20 Ekim 2006 Sayı: 2006/41 (41)
  Kızıl Bayrak'tan
   Metal TİS’leri uyuşmazlıkla sonuçlandı... Sürecin seyrini mücadeleci sınıf
inisiyatifleri tayin edecek
  MESS’in kölelik dayatmasına karşı
kararlı bir mücadele şart!
  Türk Metal yeni bir satışa hazırlanıyor!
  İhanete ve satışa geçit vermeyelim!
Ermeni sorunu, Kürt sorunu, Kürt sorunu, özgürlükler ve haklar sorunu
Kürt sorunu ve “demokrat” maskeli
Ağar’ın yarattığı boş beklentiler
Soruşturma karşıtı mücadele güncel
saldırılarla bağı içinde ele alınmalı
 Eylem ve etkinlikler
  E. Atalay’ın yanıtı sendika bürokrasisi
gerçeğine aynı tutuyor (Orta sayfa)
  İstanbul İşçi Kurultayı tanıtım toplantıları
sürüyor
  Sınıf hareketinin sorunları ve İstanbul İşçi
Kurultayı üzerine işçilerle konuştuk
  29 Ekim’de toplanacak OSİM-DER Genel
Kurulu üzerine Dernek Başkanı ile
konuştuk.
  TMMOB mitingi üzerine
  İngiltere’de öğretim görevlilerine ajanlık
dayatması
  Siyonistler Filistin halkı üzerinde kimyasal silahlar deniyorlar
  Sri Lanka’da çatışmalar şiddetleniyor
  BM’ye ABD-İsrail işbirlikçisi genel
sekreter
  12 Kasım’da İstanbul İşçi Kurultayı’nda
buluşalım!
  Yılmaz Güney ve Ruhi Su Berlin’de bir
etkinlikle anıldı
  TAYAD’dan tecrit sempozyumu
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

E. Atalay'ın yanıtı sendika bürokrasisi gerçeğine ayna tutuyor

Bundan iki hafta kadar önce gündemde öne çıkan “Papa tartışmaları”na katılanlardan biri de Türk-İş Genel Mali Sekreteri, aynı zamanda Demiryol-İş Sendikası'nın Genel Başkanı olan Ergün Atalay olmuştu. Ergün Atalay'ın “çalışan ve üreten kesim” adına yaptığı açıklamada temel olarak şu görüşlere yer veriliyordu.

“Papa'nın dinimiz ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) ile ilgili sözleri tüm Müslümanları olduğu gibi bizi de derinden incitmiştir. Papa, Kasım ayında ülkemize yapmayı planladığı ziyaretten önce mutlaka tüm İslam aleminden özür dilemelidir, aksi takdirde, çalışan ve üreten kesimi temsil eden işçiler olarak Peygamber Efendimize iftira niteliği taşıyan sözleri sarfeden Papa'nın Türkiye'ye gelmesini istemiyoruz.” (turkis.org.tr)

Kızıl Bayrak'ın 29 Eylül 2006 tarihli 39. sayısında Ergün Atalay'ın bu açıklamasıyla ilgili iki ayrı yazı yayınlandı. Her iki yazıda da, sınıf hareketinin gerçek sorunları karşısında sesini çıkartmayan, dahası sınıflar mücadelesinin en kritik anlarında hep de sermayenin çıkarları doğrultusunda davranan sendika bürokratlarının, konu İslam dini gibi istismara hayli açık bir konu olunca hemen de kendilerini “çalışan ve üreten kesim”in temsilcisi ilan edip ortaya atılmalarının gerisindeki nedenler üzerinde durulmuştu.

Türk-İş Genel Mali Sekreteri Ergün Atalay bu yazılar yayınlandıktan 5-6 gün sonra gazetemize bir açıklama metni gönderdi. Ayrıca telefon yoluyla da konuyla ilgili düşüncelerini iletti.

Ergün Atalay'ın gönderdiği açıklama metni bizim için bir dizi açıdan önemli ve anlamlıydı. Herşeyden önce, günümüzde sendika yöneticilerinin bu tür durumlarda sergiledikleri ve artık iyiden iyiye kanıksadıkları duyarsızlık göz önüne alındığında, Ergün Atalay'ın ortaya koyduğu davranış, takdir edilmesi gereken bir duyarlılık örneğiydi. Bu anlamıyla da bizim için önemliydi.

