4 Mayıs 2007 Sayı: 2007/17(17)

  Kızıl Bayrak'tan
   2007 1 Mayıs’ının özeti: İşte Taksim, işte 1 Mayıs!..
  Taksim’deki 1 Mayıs yasağına işçi ve emekçiler son verdi!
Zorbalık sökmedi, Taksim’i kazandık!
Türk-İş’in bölücü-icazetli mitingine işçi tepkisi!
Ankara’da coşkulu ve kitlesel 1 Mayıs
 Adana’da coşkulu ve kitlesel 1 Mayıs!
  1 Mayıs’ı kazandık,
önümüzdeki dönemi de kazanacağız!
  İzmir’de 1 Mayıs!
  Kilitlenen düzen siyaseti çözümü seçim sandığında görüyor…
  Düzen içi çatışmada taraf olmayı, başkaları için savaşmayı reddedelim!
  Düzen cephesinde çıkar çatışması ve seçimler
  Türkiye’de 1 Mayıs gösterilerinden...
  Almanya’da 1 Mayıs gösterilerinden...
  Dünyada 1 Mayıs gösterilerinden...
  Merkez Bankası’na göre “yüksek ücret” enflasyonu olumsuz etkiliyor!
  Darbeci generalle kukla Başkan Çankaya’da!
  Füze savunma sistemi gerginliği tırmanıyor!
  Belirleyici olan ulusal ve dinsel aidiyet değil sınıfsal konumdur 
  Demokrasicilik oyunu, darbe ve özel savaş...
M. Can Yüce
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Belirleyici olan ulusal ve dinsel aidiyet değil sınıfsal konumdur 

Burjuvazi ve onun ideolojik zehrini yayan araç, kişi veya kurumlar, sınıfsal ayrımların üstünü örtmek, emekçileri sersemletmek ve böylece kapitalizmin dayattığı köleliye razı olmalarını sağlamak için etnik, dinsel, mezhepsel farklılıkları istismar ederler. Çağımız insanını halen en zayıf olduğu bu iki noktadan vurmak, yazık ki, pek çok durumda sermayenin işine yarayacak sonuçlara yol açmaktadır. Bu “birleştirme/parçalama/çatıştırma” taktiği emperyalist-siyonist güçlerin de bölge politikalarının en etkili araçlarından biridir.

Ülkemizin de dahil olduğu Ortadoğu coğrafyası söz konusu olduğunda, sosyal, kültürel, sanatsal, düşünsel zenginliğin kaynağı olması gereken etnik, dinsel, mezhepsel farklılıklar halkları parçalamanın, aralarında düşmanlık yaymanın, dahası mümkünse eğer bu halkları birbirine kırdırmanın aracı olarak kullanılmaktadır. Bu kirli taktiğin başını emperyalist/siyonist güçler çekmekle birlikte, bölgenin gerici rejimleri de onların izinden gitmektedirler.

Bu yapay ayrımlar Irak’ta emperyalist işgale karşı birleşik bir direnişin örülmesini zora sokarken, Lübnan’da emperyalist/siyonist güçlerin müdahalesi için bulunmaz bir zemin hazırlıyor. Türkiye’nin Amerikancı rejimi ise, hem ilerici-devrimci güçlere karşı dinsel gericiliği palazlandırmış, hem de uzun yıllar Kürt ve Ermeni halklarına dönük düşmanlık politikası güderek şovenizmi körüklemiştir. Gelinen yerde ise iki gerici kampa bölünen egemen sınıflar, bir yanda dinsel gericilik, diğer yanda laik ve ırkçı-şoven kutuplar oluşturarak birbiriyle çatışmaktadır. Ülkenin atmosferini zehirleyen bu kamplaşma, giderek emekçileri de taraf olmaya zorlamaktadır.

Emperyalist-siyonist güçler, bölgenin barındırdığı doğal farkıllıkları halkları parçalayıp egemenlik altına almanın, böylece köleleştirmenin olanağına çevirmek için her yola başvuruyorlar. Bölgenin gerici güçleri ise, egemen oldukları ülkelerde benzer politikalar icra etmekte sakınca görmüyorlar. Zira sınıfsal çıkarları bu tür politikaları kaçınılmaz kılıyor.

