2 Kasım 2007 Sayı: 2007/42(42)

  Kızıl Bayrak'tan
   Egemenler sınır ötesi operasyon için Washington’dan icazet istiyor…
  Şovenistlerin sahte anti-emperyalizmi!
Savaş naraları eşliğinde “Cumhuriyet Bayramı”!
Faşist saldırılara ve tırmandırılan şovenizme karşı tepkiler...
Ekim Devrimi’nin 90. yılında sosyalizm en
güncel ve acil ihtiyaç olmaya devam ediyor!
Kürtleri kırma ve katliam provaları... - M. Can Yüce
  Telekom işçileriyle dayanışma eylemlerinden...
  Telekom greviyle dayanışmayı
yükseltelim!
  Şovenizm cereyanının gölgesinde BMİS Genel Kurulları...
  “Yeni” feodalite, “yeni” toplum, “yeni” hayat -
Yüksel Akkaya
  Cemaatçi/ “Hayırsever” kapitalizm kökleşiyor - Volkan Yaraşır
  Şovenizmin yalanlarına ortak olma!
  Şoven saldırganlık ve gençlik mücadelesi…
  Özgürlük ve eşitlik için,
emekçi kadınlar “bir adım ileri!”
  Dünyadan...
  Fado, Fiesta... Vatan, Millet, Sakarya!..
  Gelecek, özgürlük ve halkların kardeşliği için…
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Cemaatçi/“Hayırsever” kapitalizm kökleşiyor:

Yoksulların kollektif yanılsamasından Çin çalışma rejimine

Volkan Yaraşır 

AKP, 22 Temmuz seçimleri sonucu % 46,7 oranında oy alarak, tek başına iktidara geldi. AKP iktidarı, Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcını işaret ediyor.

2007 yılında sert bir şekilde dışa vuran egemen klikler arası gerilimler yeni konjonktürün etkisiyle, kontrollü gerilim aşamasına geçti. 27 Nisan e-muhtırası ve Tandoğan, Çağlayan ve Konak’ta bayrak mitingleriyle asker-sivil bürokrasi atağa kalkmış, önemli bir inisiyatif elde etmişti.

Seçimler egemen klikler arasında yaşanan gerilimin en üst noktasını simgeledi. AKP, seçim başarısıyla önemli bir atak yaptı ve etkili bir inisiyatif alanı oluşturdu. Ne var ki bu durum gerilimin bittiği anlamına gelmiyor. Şimdi klikler arası gerilim düşük yoğunluklu bir şekilde sürüyor.

“Dolmabahçe mutabakatı” sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir adım olarak gelişmişti. Asker-sivil bürokrasi sermayenin istikrar talebi karşısında ve patronaj ilişkilerini koruma güvencesi alarak geri çekildi. Taktik olarak kontrollü stres politikası izlemeye başladı (1). AKP aldığı oyla ve Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanlığı makamına getirmesiyle siyasi konumunu güçlendirdi.

Fakat 2007 yılında yaşanan iç gerilimler ve Dolmabahçe mutabakatı çerçevesinde atılan adımlar, AKP’nin bir dönüşüm içine girmesine neden oldu. Bu dönüşüm 28 Şubat sonrasında yaşandığı gibi siyasal İslam bünyesindeki radikal bir dönüşümü ifade etmese de önemli bir aşamayı simgeliyor.

II. AKP hükümeti bir anlamda; II. ya da yeni AKP, dönemi olacak. Partinin kadro yapısındaki önemli değişiklikler bunun göstergesi oldu. Merkezde “Milli Görüş”ten gelen kadrolar etkisizleştirildi. Partiye devşirilen yeni kimliklerle AKP’nin küresel sermayenin istemlerine adaptasyonu güçlendirildi. Daha şimdiden küresel sermayenin önündeki tüm engelleri kaldırmaya yönelik çalışmalar yoğunlaştırıldı. AKP bir merkez partisi görünümüyle hareket etmeye başladı ve kazandığı geniş meşruiyetle küresel sermayeyle derin ve sıkı ilişkilerin zeminleri örüldü.

AKP’nin yaşadığı dönüşüm küresel sermayenin ve tekelci burjuvazinin rasyonellerine göre şekillendi. Ayrıca başından itibaren AKP’nin ekonomik destekçisi olan Anadolu kökenli sermaye gruplarının küresel sermayeyle girdiği entegrasyon boyutu bu dönüşümü zorunlu kıldı.

AKP’nin yönetici elitinin küresel sermayeyle bütünleşme programını benimsemesi ve bu yönde yapılması gerekenleri tereddütsüz yerine getirme isteği, AKP’ye oy veren geniş yığınlarca nasıl karşılanacağı bugün açısından “muğlak” görünüyor.

Cemaatçi neo-liberalizm

28 Şubat post-modern darbesi, AKP’nin önünü açmıştı. AKP’nin doğuşu Milli Görüş’ten bir kopuşu ifade ediyordu. 2001 krizinin yarattığı yıkım, kitleleri yeni arayışlara itmişti. Merkez sağ çökmüş, sosyal demokrasi ise çürümüştü. AKP bu koşullarda geniş kitlelerin desteğiyle iktidara geldi. AKP’ye oy verenler yoksullar, işsizler, işçiler, Anadolu sermayesi, küçük esnaf ve kadınlardı. Bu destek büyük sermayenin de AKP’ye yönelmesine yol açtı. AKP, emperyalizmin bölge projelerine uygun bir gelişme olarak da öne çıktı.

AKP, iktidara gelmesiyle son derece konsantre neo-liberal politikalar uyguladı. Sistematik özelleştirmelerle sınıfın örgütsel gücünü parçaladı. Sosyal yıkım politikalarıyla emekçi yığınları yalnızlaştırdı ve geleceksizleştirdi. Küresel kapitalizmin çıkarlarına hizmet etti. Siyasal İslam bu politikaların hayata geçirilmesinde ideolojik bir perde işlevi gördü. I. AKP dönemi böyle tamamlandı.