Ergün Atalay'ın gönderdiği açıklama metnini anlamlı ve önemli kılan bir diğer özelliği ise kişisel bir savunmanın ötesine geçen bir nitelik taşımasıydı. Nitekim dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, Ergün Atalay'ın açıklaması kendi şahsına dönük ithamlara yanıt verme çabasıyla sınırlı değildir. Bunu da içermekle birlikte açıklamada Türk-İş yönetiminin özellikle son yıllarda sergilediği pratik cepheden açık bir biçimde savunulmaya ve aklanmaya çalışılmaktadır. Üstelik bu, sendikal bürokrasinin ve özel olarak da Türk-İş yönetiminin en çok eleştirildiği Yeni İş Yasası, SSGSS Yasası, özelleştirme, emperyalizme karşı tutum gibi en temel konular üzerinden yapılmaktadır. Dolayısıyla ve işin özünde söz konusu bu açıklama, yönetimde yer alan en etkili ve yetkili birinin kaleminden çıkmış bir Türk-İş'i savunma metnidir.

Ergün Atalay'ın gönderdiği açıklama metnine geçtiğimiz hafta sayfalarımızda yer verdik. Bunu hem kendisinin cevap hakkına saygı duyduğumuz, hem de ileri sürdüğü görüşleri bir tartışma çağrısı olarak kabul ettiğimiz için yaptık. Zira bu metin üzerinden Türk-İş'i, sendikal bürokrasiyi ve toplamında sendikal hareketin bugünkü tablosunu ele alıp tartışmak mümkün ve gereklidir. Dolayısıyla bir Türk-İş savunusu olarak kaleme alınmış bu metni mümkün olduğunca öncü işçilerin, ilerici sendikacıların ve bir bütün olarak ilerici ve devrimci kamuoyunun gündemine sokmak önemli bir görev olarak önümüzde durmaktadır.

Söylediğimiz gibi, Ergün Atalay'ın ortaya koyduğu benzeri pek sık görülmeyen tavır bir duyarlılık ve sorumluluk örneğidir. Fakat ilettiği açıklama Türk-İş yönetimine, genel planda sendika bürokrasisine ve nihayet kendi şahsına karşı Kızıl Bayrak'ta yayınlanan iki yazıda yöneltilen eleştirileri gerçek anlamda yanıtlamaktan uzak kalıyor. Ortaya konulan iddiaları ortadan kaldırmıyor. Çünkü Ergün Atalay gönderdiği açıklamada somut hiçbir şey söylemiyor. Kızıl Bayrak'taki yazılarda dile getirilen eleştirilerı tek tek ele alıp yanıtlıyor ancak bu eleştirileri gerçekten çürütecek, boşa düşürecek tek kelime dahi etmiyor. Türk-İş'i ve Türk-İş'in pratiğini savunmaya dönük olarak söylediklerinin ise gerçek durumla en küçük bir ilgisi dahi bulunmuyor. Güya Türk-İş savunuluyor, ama Ergün Atalay'ın çizmeye çalıştığı Türk-İş tablosu ile gerçek yaşamda var olan, işçilerin bilip tanıdığı (ve artık pek az güvendiği) Türk-İş arasında hiçbir benzerlik ve alaka yok. Metinde olur olmaz tekrarlanan “Hiçbir zaman şöyle yapmadık” ya da “her zaman şunu şunu yaptık” türünden sözler ise, inatçı gerçekler karşısında anlamsız kalıyor.

Papa tartışmalarıyla ilgili açıklama ne anlama geliyor?

Ergun Atalay Kızıl Bayrak'ta yayınlanan eleştirilere ilişkin gönderdiği yanıt metninde, Papa tartışmaları sırasında yaptığı açıklamayı savunuyor ve “Peygamberimize Papa tarafından yapılan bu saygısızca hakaretler karşısında insani ve gayet normal olan bir tepkide bulundum” diyor. Atalay Papa tartışmalarına ilişkin açıklamasını bireysel ve “insani” bir tepki olarak sunuyor. Her Müslüman bireyin böyle bir tepki vermesinin doğal olduğunu belirtiyor.

