19 Mart 2005
Sayı: 2005/11 (11)


  Kızıl Bayrak'tan
  SEKA direnişinin göst. ve özelleştirme karşıtı mücadele
  Özelleştirme saldırısında yeni adımlar
  Yeni soruşturma dalgası ve görevler
  Baskılar devrimci gençliği yıldıramaz!
  İÜ’de soruşturma terörü ve hukuksuzluğa eylemli protesto
  Ankara’da gençlik eylemine polis saldırısı
  TÜSİAD’ın sahte demokrasi sevdası
  10. yılında Gazi katliamı lanetlendi
  “Gazi’nin/1 Mayıs’ın hesabı sorulacak!”
  Süleyman Çelebi kimin başkanı?

  Samet Kalıp işçilerine çağrı

  Aster işçisinden zamsız çalışmaya tepki
  Dehaklar’a karşı Demirci Kawalar’ın
birliği!
  Ulusal sorun ve Kürt hareketi/6: “Demokratik uygarlığın sağ kanadı”
üzerine tamamlayıcı düşünceler
  EKİM’den ; "Sosyal devletin" ve sosyal barışın sonu
 Filistin halkı dayatmalara boyun eğmeyecek!
Irak; Kukla mecliste
pazarlıklar sürüyor
 Arjantin; Devlet Başkanı halka Shell’i boykot çağrısı yaptı
“ESP fenomeni” ya da
fırsatçı samimiyetsizliğin son örneği
Devrimci tutum ve gericilik
İzmir'de 8 Mart
Katliamın adı: Nükleer santral
Cejna Newroz piroz be!
Ortadoğu’da tufan kapıda
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

“Sosyal devlet”in ve sosyal barışın sonu

Komünistler günümüz dünyası olaylarına her zaman olduğu gibi kapitalist-emperyalist sistemin temel çelişmeleri, bu çelişmelerin günümüzdeki durumu ve gelişme seyri üzerinden bakıyorlar. Olaylar karmaşası içinde kaybolmamanın, olup biten herşeyin sistemin içsel çelişmeleriyle kopmaz bağını gözden kaçırmamanın biricik gerçek güvencesidir bu.

Emek-sermaye cephesinde tarihi önemde gelişmeler

Emek-sermaye çelişkisi bu çelişmelerden ilki, en önemlisi, fakat şu sıralar üzerinde en az durulanıdır. Hiç değilse 11 Eylül'den ve özellikle de Ortadoğu'ya emperyalist müdahaleden beri dikkatler büyük ölçüde öteki iki çelişmeye, emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki çelişme ile emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmelere, bu çerçevede emperyalist tehdit, saldırı ve savaş sorunlarına kaymış bulunuyor. Bu doğal olarak emek-sermaye cephesindeki gelişmelere olan ilgiyi geri plana itiyor ve özellikle emperyalist ülkelerde sınıf mücadelesinin nispeten durgun görünümü bunu ayrıca kolaylaştırıyor.

Bunda kuşkusuz emek-sermaye çelişmesine salt gelişmiş kapitalist ülkeler üzerinden bakmadaki darlık ve tek yanlılık da önemli bir rol oynuyor. Oysa günümüz kapitalizmi bu çelişmeyi bağımlı ülkelerin önemli bir bölümü de içinde olmak üzere dünyanın geniş bir kesiminde toplumsal kutuplaşmanın ve çatışmanın temel ve belirleyici ekseni haline getirmiş bulunmaktadır. Türkiye'den Arjantin'e ve Brezilya'ya, Yunanistan'dan Güney Kore'ye ve Hindistan'a, Polonya'dan Malezya'ya ve Güney Afrika'ya kadar bu böyle. Ve bu gibi ülkelerde, emperyalizm ile halklar arasındaki çelişme, kendini artık temeldeki emek-sermaye çelişmesi üzerinden, onun belirleyiciliği altında ve bir yönüyle de onun kendine özgü bir yansıması olarak gösteriyor. Dolayısıyla emek-sermaye çelişmesinin dünya ölçüsündeki toplam seyrini bu ülkeleri kapsayacak bir çerçevede izlenmek, değerlendirilmek ve anlamlandırılmak durumundadır. Oysa bu, çoğu durumda ihmal edilebiliyor.