22 Temmuz seçimleri neo-liberal politikalarla hesaplaşmaktan öte yoksulların kolektif halüsinasyonunun göstergesi oldu. 

II. dönem AKP iktidarı, neo-liberalizmin bir boyutu olan ve ona meşruiyet kazandıran, cemaatçi neo-liberalizmin militan uygulayıcısı olacak. AKP’nin I. dönemi bir altyapı çalışmasıydı, şimdi cemaatçi neo-liberalizm sistemleştirilecek ve derinleştirilecek.

AKP yürüttüğü politikalarla toplumun yoksullarını bencilleştirdi ve dilencileştirdi. İktisadi politikalarıyla kitleleri yozlaştırdı ve çürüttü. Ahlaki normlarıyla insanları kalıplara sokup, tek tipleştirmeye çalıştı.

AKP sistematik olarak izlediği neo-liberal politikalarla devlet/ toplum/ birey ilişkilerini altüst etti. Uyguladığı “sosyal” politikalarla kamusal yükümlülükleri parçaladı. Neo-liberal politikaların acımasızlığı altında ezilen yoksulları, işsizleri, işçileri ya da piyasa mağdurlarını çıplak bir çaresizlik içinde bıraktı. Siyasal ontolojisine bağlı olarak tam bu noktada kapitalist ilişkilerin çözdüğü cemaat ilişkilerini devreye soktu. Geniş yığınlar sosyal yıkım politikaları karşısında -alternatif örgütlenme çabalarının gerçekleştirilememesine bağlı olarak- yaşadığı çaresizlikten dolayı cemaatler üzerinden örgütlenme refleksi gösterdi. Kitleler yoksullaştıkça ve gelecekleri ellerinden alındıkça, kendilerine yardım edecek herkese tutunma ihtiyacı duydu. Artık siyasal İslam temelli örgütlenmeler görev başındaydı. Bu süreç bir yanıyla da bilinçli olarak devlet tarafından rıza ve onay mekanizmalarının hayata geçirilmesi olarak işledi ya da rıza ve onay imal eden organizasyonlara girişildi. Hak ve kamusal yükümlülük anlayışı terk edilip, yoksulluğun kanıksanması yönünde adımlar atıldı. Ama aynı yoksulların öfkesini ve arayışlarını massedecek, onları bir nebze de olsa rahatlatacak, nefes almalarını sağlayacak organizasyonların hayata geçirilmesi ihmal edilmedi. Belediyelerin ve sosyal vakıfların yardım ve “hayırseverlikleri” sosyal politika gibi sunuldu.

AKP sosyal yıkım politikalarıyla halkı sistematik olarak yoksullaştırırken, “hayırseverlik” operasyonlarıyla onları kendine tabi kılmayı becerdi. Sosyal devletin sosyal yönü özelleştirilip, sosyal haklar metalaştırılırken, yerine “hayırseverlik” ilişkileri ikame edildi. Artık karşımızda yalnızlaştırılmış, değersizleştirilmiş, kendini hiç hisseden insanlar vardı ve bu insanlar en temel yaşamsal ihtiyaçlarından mahrum bırakılmışlardı. Böylesine altüst oluşu yaratanların, dinsel motivasyonlarla “Hızır” gibi yetişmeleri de bu aşamada gündeme geldi.

Yaşamsal muhtaçlık hali, tutunabilecek bir dal bulma ihtiyacını zorunlu kıldı. AKP yakıcı şekilde hissedilen, muhtaç olunan konulara sahici “çözümler” getirerek müdahale etti. Bir boyutta yoksulların ihtiyaçlarına cevap üretti ve bu yön yoksulların kolektif yanılsamasının zeminlerini ördü.

Zaten “yurttaş” ve kamusal hak sahibi olma özelliğini yitirmiş insanlar, neo-liberal politikaların doğal sonucu olarak, bir yandan hiçleştirilirken, diğer yandan yaşamın her alanında (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik sistemi içinde) müşteri konumuna getirilmişti. Bu son 25 yıldır izlenen iktisadi politikaların doğal bir sonucuydu. 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesiyle faşist diktatörlüğün ekonomi politiği hayata geçirilmeye başlanmıştı. Çıplak zoru, ideolojik ve ekonomik zor takip etmişti. Buradan başlayan ve bugüne kadar gelen neo-liberal politikalar iki dalga halinde kendini dışa vurdu.

I. neo-liberal dalga 1990’ların ortalarına kadar acımasızca sürdürüldü ve bu süreç bir altyapı oluşturma dönemi olarak işledi. Bu tarihten günümüze kadar II. neo-liberal dalga hayata geçirildi. 2000’ler sonrası süreç ya da AKP hükümeti dönemi, neo-liberal politikaların oturduğu ve derinleştiği dönem oldu. Bu sürecin bütünü zaten devlet/ toplum/ birey ilişkilerini paramparça etti ve yeniden biçimlendirdi.

Kapitalizmin yeniden yapılanmasına ve yeni sermaye birikim rejiminin sonuçlarına bağlı olarak hayatın her alanının metalaştırılması yönünde adımlar atıldı. Toplumsal, insani ihtiyaçların tümü metalaştırıldı. Dünkü “yurttaşın”, kendini müşteri gibi hissetmesi sağlandı. Aynı müşteri ya da muhtaç kişi kamusal yükümlülükler yerine “hayırseverlik” yaklaşımlarına uyumlulaştırıldı. Kömür dağıtılması, ihtiyaç filesi verilmesi, parasal yardım yapılması “muhtaç kişinin” minnettarlığını beraberine getirdi ve kitleler “hayırseverlik” yaklaşımlarını bir sosyal politika gibi algılamaya başladı.