Oysa Ergün Atalay'ın Papa'nın sözleriyle ilgili açıklamasında yer alan ifadeler bunun hiç de bireysel bir tepki olmadığını, doğrudan doğruya sendika yöneticisi sıfatıyla ve “çalışan ve üreten kesimler” adına yapıldığını gösteriyor. “Çalışan ve üreten kesimi temsil eden işçiler olarak Peygamber Efendimize iftira niteliği taşıyan sözleri sarfeden Papa'nın Türkiye'ye gelmesini istemiyoruz” cümlesi başka bir izaha gerek bırakmıyor.

“Çalışan ve üreten kesim”in temsilcisi durumunda olanlar da elbette yeri geldiğinde çeşitli açıklamalar yapabilirler, tutumlarını kamuoyuyla paylaşabilirler. Bizim eleştiri konusu yaptığımız şey Ergün Atalay'ın açıklama yapması değil toplam pratiğidir. “Çalışan ve üreten kesimi temsil eden” ya da temsil etmesi gereken bir insan olduğunu ancak bu tür gelişmeler üzerinden hatırlamasıdır. Her gün sınıfı ve emekçileri doğrudan ilgilendiren sayısız gelişme yaşanmaktadır. Bütün bunlar yaşanırken Ergün Atalay'ın kamuoyuna yansımış neredeyse hiçbir tutumu yoktur. Asgari ücretle ilgili bazı açıklamalarda bulunduğu bilinmektedir fakat o da Asgari Ücret Tespit Komisyonu'nda Türk-İş temsilcisi olarak yer alması nedeniyledir. Onun ötesinde Ergün Atalay basının ve kamuoyunun gündemine, genelde hükümet üyeleriyle birlikte katıldığı davet ve ziyaretler, ödül törenleri vb. olaylar üzerinden yansımaktadır.

Örneğin Ergün Atalay'ın Ulaştırma Bakanı ile birlikte katıldığı toplantılar sendikanın internet sitesinden ayrıntılarıyla, fotoğraflarıyla yansıtılır. Fakat kendisinin demiryollarını da hedef alan özelleştirme saldırısı konusunda ne düşündüğü, ne yaptığı bilinmez. Gene bir başka örnek; şu dönemde özelleştirilmesi düşünülen TCDD'ye ait İzmir Limanı'nın yağmaya açılması konusunda Demiryol-İş ve onun Genel Başkanı ne düşünür, ne yapar eder kimse bilmez. Bilmesine de imkan yoktur, çünkü o bu tür netameli konulardan bilinçli bir biçimde uzak durmaktadır. (Demiryol-İş'in kendi kaynaklarından görebildiğimiz kadarıyla Ergün Atalay'ın özelleştirme konusundaki son yazılı açıklaması 1 Nisan 2005 tarihini taşımaktadır ve bu açıklama, özelleştirme saldırısı nedeniyle sorumlu tutulabilecek İMF'yi ya da hükümeti değil de nedense Özelleştirme İdaresi Başkanı Metin Kilci'yi hedef almaktadır.)

Elbette bir de konunun işçilerin dinsel duygularının istismarı boyutu vardır. Kızıl Bayrak'taki yazılarda da altı çizildiği gibi, Ergün Atalay'ın açıklamasının gerisindeki gerçek nedenlerden birisi de budur. Düzen politikacıları gibi düzene hizmet eden sendikacılar da yeri geldiğinde hem kendi konumlarını korumak ve sağlamlaştırmak için hem de düzenin bekası için dinsel inançların ya da milliyetçi duyguların sömürüsüne dayalı bir söyleme sarılmışlardır.

Aynı şeyleri üç aşağı beş yukarı Ergün Atalay için de söylemek mümkündür. Fakat onun tek derdinin şu an oturduğu koltuğu korumak olduğunu söylemek de yanlış olacaktır. Ergün Atalay bir AKP'lidir. Bir AKP'li olarak kendisi Türk-İş'i Hak-İş'e (yani AKP'nin arka bahçesine) dönüştürme çabalarının içinde yer almaktadır. Kendisine bir iki dönem sonrasının Türk-İş Genel Başkanı gözüyle bakılmaktadır. İşçilerin dini duygularına seslenmesinin, istismar etmesinin gerisinde AKP adına giriştiği böyle bir iç iktidar mücadelesinin de payı bulunmaktadır.

Bundan aylar önce yaşanan “karikatür krizi” sırasında “Türk işçileri olarak” benzer bir açıklamayı Danimarka hükümetine göndermesi, şimdi de aynı tavrı Papa'nın konuşması vesilesiyle yinelemesi işçilerin dini inançlarının istismarı üzerinden etkinlik mücadelesi yapma işinin Ergün Atalay'da bir tarza dönüştüğünü göstermektedir.