Kaldı ki bu çelişmenin seyrine yalnızca gelişmiş kapitalist ülkeler üzerinden baksak bile günümüz dünyasında bu alanda yine de son derece önemli gelişmelerin yaşandığını görmekteyiz. Sosyal çatışmanın bu cephesinde son 25 senedir, fakat özellikle de son 15 senedir yaşananlar, sistemin genel durumunu ve gidişatını doğru değerlendirebilmek için apayrı bir anlam ve önem taşımaktadır. Soruna salt sözkonusu çelişmenin kendini açık sosyal mücadeleler biçiminde ortaya koymasından, yani burjuvazi ile proletarya arasındaki çıplak sınıf mücadeleleri ve dolayısıyla işçi sınıfı hareketinin gelişim seyri üzerinden bakanlar, doğal olarak bu alandaki gelişmeleri tüm kapsam ve derinliğiyle görmeyi başaramazlar. Zira çelişmenin bu düzeyi, belirli bir gelişme aşamasını, yani çelişmenin kendini çıplak sınıf mücadelesi olarak ortaya koymasını anlatır. Bu ise, işçi sınıfının bu çatışmada temel bir taraf olarak kendi gücünü, eylem kapasitesini ve giderek iradesini göstermesi ölçüsünde gerçekleşir. Oysa olayların bugünkü aşamasında saldırıda ve dolayısıyla gücünü sergilemede inisiyatif neredeyse tümüyle burjuvazinin elindedir; saldırılar tek taraflı olarak ve oldukça kapsamlı bir biçimde ondan, burjuvaziden gelmektedir. İşçi sınıfı ise henüz tümüyle savunmadadır ve birçok durumda saldırının beklenmeyen ölçülerdeki kapsam ve şiddetinin şaşkınlığını yaşamaktadır.

Fakat bu özel ve geçici olgu, hiçbir biçimde emek-sermaye çelişmesinin günümüzde giderek şiddetlendiği ve tam da bu sayede, burjuvazi ile proletarya arasında yarının büyük çatışmalarını mayalayıp hazırladığı gerçeğini değiştirmemektedir. Bizzat burjuvazinin sonu gelmeyen saldırıları, bu çelişmedeki şiddetlenmenin hem kaynağı ve hem de kendine özgü bir görünümüdür. Kaldı ki, şu son zamanlarda nispeten hafiflemiş görünse de, yıllardır özellikle Avrupa'da işçi sınıfının saldırılara karşı duyduğu tepkiyi ortaya koyan sayısız grev ve kitle hareketi yaşanabilmiştir. Nispeten durgun geçen son bir yılın olayları bile bu konuda yeterince anlamlıdır. Avusturya gibi sosyal-barışın özellikle de sosyal-demokrasi tarafından iyi kurulduğu bir ülkede son elli yılın ilk genel grevi daha geçen yıl gerçekleşti ve bu, bu ülkedeki sosyal hoşnutsuzluğun vardığı ölçülere bir göstergeydi. Hollanda gibi rahatsız edici ölçülerde durgun bir toplumda bile geçen sonbaharda beklenmedik biçimde kendini ortaya koyan işçi eylemliliği, ancak provokasyon olması yüksek ihtimal dahilinde olan gelişmelerle kırılabildi. Almanya'da Opel gibi büyük bir işletmede ve üstelik sendikaya rağmen gerçekleşen yasadışı grev hareketi, Avrupa işçi sınıfının içinde bulunduğu hassasiyeti ve saldırılar karşısındaki eylem potansiyelini sergileyen kendi türünden bir başka örnek oldu. İtalya, Fransa, Yunanistan ve İspanya gibi işçi ve emekçi kitle hareketlerinin hiç eksik olmadığı ülkeleri ise burada yalnızca anmakla yetinebiliriz.