Neo-liberalizmin sosyal yıkım politikaları, sermayenin yeni birikim alanlarıydı. Bu sürecin sarsıcı etkileriyle kitlelerin ayağa kalkmasını engellemek, rıza göstermesini sağlamak ve uyumlulaştırmak için ve bütün bu yaşananlar karşısında öfkenin devlete dönmesini engellemek ve devletin meşruluğunu kaybetmemesi için “hayırsever” kapitalizmin ya da cemaatçi neo-liberalizmin devreye sokulması gerekiyordu. AKP bu anlamıyla cemaatçi neo-liberalizmin kurucu öğesi olarak misyon yüklendi.

AKP’nin ülke çapında belediyeleri elinde bulundurması böylesi bir atağa imkanlar sağladı. Ağırlıkla informal biçimde örgütlenen ilişkiler ağıyla “hayırseverlik” bir parti politikasına dönüştürüldü. Belediyeleri, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu’nun (FakFukFon) çalışmaları izledi. Ayrıca özel sektör, bir dizi gönüllü kuruluş ve son derece yaygın bir örgütlenme ağı olan vakıflar ve dernekler devreye girdi.

Özellikle belediyeler, birimler oluşturarak “muhtaçlara” yardımın organizeli yürütülmesini sağladı. AKP’nin elinde olan Büyükşehir belediyelerinin tümünde benzer örgütlenmelere gidildi. Bu yardımların kaynakları belediye bütçeleri tarafından karşılanmadı. Belediyelerle iş yapan şirketlerden alınan bağış ve yardımların bir havuzda toplanmasıyla kaynaklar yaratıldı. İstanbul’da Bağcılar Belediyesi’nin sadece 2006 yılında 20 bin aileye yakacak, gıda, barınma ve sağlık yardımında bulunması, Gaziosmanpaşa Belediyesi’nin de 50 bin aileye benzer yardımları yapması Belediyelerin hangi düzeyde “hayırseverlik” esaslı politikaların içinde olduğunu göstermektedir.

AKP’nin bu yöndeki ciddi organizasyonlarından biri de Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu oldu. İl ve ilçelerde mülki amirlerin yönetimlerinde yer aldığı vakıflar aracılığıyla oluşturulan bu fon, cemaatçi neo-liberalizmin en büyük organizasyonlarından biri gibi çalıştı. Bu fon aracılığıyla 2 milyon kişiye yakacak, eğitim, sosyal yardım ve bayram yardımları yapıldı. 2006 yıllında fonun yaptığı yardım 585 milyon YTL gibi ciddi bir rakama yükseldi.

Ayrıca özel sektör ve Deniz Feneri gibi gönüllü kuruluşlar da azımsanamayacak ölçüde yardımlarda bulundu ve cemaatçi liberalizmin yaygınlaşmasında önemli katkıları oldu.

Türkiye’de siyasal İslam cemaatler üzerinde şekillendi ve cemaatler siyasal İslam’ın yapıtaşı işlevini gördü. Cemaatlerin kurduğu vakıf örgütlenmeleri, bir yandan cemaat üyeleri arasında sosyal dayanışma ilişkileri ördü, öte yandan nüfuzunu yaydı. Buralardan beslenen cemaatçi neo-liberalizm, kolayca hayırseverlik ve himmet esasına dayalı bir sistem oluşturabildi.

Yoksulluğun yaygınlaşması, eşitsizliğin derinleşmesi, umudun ortadan kalkması ve gelecek korkusunun bir virüs gibi yayılması bu sistemi daha da güçlendirdi. Kolektif haklar sahibi olan toplum dönüşerek, hızla sadaka toplumu haline gelmeye başladı. AKP, bilfiil kendinin gerçekleştirdiği sosyal tahribat ve yıkımdan paradoksi olarak beslenerek 22 Temmuz’da çok yüksek bir oy oranıyla tek başına iktidara yeniden geldi. Yoksulların kolektif yanılsaması, AKP’yi iktidara taşıdı.

Ölümcül tehlike: Türkiye Ortadoğu’da gurkalığa sıvanıyor

Yeni AKP, bir dizi uluslararası ve ulusal düzeyde siyasi, ekonomik vektörün iç içe geçtiği bir konjonktürde iktidara geldi. Hatta bu entegral, AKP’yi iktidara taşıdı. AKP, ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya yönelik egemenliğini yayma ve pekiştirme projelerini ve yeni saldırı planlarına uyumlu olacağını gösterdi. Bugün Irak’ta batağa saplanmış ABD’nin bölgede kendinin taşeronu gibi hareket edecek “etkili” bir güce ihtiyacı var. ABD ordusunun Irak’tan kademeli olarak (Türkiye topraklarını kullanarak) çekilmesi gündemde. Irak’ta ABD ordusunun bıraktığı boşluğun Türkiye tarafından doldurulması tartışılıyor. Büyük sermayenin bu süreçten önemli beklentileri var ve bölgesel kazançtan iştahı kabarmış durumda. Daha şimdiden “bölgesel” açılımların önemi üzerinde duruluyor. ABD yönetimi, AKP’nin başarısı için destek verdiklerini söyledi ve AKP’den yeni dönemde ciddi beklentilerinin olduğu açıkladı. Bunlardan biri Türkiye’nin bir gurka gücü olarak Irak’ta rol almasıdır, diğeri ise İran’a yönelik olası emperyalist saldırıda aktif devreye girmesidir. Fransa ve Almanya, bu askeri operasyona yakın zamana kadar mesafeliydi ama bugün ABD’yle aynı çizgiye geldi, hatta Fransa açıkça İran’ı tehdit etmeye başladı. Gelişmeler, İran’a yönelik emperyalist müdahale ihtimalini güçlendiriyor.