Burjuvazinin dünyasında yaşamak sırça köşkte yaşamaktır

Kızıl Bayrak'ta yayınlanan yazıların sadece birinde ve sadece iki kez sendika bürokratlarının “sırça köşk” te yaşadıklarından söz ediliyor. Buna rağmen Ergün Atalay'ın gönderdiği yanıtın daha ikinci paragrafında “sırça köşk” konusunda kendini aklamaya dönük sözler söylemesi hiç kuşku yok ki ciddi bir alınganlığın ifadesi.

Yazıda “sırça köşk”te oturuyorlar benzetmesiyle anlatılmak istenen, sendika bürokratlarının işçi sınıfından ve onun sorunlarından kopukluğu, hem düşünce hem de yaşayış tarzı bakımından burjuva sınıfının bir parçası oldukları gerçeğidir. Yoksa kimse Ergün Atalay'ın Adapazarı'ndaki evinin bir sırça köşk olduğunu iddia etmiş değildir. Fakat verdiği yanıt Ergün Atalay'ın meseleyi bu şekilde görmeyi tercih ettiğini göstermektedir.

Ergün Atalay eğer kelime oyunlarından medet ummuyorsa, Adapazarı'ndaki evinin camdan mı yoksa betondan mı olduğundan söz etmeyi bir kenara bırakmalı, onun yerine işçi ve emekçileri bugün sahip olduğu yaşam tarzı ve yaşam düzeyi ile ilgili olarak bilgilendirme yoluna gitmelidir. Bunun için örneğin son bir aylık toplantı ve görüşme takvimini açıklayabilir. Ya da kendisinin ve sendikasının harcamalarıyla ilgili bir dökümü kamuoyuyla paylaşabilir. Hepsinden de önemlisi yakın zamanda işçi sınıfının karşı karşıya olduğu temel sorunlarla ve can alıcı saldırılarla ilgili neler yaptığını/yaptıklarını anlatan bir faaliyet raporunu işçilerin önüne koyabilir. Bunu samimiyetle yaptığında gerek yaşam düzeyi ve tarzı, gerekse düşünsel anlamda işçi sınıfından ne denli kopuk olduğu da daha rahat görülecektir. İşte sırça köşk budur. Sırça köşk, sınıftan uzaklarda, burjuvazinin dünyasına ait bir yerlerde olmaktır. Ve Ergün Atalay bu köşkün en üst katında yaşayanlardan biridir.

Kanlı elleri sıkmak, cinayet ve katliamları onaylamaktır

Ergun Atalay'ın bize ilettiği açıklamada, “Bir diğer asılsız iddia da sayın Mehmet Ağar'a ve onun gibi değerli parti başkanlarımıza demiryollarının 150. kuruluş yılı nedeniyle yaptırılmış olan 15 YTL değerindeki Serkisof marka saatlerin hediye edilmesidir” şeklinde bir cümle geçiyor.

Atalay bizi bir kez daha “asılsız iddia”da bulunmakla suçluyor. Oysa kendi açıklamasında bu cümleden hemen sonra yer alan “Bu saatler, maddi değeri son derece cüzi olan yalnızca TCDD'nin 150. kuruluş yılı sebebiyle hatıra amacıyla hediye edilmiştir” sözleri de gösteriyor ki ortada asılsız bir iddia yoktur. Gerçekten de Ergün Atalay, Demiryol-İş Sendikası Genel Başkanı sıfatıyla Mehmet Ağar'a bu saatlerden hediye etmiştir. O halde tartışma konusu olan nedir?

Açıklamanın karmaşık dilinden anlayabildiğimiz kadarıyla Ergün Atalay'ın burada anlatmak istediği, Mehmet Ağar'a ve başkalarına hediye ettikleri Serkisof marka saatlerin değerinin “son derece cüzi” oluşudur. Kızıl Bayrak'taki yazıda yer alan “Ergün Atalay'ı, ‘bin operasyon' yapmakla övünen katil Ağar'a demiryolları ile özdeşleşen Serkisof marka köstekli saat hediye ederken görebilirsiniz” cümlesini okuyan Ergün Atalay, anlaşılan o ki kendisini Ağar'a pahalı bir hediye vermekle eleştirdiğimizi düşünmektedir. O yüzden de saatlerin değerinin 15 YTL olduğunu özellikle vurgulama gereği duymuştur.