Emek-sermaye çelişmesi üzerinde öncelikle durmamızın gerisinde, salt bugünün konjonktüründe bu alandaki gelişmelerin büyük ölçüde gözden kaçması gerçeğinin ötesinde, daha da önemli ve temelli bir neden var. Bir süreden beridir artık kapitalist sistemin metropollerinde de işler iyi gitmemektedir, burada asıl önemli olan budur. Bizim emek-sermaye cephesindeki gelişmeler üzerinden asıl dikkati çekmek istediğimiz de esas olarak bu temel önemde olgudur. Onyıllardır etkili bir ideolojik silah ve pratik dayanak olarak iş gören “refah toplumu”nun ve “sosyal devlet”in temelleri çatırdamakta, dolayısıyla bunun olanaklı kıldığı “sosyal barış” da geride kalmaktadır. Ve bu, tam da burjuvazi cephesinde sonu gelmez bir biçimde gündeme getirilen sosyal saldırlar nedeniyle böyle olmaktadır. Burjuvazi kendi düzeninin onyılları bulan istikrarını adete kendi eliyle yıkmaktadır.

Elbette bu nedensiz değildir, burjuvazinin budalalığının ürünü hiç değildir. Kapitalist dünyada işlerin bugünkü seyri, sermayenin emeğe karşı bu haçlı seferini adeta bir zorunluluk olarak dayatmaktadır. Kapitalist ekonominin ve rekabetin bugünkü durumu, emekçilerin sosyal haklarını sistem için (bizzat sistem sözcülerinin ifadesiyle) artık bir “ayak bağı”, “taşınmaz yük” haline getirmiş bulunmaktadır. Dün sosyalizm tehdidi karşısında “sosyal devlet” ile övünen emperyalist ülkeler burjuvazisi, bugün artık onu kapitalist ekonominin sırtındaki “sosyal kambur” görmekte; ekonominin gelişme dinamizmini ve rekabet mücadelesini sınırlayan “ayak bağı” saymakta; silahlanma, nüfuz mücadeleleri, devletin tahkimatı ve tekellere teşvik için kullandığı devlet bütçesi için “taşınmaz yük” kabul etmektedir. Kapsamlı ve süreklilik kazanmış saldırılarla sözkonusu “ayak bağları” çözülmekte, “taşınmaz yük”ler burjuva devletinin sırtından atılmaktadır.

Özetle; dünya çapında sermayenin emeğe çok yönlü saldırısı artık genel bir nitelik taşımaktadır; bağımlı ülkeleleri olduğu kadar emperyalist ülkeleri de kapsamaktadır. Saldırının kapsamı ve dozu farklılaşmakla birlikte esası aynıdır, ekonomik ve sosyal yaşamın benzer alanlarında benzer sonuçlara yolaçmaktadır. Bu saldırıların bağımlı ülkelerdeki kapsamını, şiddetini ve onyıllardır süregelen ağır ve acılı sonuçlarını biliyoruz. Fakat artık belli bir süreden beridir bizzat en zengin kapitalist metropollerde de işçi sınıfının ve emekçilerin uzun yıllar boyunca tartışılmaz ve dokunulmaz kabul edilen kazanımları da aynı saldırının hedefi durumundadır. İşsizlik, sağlık ve emeklilik sigortalarında açılan büyük gediklerden çalışma saatlerinin yeniden uzatılmasına yönelik çabalara, ücretlerin sistemli biçimde ve sürekli olarak düşürülmesinden esneklik adı altında iş yaşamının alabildiğine keyfi kurallar bağlanmasına kadar bir dizi alanda kendini göstermektedir bu saldırılar. Saldırılardaki kapsam ve pervasızlık, bunun önümüzdeki yıllarda yeni düzeylere ulaşarak süreceği konusunda tereddüte yer bırakmamaktadır.