İsrail’in Suriye’ye yönelik yaptığı saldırıda Türkiye topraklarını kullanması, Türkiye’nin hızla Ortadoğu cehenneminin içine çekildiğinin göstergelerinden biri oldu. Büyük medyada son günlerde özellikle İran’a yönelik dezenformasyon faaliyetleri yoğunlaştı. 2008 yılı bu anlamda kritik bir yıl olacağa benziyor. Son günlerde ABD’yle olan diplomasi trafiğinin artması bu sürecin hazırlanması ve son pazarlıklar olarak değerlendirilebilir.

Bu gelişmeleri bütünü, egemen klikler arası ilişkilerde yeni dengelerin ve yeni gerilimlerin oluşacağının habercisidir. Yeni konjonktürde, hele Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik askeri müdahalenin ya da işgal politikalarının bir parçası olması durumunda ordu ile AKP arasında yaşanan gerilimlerin dondurulacağı ya da yeni dengeler üzerinden ilişkilerin kurulacağı, yürütüleceği ortadadır. Çünkü sermayenin kendini büyütmeye yönelik hamleleri, yeni rasyonelleri ve ihtiyaçları bunu gerekli kılmaktadır. OYAK’ın zorun sermayesi ve tekelci burjuvazinin organik parçalarından biri olduğu düşünülürse, sermayenin rasyonelleri bunu dayatmaktadır (2).

Dış politikada agresyonun iç politikadaki yansıması şiddetli gericilik ve militarizasyonun süreci olacaktır.

AKP hükümetinin iç gericiliğin mimarı olarak çalışacağı ve küresel sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda pervasızca hareket edeceği ortadadır.

Siyasal iktidar, işte bu noktada gelişebilecek her türlü muhalefete karşı tahammülsüz olacaktır. Türkiye kapitalizminin içine girdiği transformasyon süreci, bir yanıyla da militarize olmuş kapitalizm sürecidir. Zaten kapitalist gelişmeye ya da yeniden yapılanmaya içkin olan bu süreç, önümüzdeki dönemde daha dominant bir özellik kazanacaktır. Türkiye kapitalizmi; Çin, Rusya ve ABD kapitalizmlerinden görüldüğü gibi, kendi özgünlüğünde ciddi oranda askeri-endüstriyel komplekse sahiptir. Bu durum sermayenin karakterinin önemli bir yönüdür.

Militarize olmuş kapitalizm iç gericilikle beslendiği ölçüde, kitleleri mobilize etmesi daha kolaydır ve kitleler kolayca işlenebilecek insanlık suçlarına ortak olabilir. Kolektif korkular ve umutsuzluklar halkları birbirinin celladı haline dönüştürebilir. Tarih bunun birçok örneğiyle doludur: Nazi Almanya’sı, Tito sonrası Yugoslavya…

AKP, Türkiye kapitalizminin bugün yaşadığı transformasyonun ürünü ve onun konjonktürel güvencesidir. AKP’nin “hayırsever” kapitalizmi bir yanıyla küresel sermayenin ihtiyaçlarının ürünüdür, diğer yanıyla kitleleri tahammül etmesini sağlayan, ruhlarını çürüten, onları değersizleştiren, onursuzlaştıran, kolektif rıza ve riayet üreten ideolojik ve sosyal bir saldırıdır.

Emperyalizmin taşeronu olan Türkiye kapitalizmi, “cemaatçi”, “hayırsever” neo-liberal politikalarla her türlü saldırısını kolayca gizleyebilecek, hatta olası büyük insanlık suçlarına herkesi ortak edebilecektir.

Yeni püritanizm ya da kalvinizm

AKP, kapitalizmin ruhu olan püritanizmin yerli versiyonudur.

AKP kitlelerin ruhunu çürütürken, onları “küçük insan”a dönüştürerek, sadaka toplumunun parçası haline getirmektedir.

Cemaatçi, hayırsever kapitalizmin işçi sınıfı içindeki etkisi olağanüstü yıkıcıdır. Çünkü hayırsever kapitalizm yıkıcılığının gücünü, kitlelerde yeni bir zihniyet yaratmasından almaktadır. Bu zihniyet dünyasında açlık ve yoksulluk kadri mutlaktır, değiştirilemez. Bazı insanlar dünyaya böyle gelmiştir. Hatta onlar günahları çok olduğundan dolayı eziyet çekmektedir. Zenginler ise günahları az olduğundan dolayı zengindir. Buna itiraz kadere itirazdır ve büyük bir günahtır. Yapılması gereken kaderine razı olmak ve boyun eğmektir. Allah herkesin rızkını verir, zaten hayırsever kurumlar, belediyeler, vakıflar, fonlar, cemaatler imdada yetişmektedir. Yani yoksulluğun, açlığın, işsizliğin ortadan kaldırılması mümkün değildir. Hatta bunları tartışılması bile sakıncalıdır. Muhtaçlık hali sürmelidir. Sürmelidir ki “hayırseverlik” manalı olsun. Çünkü hayırseverlik/ himmet aslolandır.

Böylesi bir zihniyet dünyası yıkıcıdır. Sınıfın aklını ve ruhunu kaybetmesine yol açar. Sınıfı kötürüm eder. O artık tarihi yapan, değiştiren bir güç değil, korporatist (3) ilişkilerin ya da kliyentalist (4) ilişkilerin parçası haline gelmiş, nesneler yığınıdır. Bu aşamadan sonra işçi sınıfı kimliğini ve bilincini kaybettiği gibi, ruhu da kadavraya dönüşür.

AKP iktidarının en tehlikeli boyutu da burasıdır. Başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçi yığınlarının dilencileştirilmesi, onursuzlaştırılması, değersizleştirilmesi ve muhtaç yığınlar, nesneler haline dönüştürülmesi cemaatçi neo-liberalizmin politikalarına içkindir ve AKP bunu son derece rafine hayata geçirmiştir ve geçirecektir.