Oysa bu konuda bizim derdimiz hediye edilen saatin markası ya da fiyatı değildir. Bizim eleştirdiğimiz şey, bir sendikanın Mehmet Ağar gibi bir insanla kurduğu ilişkinin düzeyi ve biçimidir. Düşünün ki bu ülkede Mehmet Ağar adı yargısız infazlarla, faili meçhul cinayet ve katliamlarla hatırlanmaktadır. Ve bu ülkede Susurluk'tan söz edildiğinde hemen herkesin aklına ilk gelen isimlerden biri Mehmet Ağar'dır. Mehmet Ağar'ı sahiplenmek onun kirli kanlı geçmişini sahiplenmektir. Mehmet Ağar'ı ödüllendirmek, Susurluk'u ödüllendirmektir.

Sermayeyi temsil eden herhangi bir kurum ya da partinin Mehmet Ağar'ı sahiplenmesinde, baştacı etmesinde anormal bir durum yoktur. Nihayetinde Mehmet Ağar bütün bu kirli-kanlı icraatlarıyla sermayeye hizmet etmiştir. Fakat bir işçi sendikası aynı şeyi normal bir davranış olarak göremez ve gösteremez. Sermayenin eli kanlı bir uşağını bu şekilde muhatap alamaz, onun elindeki kanı kendi eline bulaştıramaz. Eğer yaparsa da bu davranışıyla işçi sınıfına değil sermayeye hizmet ettiğini ortaya koymuş olur. Söylemeye çalıştığımız şey budur.

Demiryolu işçisinin hiçbir sorunu yok mu?

Ergün Atalay'ın Kızıl Bayrak'taki yazılara ilişkin yanıtı 6 Ekim 2006 tarihini taşıyor. Kendisi aynı gün TRT 2 kanalında yayınlanan “Hayat Akarken” programının da konuğuydu. Programda demiryolları üzerine konuşan, Demiryol-İş Sendikası'ndan söz eden Ergün Atalay konuşmasının bir yerinde “demiryolu işçisinin maddi ya da manevi bir sorunu olmadığını, kar demeden, sıcak demeden gece gündüz çalıştıklarını” ifade etti.

İşçilerin hak ve çıkarlarını korumayı, çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirmeyi görev edinmesi gereken bir sendika başkanı, sırf hükümete yaranmak için “demiryolu işçisinin maddi ya da manevi bir sorunu yoktur” diyorsa artık orada fazla söze gerek kalmamaktadır.

Üstelik Ergün Atalay'ın bu konuşması aynı gün Kızıl Bayrak'a gönderdiği yanıtla da açık bir biçimde çelişmektedir. Düşünün ki Ergün Atalay televizyondaki programda sorunların, mücadelenin adını dahi ağzına almamakta, bunun yerine tatlı tatlı demiryolları sektöründen, TCDD'nin daha yararlı olması için neler yapılabileceğinden söz etmekte, fakat Kızıl Bayrak'a gönderdiği yanıtta hak alma mücadelesinde işçileri bir an olsun yalnız bırakmayan, kararlı bir biçimde işçi sınıfının haklarını savunan sendikacı tablosu çizmeye çalışmaktadır. En kibar ifadeyle bunun adı tutarsızlıktır.

Savunma mı savurma mı?

29 Eylül tarihli Kızıl Bayrak'ta yayınlanan yazılarda Ergün Atalay sadece kişisel tutumları nedeniyle eleştirilmiyor. Ergün Atalay üzerinden Türk-İş yönetimi de eleştiriliyor. Bu eleştirileri özelleştirme saldırısı, kölelik yasası, SSGSS yasası ve emperyalist saldırganlığa karşı tutum gibi 4 ana başlık altında tasnif etmek mümkün.

Ne iyi ki Ergün Atalay da ilettiği açıklamasında Türk-İş'e ilişkin eleştirilere yanıtını bu dört temel başlık üzerinden ortaya koyuyor. Fakat bu yanıtlar hiçbir biçimde somut yaşananlardan hareketle söylenmiyor, söylenemiyor. Ergün Atalay her eleştiriye değinmek istiyor. Bir cümleyle giriyor. Hemen arkasından esip savurmaya başlıyor. Sonra da başka bir konuya atlıyor. Bu tüm metin boyunca böyle devam edip gidiyor. Sonuçta Ergün Atalay her konuya değinmiş fakat hiçbir şey söylememiş oluyor. Bu haliyle Ergün Atalay'ın yanıtı herhangi bir sendika bürokratından duymaya alıştığımız içi kof genel kurul konuşmalarını hatırlatıyor.