Hal böyleyken bazı güçler, ulusal veya dinsel birliği bu vahim tabloyu değiştirmenin “reçetesi” olarak sunuyorlar. Bunların en azından bir kısmı önerdikleri çözüme inanırken, diğer kesimi ise inandıklarından değil, fakat sınıfsal çıkarlarına uygun olduğu için bu “çözüm”ü savunuyor, ya da savunur görünmeyi uygun buluyorlar.

Oysa bölgenin giderek kördüğüm haline gelen sorunlarına bakıldığında, önerilen reçetelerin gerçek hayatta bir karşılığının olmadığı her gün yeniden teyit edilmektedir. Örneğin işgal altındaki Filistin, Hıristiyan azınlık dışta tutulursa, homojen bir toplum sayılır. Zira ne ulusal, ne dinsel, ne de mezhepsel farklar var bu toplumda. Ancak vahşi siyonist işgale rağmen Filistin’de de iktidar etrafında odaklanan iç çatışma devam ediyor. Harcanan tüm çabalara rağmen çatışma kimi zaman şiddet boyutuna da taşınıyor. Elbette bunda emperyalist-siyonist güçlerin kuşatma ve kışkırtmalarının önemli bir payı var. Buna karşın kışkırtma da ancak nesnel bir zemini varsa işe yarar.

Irak bu konuda trajik bir örnektir. Dört yıldır emperyalist orduların işgali altında bulunan bu ülkede de, çoğunluğu aynı ulusa/dine mensup bir toplum var, buna rağmen mezhep farklılıkları üzerinden yükselen vahim bir çatışmaya sürüklenebildi. Irak’ta sorunun tarihsel arka planı, emperyalist orduların provokasyonlarının, bir takım istihbarat örgütlerinin kirli oyunlarının da bu çatışmanın körüklenmesinde elbette ki rolü var. Fakat tüm bu etkenler, işgal altındaki bir ülkede bile ulusal/dinsel aidiyetin toplumları birleştirecek bir “çimento” işlevi görme noktasında yetersiz kaldığı, dahası tarihsel olarak bu niteliğini geride bıraktığı gerçeğini değiştirmiyor.

Bir başka çarpıcı örnek ise, bazı Arap devletlerinin, geçen yılın Temmuz-Ağustos aylarında Lübnan’ı yerlebir eden İsrail saldırganlığına destek vermeleridir. Geçtiğimiz günlerde El-Cezire televizyonuna bir demeç veren, Bush liderliğindeki neo-faşist çete artıklarından John Bolton, “O dönemde bazı Arap ülkelerinin büyükelçileri, bana İsrail’in Lübnan’a yönelik operasyonlarını ‘kendini savunma’ olarak gördüklerini söylediler” demişti. Oysa dinsel/mezhepsel zenginliğine rağmen Lübnan bir Arap ülkesidir, ama aynı ulusal kökene mensup diğer devletler, siyonist İsrail gibi ırkçı bir rejimi Lübnan’a karşı destekleyebildiler.

Türkiye’deki gerici kamplaşmaya da bu açıdan baktığımızda, söz konusu aidiyetlerin burjuvaziyi bağlamadığını, ancak iktidar savaşında kitleleri seferber etmenin bir aracı olarak etkin bir şekilde kullanıldığını görürüz. Örneğin dinci olanın da, laik ve ırkçı-şoven olanın da kıblesi Washington’dur. Her iki tarafın da, “Türkiye’nin yüzde 99’u Müslüman, Türk milleti bir bütündür parçalanamaz” gibi gerici teraneleri sık sık tekrarladığını biliyoruz. Oysa Müslüman/Türk olduğu iddia edilen bu ülke halklarının önemli bir kesiminin işsizlik, sefalet ve açılığa mahkum edilmesi konusunda her iki gerici kamp aynı noktada durmaktadır. Keza Kürt halkına karşı izlenen ırkçı-inkarcı politika konusunda da aralarında kayda değer bir fark bulunmuyor. İMF-TÜSİAD reçeteleri, Beyaz Saray, Pentagon ve CIA’dan gelen emirlere uymak sözkonusu olduğunda ise, yarış içinde oldukları bir sır değildir.

Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak bu kadarı bile, kapitalizmin egemen olduğu yerde etnik, dinsel veya mezhepsel aidiyetlerin birleştirici olduğu, toplumların karşılaştığı soruların aşılmasında temel bir işlev gördüğü iddiasının, gerici propagandadan ibaret olduğunu göstermeye yeter.

Görüldüğü üzere egemenlerin tutumu her ülkede ve her koşulda sınıfsaldır. Onların etnik, dinsel veya mezhepsel fark ve aidiyetleri öne sürmeleri, emekçileri politikalarına alet etmenin bir aracıdır. Burada sorun işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen halkların kimi zaman egemenlerin kurduğu bu tuzaklara düşmesidir. Oysa emekçilerin de her koşulda sınıfsal aidiyeti, çıkarı temel almaları, buna göre tavır belirlemeleri gerekiyor. Aksi halde egemenlerin oyuncağı olmaktan kurtulamazlar.

Çağımızda her insanın etnik, dinsel, mezhepsel kökeni vardır elbet. Bu nesnel bir durumdur. Ancak bu durum ne kimseyi ayrıcalıklı kılar, ne de kimsenin baskı altına alınmasının gerekçesi sayılabilir. Zira her iki durumda da ırkçılık sözkonusudur. Bu böyle olmakla birlikte, insanın insan tarafından köleleştirildiği kapitalizmde ulusal, dinsel, mezhepsel ayrımlar da devam etmektedir. Zira insanların eşit olmadığı bir düzende ulusların, dinlerin, mezheplerin, cinslerin eşitliğinden söz etmek mümkün değildir.

Güncel planda bu ayrımlara karşı mücadelenin önemi açıktır. Buna karşın kapitalizmin her gün yeniden ürettiği bu sorunların köklü çözümü ancak sosyalizmde gerçek sonuçlarına ulaşabilecektir. Çünkü ancak sosyalizmde insanın insanı köleleştirmesinin zemini ortadan kaldırılabilir. Başka bir ifadeyle, her tür kölelik ve ayrımcılığa kökten çözüm isteyenlerin tutarlı olabilmesi, bütün kötülüklerin anası olan özel mülkiyete dayalı kapitalist düzenin cepheden reddedilmesinden ayrı düşünülemez.

Her zaman köklü çözüm savunusuna karşı, “Sorunların çözümü için sosyalizmi mi bekleyeceğiz?” türünden itirazlar işitmek mümkündür. Bu tür itirazlar eğer kapitalizmin bilinçli bir savunusu değilse, sorunun parçalı kavranmasından kaynaklanır. Zira kapitalizmin her gün yeniden ürettiği sorunların kökten çözümü için sosyalizmi önermek, hiçbir koşulda bu sorunların çözümü için güncel plandaki mücadeleyi dışlamaz. Tersine, pek çok demokratik kazanım veya bir takım sorunların düzen içi kısmi çözümü, tam da kökten çözümün, yani devrim ve sosyalizm mücadelesinin yan ürünleri/yan kazanımları olmuştur.


Estonya’da Sovyet anıtının nakline karşı gösteri

Geçtiğimiz hafta, Estonya’nın başkenti Tallinn’de Sovyetler Birliği döneminden kalan bir heykelin nakli, Estonya’da yaşayan Rus azınlık tarafından gösterilerle protesto edildi. Gösteride polis ile çatışan gençlerden 1 kişi öldü. Çatışmada 40’dan fazla kişi yaralanırken 300’ün üzerinde kişi de gözaltına alındı.

Olaylar Estonya devletinin Sovyet asker anıtının 50 yıllık işgalin simgesi olduğunu savunarak anıtı bir mezarlığa nakletmek istemesi üzerine çıktı. Ruslar ise buna, Nazi rejimine karşı direnişi simgeleyen Sovyet asker anıtının nakledilmesinin savaşta hayatını kaybeden yüzbinlerin anısına gölge düşürdüğü gerekçesiyle karşı çıkıyorlar.