AKP’nin yeni dönemde işçi sınıfına yönelik saldırılarının artacağı ortadadır. Öncelikle kamusal alanın bütünüyle tasfiyesi gündemdedir. Emeklilik, sağlık, eğitim ve ulaşım gibi alanlar hızla metalaştırılacak ve tasfiye edilecektir. İşçi sınıfının yüzlerce yıllık mücadelesi sonucu kazandığı temel haklarının gaspına yönelik projeler yapılmaktadır. Başta yakacak, giyecek, çocuk yardımı, ikramiye gibi sosyal ve ekonomik haklara el konulması (maaşa ya da ücrete dahil edilmesi) yönünde adımlar atılırken (5), hükümet programında esnek üretimin genişletilmesi, çalışma saatlerinin uzatılması, taşeronlaştırma, sigortasız çalıştırılma, bölgesel asgari ücret uygulamalarının hızla yaygınlaştırılması yer almaktadır. AKP aktüel olarak sistemli sendikasızlaştırma taktikleri uyguluyor ve klerikal sendikacılığı (6) dayatıyor. AKP sendikal alana yönelerek, anti-sendikal politikaları yoğunlaştırarak ve sendikaların bir sınıf örgütü olma özelliğini kaybettirerek, onları bir nevi klerikal yapılara ya da hayırsever organizasyonlara dönüştürmeyi hedefliyor. Zaten bugün sendikal yapılara hakim olan bürokratizm ve korporatist ilişkiler, özellikle bu metamorfozu kolaylaştıracak zeminler hazırlamaktadır.

Hak-İş daha şimdiden böylesi bir yönelim içine girdi. İşverenlerle özel olarak imzaladığı sosyal konsensüs, Hak-İş’in hızla yapısal bir değişiklik içinde olduğunu gösteriyor. Hak-İş geçen beş yıllık zamanda hükümetle son derece “uyumlu” ilişkiler kurdu. Kamu çalışanlarının içinde siyasal İslam yönelimli sendikal oluşumların da klerikalizme uygun biçim alması beklenmelidir. AKP’nin Türk-İş içinde atak yapması boşuna değildir. Hatta Türk-İş’e bağlı bazı sendikaların altını boşaltarak, Hak-İş’e yöneltmesi siyasal bir programın yansımasıdır.

Althuser’in belirttiği tanımla sendikaların devletin ideolojik aygıtları (din, hukuk, siyaset, eğitim kurumları, medya, aile) gibi hareket etmesi, bu yönde hızlı yapı değişikliği içine girmesi, AKP’nin toplum modeline uygundur. Benzer gelişmelerin diğer ideolojik aygıtlarda da hızlanması beklenmelidir. Burada şu ek yapılabilir: İdeolojik aygıtlar, cemaat ilişkilerinin parçası, hatta cemaat ilişkilerinin kökleşmesini sağlayan içeriğe bürünmektedir. Çünkü “hayırsever” kapitalizm vahşiliğini ancak bu aygıtlarla perdeleyebilir ya da uygulamalarını ancak bu aygıtları devreye sokarak gerçekleştirebilir. Bu anlamda toplumsal muhalefetin taşıyıcı gücü olan işçi sınıfına ve onun örgütlenmelerine yönelik kliyentalist operasyonlar gündemdedir. Sendikaların konfessiyonal (7) yapılara dönüştürülmesi hedeflenmektedir. Bu, sendikaların bir sınıf örgütü olma özelliğini kaybetmesi ve cemaatleşme yönünde düzenlemelerdir ya da sendikaların sınıflar dışı bir organizasyona dönüştürülmesidir.

Kamuda son toplusözleşme süreci sendikal harekete yönelik açık bir saldırı niteliği taşıdı. Sistemli sendikasızlaştırma, kazanılmış en temel hakların gaspı (ikramiyelerin kaldırılması ya da azaltılması), yeni işe giren işçilerin toplusözleşme haklarından yararlanmaması ve sıfır zammın dayatılması gibi… Hava-İş sendikasının haklarını koruma ve geliştirme ısrarı, işverenin ve siyasal İktidarın bütün baskısına ve yasadışı uygulamalarına rağmen grev kararı alması, sermaye ve yandaşları tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı. Grev anayasal bir hak olmaktan çıkarıldı. Başta sermayenin “entelektüel” tetikçileri tırnak içindeki aydınlar, bazı öğretim üyeleri ve siyasal iktidarın temsilcileri grevi bir suç olarak ilan ettiler. Hatta toplusözleşmelerin bireysel özgürlükleri sınırladığı ve arkaik bir şey olduğu yönünde yaygın propaganda yapıldı. Hava-İş’in grev kararı vatan hainliğiyle özdeş tutuldu. Teksif Sendikası’nın tabanının baskısıyla sıfır zammı reddetmesi, Tekstil İşverenleri Sendikası Başkanı’nın Halit Narin tarafından öfkeyle karşılandı. Narin, sendikayla aralarındaki kırk yıllık “centilmenlik” anlaşmasının bozulduğunu ilan etti ve bir daha toplusözleşme masasına oturmayacağını açıkladı. Bu tavır anayasal bir hakkın reddedilmesi anlamında yasadışıdır (!) ve işçi sınıfına yönelik açık bir savaş ilanıdır. 12 Eylül darbesini “dün işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diye büyük bir sevinçle karşılayan Halit Narin, aslında yeni dönemde sermayenin izleyeceği yol haritasını açıkça dile getirdi. Sermayenin artık bürokratik ve korporatist sendikalara bile tahammülü yok. Sınıfın her türlü hakkına ve kazanımına göz dikmiş durumda. En başta işçi sınıfının bir nebze de olsa gelecek güvencesi olan kıdem ve ihbar tazminatlarının kaldırılması gündemdedir. Toplusözleşmelerin fiilen işlevsizleştirilmesi yönünde adımlar atılmaktadır. Temel ekonomik ve sosyal kazanımların gaspı hedeflenmektedir. Sermaye, küresel rekabetin acımasızlığından dem vurarak, bu rekabetle baş etmenin ancak her düzeyde işçi maliyetlerinin hafifletilmesiyle mümkün olacağını ileri sürüyor. İşçilerin bir anlamda iş bulmalarının mucize olduğu ve buna şükretmeleri yönünde vurgular yapıyor.