Özelleştirme saldırısında Türk-İş ne taraftaydı?

Örneğin özelleştirme konusunda. Sermayenin son iki yıldan bu yana hayata geçirdiği büyük özelleştirme saldırısının başarısında Türk-İş yönetiminin çok özel bir payının olduğu bugün herkesçe biliniyor. SEKA süreci herkesin gözü önünde yaşandı. Telekom, Tüpraş, Erdemir gibi büyük özelleştirme süreçleri herkesin gözü önünde yaşandı. Buraların tümünde örgütlü olan Türk-İş, tabandan gelen belli bir basınca rağmen bu özelleştirme saldırısı konusunda göstermelik eylemler yapmakla yetindi. Yapıldığı kadarıyla eylemlerin amacı tabandaki mücadele ve eylem enerjisini güvenli bir biçimde boşaltmak, beklentileri zamana yaymak ve sermayenin işini daha da kolaylaştırmaktı.

Özelleştirme konusunda hükümet ile Türk-İş yönetiminin aynı amaca dönük çalıştıklarını daha somut görmek isteyenler Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç ile Genel Mali Sekreter Ergün Atalay'ın 31 Mart 2005 tarihinde Ulaştırma Bakanı'nı ziyaret etmelerinin nedenini ve burada konuşulanları mutlaka öğrenmelidir. Türk-İş'in bu iki güzide yöneticisi Ulaştırma Bakanı'nı, “SEKA sorununun çözülmesinde gösterdiği yoğun çaba ve yakın alakadan dolayı” kendisine teşekkür etmek için ziyaret etmişlerdir. Salih Kılıç ziyaret sırasında yaptığı konuşmada “Türk-İş ve Seka çalışanları adına Sayın Bakan'a çözümü yönündeki dirayetli katkılarından dolayı ve çalışanlar açısından hem olumlu hem de onurlu bir şekilde çözüme kavuşturmak için harcadığı büyük emeğe teşekkür etmektir”demiştir. Bu ziyarette söylenen sözleri duyan SEKA işçileri Salih Kılıç hakkında ne söylemiştir onu da okuyucunun takdirine bırakıyoruz. Bitmedi. Salih Kılıç ve Ergün Atalay bu ziyarette Ulaştırma Bakanı'na bir de kahve fincanı hediye etmişler, fincanı verirken de “bu fincanlarla kahve içerken SEKA sorununu nasıl çözdüğünüzü, bizleri ve tüm çalışanları hatırlayın istiyoruz” demişlerdir. Bu teşekkür merasimi Türk-İş yönetiminin özelleştirmeye karşı mücadele konusunda nerede durduğunun en veciz bir anlatımıdır.

Yüzü tutmadığı için olsa gerek özelleştirme saldırısına karşı biz de şunu yaptık diyemiyor. Onun yerine “Özelleştirme mağduru olan işçiler için” hükümet yetkilileri ile görüştüklerini, yoğun çabalarla bunların çoğunu yeniden işe başlattıklarını vb. anlatıyor. Gene o ünlü 4-C maddesinin yürürlüğe girmesinde Türk-İş yönetiminin de önemli bir sorumluluğunun olduğunu söyleyemiyor. SEKA'da direnişi boğarak 4-C'nin önünü kendilerinin açtığını görmezden geliyor. Bunun yerine meselenin etrafından dolanarak “4-C mağduru olan işçiler için çalışmalarımız devam etmektedir” diyor.

Özelleştirme ve Türk-İş yönetimi ilişkisinde meselenin “ilginç” yanlarından biri de şu ki, Ergün Atalay, özelleştirme saldırısının gerisinde sadece ve sadece Özelleştirme İdaresi'nin olduğuna inanıyor! Son iki yılda özelleştirme konusunda topu topu üç-dört kez konuşmuş olan Ergün Atalay'ın bütün bu konuşmalarında hep de Özelleştirme İdaresi'nin suçlanması, hükümetten ya da İMF'den ise tek kelimeyle olsun söz edilmemesi işin traji-komik yanını oluşturuyor. Doğrusu TÜPRAŞ özelleştirmesi konusunda bile tüm sorumluluğu ÖİB'nın sırtına yıkmayı başaran Ergün Atalay'ı bu zihinsel kıvraklıktan dolayı takdir etmek gerekiyor. Hükümetin arka bahçesinde sendikacılık yapmak da zaten böyle bir zihinsel kıvraklık gerektiriyor.

