABD emperyalizminin Ortadoğu halkları nezdindeki itibarı yıllardır yerlerde sürünüyor. Beyaz Saray’daki şefler, hem bu iğrenç imajlarını düzeltmenin hem gayr-İ meşru konumdaki İsrail devletini rahatlatmanın yolunun Filistin sorununu çözmekten geçtiğini varsayıyorlar. Buradan hareketle ABD rejimi, 20 yıla yakın süredir Filistin halkına “çözüm” vaadediyor.

20 yıla yayılan bu sürecin son halkası Annapolis seremonisi oldu. Ölü doğan Annapolis planı da dahil olmak üzere sunulan tüm “barış planları” ve çizilen “yol haritaları” beklendiği üzere hep kağıt üzerinde kaldı. Zira İsrail’in vahşi işgali, katliamları, işkenceleri, ırkçı duvar inşaatı, Yahudi yerleşimleri adı altında toprak hırsızlıkları hep sürdü. Buna karşın Filistin Yönetimi’ne “örgütleri silahsızlandırma görevini yerine getirmiyorsun” diye sürekli baskı uygulandı. Organize terör devleti İsrail’in yaptığı bu baskıya, Filistin halkına “barış” vaadeden ABD emperyalizmi de her zaman tam destek verdi.

“Barış” vaatlerinin çirkin bir aldatmaca olduğunu fark etmekte gecikmeyen Filistin halkı, onurlu direnişini sürdürdü ve sürdürüyor. Son derece vahim gelişmelere rağmen Mahmut Abbas ve ekibinin emperyalist haydutlardan hala medet umması ise, teslimiyetçi çizginin içine düştüğü aczin ibret verici bir tablosunu sunuyor.

Annapolis rezaletinden sonra da İsrail savaş makinesi Gazze Şeridi’ni bombalamayı sürdürdü. Binlerce Yahudi yerleşimi inşaatı için yeni projeler hazırlayan ırkçı-siyonistler, Doğu Kudüs’ün geri kalan kısımlarını ilhak etme planını da uyguluyorlar. Siyonistlerin iğrenç niyetleri, Kudüs’ü Filistinlilerden tamamen arındırmaktır. Öte yandan siyonist şefler, İsrail’i “Yahudi devleti” ilan etmek, ülke nüfusunun dörtte birini oluşturan Filistinlileri sürgün etmek için zemin hazırlığına daha da ağırlık vermeye başladılar.

Hal böyleyken, İsrail başbakanı Ehud Olmert’le görüşmeye devam eden Mahmut Abbas havanda su dövüyor. ABD-İsrail ikilisi karşısında son derecede uysal olan Abbas liderliğindeki teslimiyetçi ekip, Filistin halkı ve direnişine karşı ise oldukça aktif. Öyle ki, iradesini ABD’ye teslim eden bu ekip, İsrail’e karşı silahlı direnişi sürdüren örgütleri lağvetmeye karar verdiğini açıklayarak kapattı 2007 yılını. Konuyla ilgili açıklamayı yapan Filistin İçişleri Bakanı Abdülrezzak El Yahya, karara karşı çıkacak örgütleri de tehdit etti. Kanun ve düzeni sağlayacaklarını iddia ederek, El Fetih’e bağlı El Aksa Şehitleri Tugayı’nın lağvedileceğini söyledi.

Homojen bir yapıdan yoksun olan El Aksa Şehitleri Tugayı’na bağlı bir kesim adına yapılan açıklamada ise, Filistinli Bakan El Yahya’nın işbirlikçi olduğu vurgulandı.

“Kanun ve düzeni sağlamak” için olmasa da, ABD-İsrail ikilisini memnun etmek için alındığı anlaşılan bu kararın uygulanma şansı bulunmamaktadır. Zira El Aksa Şehitleri Tugayı’nın bir kesimi, Hamas, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin’in Kurtuluşu İçin Demokratik Cephe, İslami Cihad gibi örgütlerin silah bırakması olası görünmüyor.

Açıktır ki, vahşi işgalin devam ettiği koşullarda her türlü direniş meşru bir haktır. Hiçbir zorbanın gücü bu hakkı direnen bir halkın elinden almaya yetmeyecektir.