Türkiye’de 18 milyon ücretlinin bulunduğu ve bunun da ancak % 8’inin sendikalı olduğu düşünülürse, sınıfın ana gövdesini örgütsüzler ve güvencesiz işçiler oluşturmaktadır.

Sermaye hiçbir güvencesi ve geleceği olmayan bu işçilere asgari ücreti bile çok görüyor. Güvencesizler olağanüstü ağır koşullarda, günde ortalama 10-12 saat çalışıyor. Bu işçiler, yeni işçi cehennemleri olan organize sanayi bölgelerinde, atölyelerde, KOBİ’lerde hayatlarını tüketiyor. Çok büyük bir oranı gençlerden oluşan, güvencesiz işçiler sistematik bir deformasyon yaşıyor. Bundan dolayı bilinç ve kimlikleri oturmuş değil. Geçmiş işçi kuşaklarıyla ilişkileri ve bağları yok. Ne yeterli sınıfsal ne de sendikal deneyimlere sahipler. Güvencesiz işçilerde formel eğitim düzeyi son derece düşük, lümpen eğilimler hakim ve kültürel dejenerasyon yaygındır. Geleneksel değer yargıları reflekslerini belirliyor. İşçi olma üst kimlikleri oturmadığından alt kimlikleri öne çıkıyor. Metropolün cangılında ayakta kalmak ve tutunmak için özellikle hemşericiliğe, milliyetçiliğe ve dinsel eğilimlere sarılıyorlar.

Sınıfın bu genel tablosunun yanında 12 milyon işsiz bulunuyor. Bu ülkede işsizlik ölümle eşdeğer olduğundan, işsizler kendilerini “hiç” hissediyor ve işçi sınıfının organik parçası olarak görmüyor. Bugüne kadar işsizlere yönelik ciddi bir örgütlülüğün yaratılmaması da bu durumu kronikleştiriyor. İşsizler vahşi kapitalizmin yok edici şartları içinde her gün eziliyorlar. Sendikal hareketin giderek bir çıkar örgütüne dönüşmesi, statükosunu koruma arzusu bu kesime yönelik hiçbir adımın atılmamasını beraberinde getiriyor. Umutsuzluk, geleceksizlik, kolektif kaygılar ve tedirginlikler, işsiz yığınlar üzerinde etkin olduğu kadar, özellikle güvencesiz işçileri içinde de etkindir. Somut bir çözüm ve adım atma takati olmayan bu işçiler, mecalsiz ve kaderine razı bir konumdadır. Sermayenin değersizleştirme taktikleri karşısında çaresizlik içindedir. İşte bu kolektif ruh hali, Durkheim’ın kavramıyla anomi durumu, hayırsever kapitalizmin mayalandığı zeminleri yaratmaktadır.

Çin çalışma rejimi, sınıfın amorfe ve atomize oluşu

AKP hükümeti Türkiye’yi küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun şekilde, ucuz işgücü cennetine dönüştürmeyi hedefliyor. “Türkiye Avrupa’nın Çin’i olacak” sözleriyle, aslında yeni rota deklare edildi.

AKP işçi sınıfına yönelik açık saldırılarını, yeni çalışma rejimini gündemine getirerek pekiştiriyor. Bugün zaten özellikle organize sanayi bölgelerinde; metal ve tekstil sektöründe yaşanan Çin çalışma rejiminin, Türkiye sathında uygulanması yönünde hem yasal, hem de fiili adımlar atılıyor.

Çin çalışma rejimi sermayenin yönelimlerine bağlı şekilleniyor. Uluslararası işbölümü içinde Türkiye, sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırmanın yoğun görüldüğü sektörlerden (ya da ücret malları diye tanımlanan alanlardan) pay almaya başladı. Çin çalışma rejimi, hem sermayenin birikim politikalarına, hem de küresel sermayenin yönelimlerine uygun biçim alıyor. AB gibi bir emperyalist bloğun hinterlandında yer alan Türkiye, hinterlant olmanın “avantajını” kullanmaya çalışıyor. Büyük sermaye bu yönelimlerle atılımlar yapmak istiyor.

Çin kapitalizmi düşük ücret, “beleş” demek daha doğru, ve köylü emeği üzerinde şekillendi.

Bugün Çin’de 10 bin özel ekonomi bölgesi bulunuyor ve bu bölgeler yabancı sermayenin çekim alanı olarak işlev görüyor. Sermaye için dünyevi bir cennet olan bu bölgeler, işçi sınıfı için gerçek bir cehennem özelliği taşıyor.

Çin, küresel tekstil piyasasının % 60’ını, oyuncak ticaretinin % 70’ini elinde bulunduruyor. Sadece tekstil sanayinde çalışan işçi sayısı 19 milyona ulaşmış durumda. Çin’in bu ve benzer sektörlerdeki atağında ve global ekonomik kalkınma hızında ve ülkenin son 20 yıllık süreçte dünyanın en önemli ekonomik gücüne dönüşmesinde, çalışma rejimi belirleyici bir rol oynadı.

Çin’de asgari ücret 650 Yuan. Bu 65 Avro’ya yani 100 YTL’den biraz fazlasına tekabül ediyor. Saat ücretiyse 40 ya da 50 YKR. Çin’de tam bir vahşi sömürü düzeni sürüyor. Çin, iş kazalarında “dünya lideri”. Yılda 120 bin işçi iş kazaları sonucu ölürken, her yıl 728 bin işçi iş kazaları sonucu yaralanıyor.