Kölelik ve sosyal yıkım yasaları ve Türk-İş'in tarihsel ihaneti

Kölelik Yasası'nın kabulü, büyük özelleştirmelerin birbirinin peşi sıra başarıyla hayata geçirilmesi ve nihayet “Sosyal Güvenlik Reformu”nun yasalaşması... İşçi sınıfının en önemli tarihsel hak ve kazanımlarının önemli ölçüde gaspı anlamına gelen bu politikalar hayata geçirilirken Türk-İş yönetimi mücadeleyi güçlendirmeye dönük hiçbir samimi çaba ortaya koymadı. Yapıldığı kadarıyla eylemler, alınan kararlar vb. ise daha çok durumu kurtarmaya, göz boyamaya ya da yıpranan güveni tazeleyerek inisiyatif kazanmaya yönelikti.

Fakat Ergün Atalay böyle söylemiyor. O bambaşka bir tablo çiziyor. Örneğin kölelik yasası konusunda Türk-İş'in “ne gerekiyorsa yaptığını” söyleyebiliyor. Sosyal yıkım yasası konusunda ise “Türk-İş olarak görüşlerimizi bildirdik ve sonuna kadar da işçilerimizin aleyhine olan tüm hükümlere karşı yüksek sesle tepkimizi dile getirdik” diye gönül rahatlığıyla konuşabiliyor. Peki bütün bu sözlerine somut dayanaklar, yaşamın içinden örnekler gösteriyor mu, tabii ki hayır. Kısacası bunun adı desteksiz atıştır. Ergün Atalay'ın bu konuda Başbakan'dan çok şey öğrendiği anlaşılmaktadır.

Hele bir laf var ki bunu desteksiz atışlarıyla, düşüncesiz sözleriyle ünlenmiş Başbakan bile söylemez. Ergün Atalay, hızını alamamış olacak ki, “Hiçbir zaman işçilerimizi mağdur etmedik” diyor. Bunu Türk-İş gibi bir konfederasyonun yöneticisi olarak, milyonlarca işçinin yoksullukla, işsizlikle boğuştuğu, çalışma ve yaşam koşullarının saldırı politikaları nedeniyle cehenneme dönüştüğü bir süreçte söyleyebiliyor ve insanlardan bu lafa inanmasını bekleyebiliyor.

Dönüp bakıldığında, Ergün Atalay'ın, Türk-İş'i savunma adına desteksiz atışlara, çarpıtmalara ve laf kalabalığına başvurması aslında bir çaresizliğin ürünüdür. Bugün gelinen süreçte Türk-İş'in pratiğini ve sendikacılık anlayışını sınıf adına olumlamak, olumlu göstermek hiç olmadığı kadar zorlaşmıştır. Geleneksel sendikal hareket, çürümeyi, sınıftan kopuşu ve çöküşü birarada yaşamaktadır. Devrimci temellerde yeni bir sınıf hareketinin kurulması çabası, artık tümüyle sermayenin denetimine girmiş geleneksel sendikal anlayışla ve sendikal ihanet çeteleriyle hesaplaşma boyutunu da içermektedir.

-------------------------------------------------------------------------------------

Ergün Atalay tarzı sendikacılık

“Geçtiğimiz günlerde TÜRK-İŞ Yönetim Kurulu olarak Sayın Başbakan'a bir ziyarette bulunduk. Bu ziyaret çalışma yaşamında acil çözüm bekleyen bazı sorunlarımızı gündeme getirmek ve bunlara kalıcı çözümler bulmak açısından son derece önemliydi. Özellikle kamuda çalışan geçici işçilerin kadroya alınması konusunda Sayın Başbakan'ın verdiği kesin talimat bizim için büyük bir moral oldu.