Bugün emperyalist ülke işçi ve emekçilerinin gitgide daha geniş kesimleri “gelecek güvensizliği” denilen kapitalizm koşullarına özgü o duygu ve endişenin pençesindedirler. Kapitalizmin yol arkadaşı olan işsizliğin ulaştığı boyutlar bile başlı başına bunun kaynağına ışık tutmaktadır. Zengin Avrupa'nın en güçlü ülkesi Almanya'da resmi rakamlara göre işsizlik 5 milyonun üstüne çıkmış bulunmaktadır ve bu tarihi bir rekor demektir. Birçok veri gerçek rakamın bunun iki katına yakın olduğu konusunda kuşku bırakmamaktadır. Daha da önemli olanı, bunun kronik bir hal alması, yıldan yıla artmasıdır. Kapitalist düzen bizzat kaynağı olduğu bu “sosyal bela”yı iş sahibi emekçiye karşı ayrıca bir silaha çevirmekte, onu ücretleri düşürmenin, sosyal hakları budamanın ve çalışma koşullarını ağırlaştırmanın günümüzdeki en etkili silahı olarak kullanmaktadır. Tekeller işçilerin karşısına ya koşullarımızı olduğu gibi kabul ederseniz, ya da işsiz yığınların arasına katılmak durumunda kalırsınız dayatması ile çıkmayı son zamanlarda genel bir davranış haline getirmişlerdir ve halihazırda bundan genellikle de sonuç almaktadırlar. Bu ise çalışma ve yaşam koşullarında sürekli bir kötüleşme demektir.

Düne kadar gelir uçurumu, zenginin daha çok zenginleşmesi ve fakirin daha çok fakirleşmesi denilen olgu, daha çok sistemin bağımlı ülkeler kategorisine özgü sayılırdı. Son 20-25 yıldan beridir, fakat özellikle de son on yıldan beridir bu artık emperyalist metropollerde de belirgin bir hal almıştır. Emekçi yalnızca düne kadar hep olduğu gibi nispi değil, artık mutlak anlamda da sürekli yoksullaşmaktadır. Tekellerin katlanan kârlarına işçilerin büyüyen yoksullaşması eşlik etmektedir.

19. yüzyılın ikinci yarısında Marksizm bayrağı altında siyaset sahnesine çıkan Avrupa sosyal-demokrasisi, 20. yüzyıla dönüldüğünde, işçilerin mücadeleyle elde edilmiş kısmi kazanımlarına dayanarak Marks'ın kutuplaşma teorisinin artık geçerliliğini yitirdiğini iddia etmiş, böylece burjuvazinin safına katılarak bildiğimiz şekliyle bir tarihi ihanet akımına dönüşmüştü. Ama bugün aynı Avrupa'da, mücadele ürünü tarihi kazanımları günden güne tırpanlanmaktadır ve işçinin mutlak yoksullaşması ile yıldan yıla artan sosyal kutuplaşma genel bir hal almış bulunmaktadır. Dahası, bu sonuçları yaratan sermaye saldırılarını, öteki burjuva partileriyle nöbetleşe olarak, bizzat aynı sosyal demokrasi hayata geçirmektedir.

Saldırıların siyasal cephesi

İktisadi ve sosyal cephedeki bu gelişmeleri siyasal cephede yaşanan ve önemi küçümsenmemesi gereken gelişmeler tamamlamaktadır. Bunların başında demokratik hak ve özgürlüklerin sistemli biçimde sınırlandırılması, polis rejimi uygulamalarının kimi zaman açık kimi zaman sinsice fakat adım adım yaygınlaştırılması gelmektedir. Emperyalist metropollerde “anti-terör” yasalarının ardı arkası kesilmiyor ve bu doğrultudaki her yeni yasal düzenleme, temel hakların sinsi biçimde sınırlanması anlamına geliyor.