Çin’de uygulanan Hukou sistemi, “bedava” ve “göçmen işçiliği” yaygınlaştırıyor. Kırsal apartheid anlamına da gelen bu sistem, ikametgah kaydı ve özel izni olmaksızın bir köylünün, bir şehirde çalışmasını ve oturmasını engelliyor. Sistem, köylü emeğinin en vahşi ve acımasızca sanayide kullanılmasına olanak sağlıyor. Böylece işçi maliyeti, en asgari düzeyde tutuluyor. Çalışma rejiminin bu “olağanüstü” avantajları, Çin’i çokuluslu şirketler için cazibe merkezlerine dönüştürüyor. Son dönemde işçi sınıfıyla başı dertte olan Güney Kore şirketlerinin Çin’e yönelmesi boşuna değil.

Çin çalışma rejimi öz olarak; ucuz emek ve olağanüstü düşük ücret sarmalını ifade ediyor. Tabi ki, anti-sendikal politikalar sistematik olarak hayata geçiriliyor. Taşeronlaşma, esnekleşme, ağır çalışma koşulları rejimin karakteristiğini oluşturuyor. Bu uygulamalar işçi sınıfının her türlü ekonomik, demokratik hakkının gaspı anlamına geliyor. Hatta bu uygulamalar yasal düzenlemeye tabi tutularak, küresel sermayenin ülkeye yönelmesi ve uluslararası rekabette “önemli” avantajlar sağlanması amaçlanıyor.

Türkiye kapitalizminin içine girdiği transformasyon süreci, Çin çalışma rejimiyle bütünleştiriliyor. Bu süreç işçi sınıfı için tam anlamıyla bir karşı devrim sürecidir. Cemaatçi neo-liberal politikalar, sınıfın ontolojisine yönelik sistematik saldırı anlamını taşımaktadır. Çin çalışma rejimi, sınıfa cehennemin dayatılmasıdır. Adını aldığı ülkede olduğu gibi taşeronluk sistemi, kuralsızlık çalışma yaşamının bütününe hakim olacak, çalışma saatleri yükseltilecek, ücretler en aşağı çekilecek, yoğun işsizlik sınıfı açıkça bir silah olarak kullanılacaktır. Sınıfın her düzeydeki örgütlülüğü şiddetle bastırılacaktır. Bu rejim, işçi sınıfının olağanüstü derecede sömürülmesini ve riayeti esas almaktadır.

Sermaye Çin çalışma rejimiyle hem kar oranlarını artırmayı, hem de sınıfı amorfe ederek, atomize etmeyi amaçlamaktadır.

İşçi sınıfı, sınıf mücadelesi açısından son derece tehlikeli bir momente giriyor. İşçi sınıfına “hayırseverlik” kılığında, dilencilik dayatılıyor. Sınıfın kaderine razı olması isteniyor. İşçi sınıfı, sermayenin militarizm ve şovenizm anaforunda kimliğini kaybederek, “gönüllü kulluğa” zorlanıyor.

İşçi sınıfının cemaatçi/ hayırsever kapitalizm uygulamalarıyla, kolektif halüsinasyon içine sokularak, kimliğini yitirmesi, hayallerinin ve ütopyalarının zehirlemesi amaçlanıyor.

Sermaye, işçi sınıfına patron-kliyent (yani işçilerin sermayeye tabi olması ve bu tabiyetten ve himayeden hoşnut olma hali, hatta bu ilişkiyi bir görev olarak algılaması) ilişkisini dayatıyor. Bunun zeminlerini hayırsever kapitalizm uygulamalarıyla ve yeni çalışma rejimiyle oluşturuyor.

Bütün bu gelişmeler karşısında işçi sınıfının kendi kaderini ellerine almaktan başka çaresi yok. Sermayenin son derece konsantre ve kompleks saldırılarına karşı kendi bağımsız çıkarlarını koruması ve bağımsız örgütlenmelerini yaratması acil bir görev olarak önünde duruyor. Bunun için her eylem, her direniş bir birikimdir. Her örgütlenme çabası ve adımı bir başkaldırıdır. Bugün kopuk ve lokal düzeyde yaşanan mücadeleleri birleştirmek, günün temel görevidir. Görev her eylemi, her direnişi ve her örgütlenme çabasını anti kapitalist mücadelenin mecrasına taşımaktır. Her alanda, her pratikte sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkartmaktır.

Bugün sınıfı değersizleştiren bütün uygulamalara karşı net tavır alınmalı ve açık mücadele edilmelidir. Sınıfın onuruyla asla oynanamayacağını dosta, düşmana göstermek gerekir. İşçi sınıfı ne sadaka toplumunun bir parçası, ne de muhtaçlar yığınıdır. O bugünü yıkan, geleceği kuran muazzam bir güçtür.

İşçi sınıfının her düzeydeki birleşik gücünü yaratma çabası, aynı zamanda onun yıkıcı gücünü açığa çıkartma çabası olacaktır. Bundan dolayı her çaba anlamlıdır ve inanılmaz önem taşımaktadır.

İşçi sınıfı özgürlüğün kardeşi, eşitliğin kurucusu, kardeşliğin kendisidir. O yıkan ve yeniden yaratan bir güçtür.

Dipnotlar:

(1) Son gelişmelere paralel olarak, ülkede estirilen faşist, şoven dalga ve bu yöndeki kitle mobilizasyonu, özellikle Kuzey Irak’a müdahale hamleleri 22 Temmuz seçimleri sonrası “geri çekilmiş” ve beklemede olan kanadın bir atağı olarak değerlendirilebilir. Kontrollü stres taktiğiyle, “kaybedilen” inisiyatif bu sefer kolektif histeri ortamı yaratılarak yeniden kazanıldı.