Kamuda çalışan geçici işçilerin kadro konusu Sendikamızı da yakından ilgilendiriyor. Bu yıl, yaptığımız girişimler sonucu, ek geçici işçi kontenjanı alımı konusunda çalışmalar başladı. Hem Sendikamız ve hem de Bakanlık tarafından bu girişim takip ediliyor. Yakında sonuçlanmasını umduğumuz bu konu çözüme kavuşturulduğunda, bugüne kadar yetersiz olan geçici işçi kontenjanımızın 2006 yılı için yeterli seviyeye geleceğini umuyoruz...

… geçici işçi kontenjanı konusu bizim için hayati önemde. Bir de Sayın Başbakan'dan aldığımız sözün sonucunda bu geçici işçilerimiz için kadro alırsak, çok önemli bir görevi alnımızın akıyla tamamlamanın mutluluğunu yaşarız. (…)

Bütün bunlar Hükümetin demiryollarına, bugüne kadar benzeri görülmemiş bir biçimde verdiği önemin göstergesi. Bu açıdan son derece mutluyuz, umutluyuz. Sayın Başbakanımızın, Ulaştırma Bakanımızın ve Hükümet üyelerinin bu ilgileri biz demiryolcuları sevindirmiş, geleceğe umutla bakmamıza vesile olmuştur.

Bu memnuniyetimizi anlamlı kılmak için 27 Haziran Çarşamba günü Sayın Başbakanımızı İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda ziyaret ettik. Başkanlar Kurulu üyelerimizin de katıldığı bu ziyarette, demiryollarımızın geleceği açısından ne kadar umutlu olmamız gerektiğini bir kez daha anlamış olduk. Sayın Başbakan, demiryolu sorununu ülkemizin temel sorunlarından biri olarak görüyor ve geliştirilmesi için ne gerekiyorsa yapılması için çaba gösteriyor. Biz de kendisine tüm demiryolları topluluğu adına şükranlarımızı sunuyoruz. (…)

Türk işçisinin istikrara ihtiyacı var. Çünkü istikrar olmazsa huzur olmaz, güven olmaz, sağlıklı bir işleyiş olmaz. İstikrar olmazsa kargaşa olur, belirsizlik olur, güvensizlik olur.”

(www.demiryolis.org.tr adresinden alınmıştır...)

------------------------------------------------------------------------------------

Akmercan işçilerinden açıklama

Sendikalaştıkları için işten atılan ve yaklaşık 100 gündür direnişte olan Akmercan Temizlik işçileri bir süre önce silahlı saldırıya uğramışlardı. Direnişçi işçiler 17 Ekim günü saldırıyla ilgili bir basın açıklaması yaptılar.

İHD'de düzenlenen basın açıklamasında konuşan Akmercan işçileri sözcüsü Abidin Ateşoğlu olayı şöyle aktardı: “9 Ekim Cumartesi günü içerisinde toplam altı kişi bulunan iki sivil araç çadırın yakınlarında durdu. Daha sonra bir kişi elindeki silahı önce çadıra doğru yöneltti. Fakat çadırın yanında bulunan ve bir işçi arkadaşın kızı olan Merve Altun'un bu kişileri görmesi üzerine silahı havaya doğrultup, üç el ateş ettiler ve hızla araçlara binip uzaklaştılar.”

Bu saldırılarla direnişin gücünü kırmayı amaçladıklarını belirten başka bir Akmercan işçisi ise, “100 günden beridir çadırdayız. Bize iki yönlü baskı uygulanıyor. Birincisi bu şekilde saldırılar ikincisi ise polisin çadırımıza yönelik yaptığı baskı. Bu saldırı bizim sayımızı azalttı fakat yeniden bir çalışma başlatacağız ve eskisi gibi tekrar arkadaşlarımızı çadıra taşıyacağız” dedi.

Son olarak “Bizim tek derdimiz işimizin geri iade edilmesi değil. İşçi sınıfının toplam kazanımıdır. Atılan bu üç el silah Türkiye işçi sınıfına atılmıştır. Bu çadırdan niye bu kadar korkuyorlar. Çünkü bu çadırın adı direniş çadırı. Onlar vazgeçmemizi istiyorlar” diyen Abidin Ateşoğlu, mahallelerde ajitasyon konuşmaları ve bilgilendirme çalışmaları yaptıklarını, bundan sonra çalışmalarını dernekleşerek sürdüreceklerini, bir kere daha direnişlerine sahip çıkan Esentepe halkına teşekkür ettiğini ekleyerek basın açıklamasını bitirdi.

Kızıl Bayrak/İstanbul