(2) Yaşanan süreç ve özellikle Kuzey Irak’a girme girişimi, egemen klikler arasındaki çatışmanın bir dışavurumu olarak okunabilir ya da Türkiye kapitalizminin transformasyonunda bir “eşiği” göstermektedir. Asker-sivil bürokrat kanat, askeri-endüstriyel kompleks ve devletin olanaklarıyla beslenen ve onun gücüne dayanarak büyüyen inşaat, demir-çelik, petrol gibi sektörleri elinde bulunduran “yeni” burjuvazi bu atağıyla, yarı emperyal arzularını da dışa vurmaktadır. Özal döneminde Adriyatik’ten Çin’e kadar olan coğrafya, Türk coğrafyası ilan edilmiş Pan-Türkist argümantasyonlar ileri sürülmüştü. Şimdi “yeni Osmanlıcılık” anlayışı devletin dış politikasının parametrelerini oluşturuyor. Bu tanımlamalar özünde alt emperyalist bir devlet olma eğilimlerinin dışavurumudur. Askeri kapitalizm adı da verilebilecek bu yönelimler, dün egemen sınıflar için hüsranla sonuçlanmıştı. Bugün özellikle ABD’nin Ortadoğu’da yaşadığı zafiyetler ve sıkışmışlık hali askeri-endüstriyel kompleksin ve “yeni” burjuvazinin arzularını kamçılamaktadır. Bu yönelim TC’nin ABD hegemonyasından ve bağımlılık ilişkilerinden çıkması anlamına gelmemektedir, bağımlılık ilişkilerinin devam etmesine (ama yeni konjonktürün yarattığı bir dizi iç gerilime) rağmen, egemen sınıfların çıkarlarının ve bu çıkarlarının yarattığı eğilimlerin gereği ABD’yle göreceli bir “bağımsız” tutum alınması ve emperyal isteklerin açığa vurulmasıdır. Türkiye kapitalizminin önemli özelliklerinden biri askeri-endüstriyel kompleksin gelişmişliği ve ekonomide etki gücüdür. AB’yle ilişkilerin gerilimli tutulmasından yana olan bu egemen klik, bir yandan Soğuk Savaş döneminden bu yana elde ettiği statükosunu korumayı, öte yandan özellikle Ortadoğu’ya yönelerek buradaki büyük kapışmadan pay almayı amaçlamaktadır. Ama Ortadoğu muazzam bir anafora ve bataklığa dönüşmüştür ve korkunç bir yıkıcılığı içinde taşımaktadır. Kısaca bu kliğin Ortadoğu’ya müdahale atakları, son derece tehlikeli sonuçlar yaratabilir. Çünkü bu atağın bir yönü iç savaş ve Balkanlaşma sürecidir, halkların birbirinin kasaplığına sıvanmasıdır, diğer bir yönü ise sürekli savaş halidir ve faşizmin derinleşmesidir. Egemen kliğin öteki kanadı için küresel sermayenin ihtiyaçlarına ve yönelimlerine uygun bir kapitalist transformasyon içinde olmak tercih edilmektedir. Bugüne kadar zaten ontolojisi de buna göre şekillenmiştir. Bu kanat için AB süreci halen önemlidir. Ortadoğu’ya yönelik agresyon politikaları her ne kadar reddedilmese de, istikrarlı ve güvenli ortam tercihleridir. Agresyonun ABD güdümlü (yani hegemon devletin rasyonallerine uygun) biçimlenmesi eğilimindedirler. 

(3) Korporasyonlar mesleki, ticari çıkarlar esası üzerinde birleşmiş kişilerin oluşturduğu birliklerdir. Kapalı bir grup karakteri taşırlar ve halkın değişik kesimlerinin, devlet organlarının kontrolü altında oluşturduğu “sınıflardışı” organizasyonlardır.

(4) En genel anlamıyla himayecilik sistemidir. Kendini patron ve kliyent ilişkilerinde dışa vurmaktadır. Var olan eşitsiz ilişki “cömertlik”, “destek olma”, “yardım etme” görünümleri altında perdelenmektedir. Güçlü bir sömürü kaynağıdır. Patron-kliyent ilişkisi ağırlıkta feodal döneme ya da toprak mülkiyeti sistemlerine has bir ilişki olmasına rağmen, günümüzde yani “modern ortaçağ”da bu ilişkiler farklı bir biçimde kendini üretmektedir.

(5) Bu hakların her biri işçi hareketinin uzun mücadeleler sonucu ve ağır bedeller ödeyerek kazanılmıştır. Sınıf mücadelesinin geri olduğu koşullarda bu haklar etkisiz olabilir, işçilere ekonomik olarak küçük bir katkı gibi görülebilir ama sınıf mücadelesinin diri ve gelişkin olduğu koşullarda ise sınıfın sömürüsünü sınırlayan ve onun onurlu bir insan gibi yaşamasına olanak sağlayan kazanımlardır. Türkiye’de yakın döneme kadar bu haklar, birçok işyerinde alınan ücrete denk olabiliyordu ve son derece önemli kazanımlardı. Her şeyden önce bu hakların korunması sınıfın ekonomik ve demokratik mücadelesinin gereği olduğu unutulmamalıdır.

(6) Burjuvazinin egemenliğini pekiştirmeye, sosyal hayatın değişik alanlarında dinin pozisyonunu güçlendirmeye çalışan sosyo-politik akım. İşçi sınıfının devrimci aksiyonunu çürütmeyi, emekçi halkı demoralize etmeyi ve kendi sınıf örgütleri içinde birleşmesini engellemeyi amaçlar. Kapitalist sömürüyü, sosyal barış gibi argümantasyonlarla ideolojik bakımdan meşrulaştırmaya çalışır.

(7) Dinsel, ruhani yapılara ait olan.