Bu saldırıların şimdilik (ve özellikle de 11 Eylül'den beri), “teröre karşı mücadele” ve “toplumun güvenliği” demagojisiyle gerekçelendirilip gerçekleştirilmesi, gerçekte iktisadi saldırıları organik olarak tamamlayan niteliğini gözlerden gizleyebiliyor. Bu doğrultuda peşpeşe yapılan yasal düzenlemelerin şimdilik daha çok “teröre karşı” uygulanıyor gözükmesi de izlenen gerçek amacı gizlemeyi kolaylaştırıyor. Oysa tüm bunların yarın kendini daha etkin ve zorlayıcı biçimde gösterecek olan sosyal mücadelelere yasal ve kurumsal ön hazırlık niteliği taşıdığına zerre kadar kuşku yoktur. Tarihi boyunca burjuvazi bu türden yasal ve kurumsal önlemleri hep de öncelikle böyle uç hedefler üzerinden gündeme getirmiş, böylece onlara belli bir kolaylıkla meşruiyet sağlamış, fakat günü geldiğinde bunları, gerçek hedef olan ilerici-devrimci toplumsal muhalefete yöneltmiş, sınıf ve kitle hareketine karşı etkili silahlar olarak kullanmıştır.

Temel demokratik hak ve özgürlüklere yönelik olarak başlamış bulunan bu saldırı, bugüne kadar özellikle Avrupa üzerinden idealize edilen burjuva demokrasisinin gitgide daha çok zaafa uğraması anlamına geliyor.

Öte yandan bugün emperyalist metropollerde parlamenter rejim inandırıcılığını, dolayısıyla gücünü ve etkisini gitgide daha çok yitirmektedir. Burjuva düzenin kendi içinden emekçilere sunabileceği inandırıcı bir politik alternatif kalmamıştır artık. Yıllardır yığınları aldatmaya dönük yalan vaatlerle birbirinden hükümeti devralan partiler sonuçta aynı temel politikaları izlemekte, böylece inandırıcılıklarını, dolayısıyla kitlelerin güvenini yitirmektedirler. Oysa burjuvazi ikinci emperyalist savaş sonrasında ve onyıllar boyunca, özellikle de sosyal-demokrasi sayesinde, işleri bu cephede hayli kolay bir başarıyla götürebiliyordu. Gelinen yerde artık eski kolaylıkla götüremiyor, gitgide daha çok zorlanacağının işaretleri çoğalıyor. Burjuva parlamenter sistemde zaafiyet noktaları günden güne artıyor. Sisteme ve sistem partilerine ilgi ve güven sürekli zayıflıyor. Bu henüz bir yönetim krizi olarak nitelenecek boyutlardan çok uzaktır, fakat eski yönetim rahatlığının kaybedilmekte olduğu da bir gerçektir.

Burjuva partilere duyulan güvensizlik ve bunun bir uzantısı olarak seçimlere katılımda yaşanan büyük oransal düşüşler, burjuva parlamenter sistemin kitleler nezdinde anlamını ve inandırıcılığını gitgide daha çok yitirmekte olduğunun en dolaysız göstergesidir. Bunun kaynağında, tüm kanatlarıyla burjuva düzen partilerinin gittikçe daha çok aynı çizgide, egemen burjuvazinin temel ihtiyaçları ve dönemsel tercihlerini ifade eden program ve politikalarda birleşmeleri ve böylece aynileşmeleri vardır. Belirgin bir örneğini yıllardır (12 Eylül sonrasından bugüne 20 yılı aşkın bir süredir) Türkiye üzerinden izlediğimiz bu durum, tüm kanatlarıyla burjuva düzen partilerinin aynı gerici emek düşmanı programda tekleşmeleri, gerçekte yaygın bir uluslararası olgudur.

Avrupa'da bu özellikle belirgindir. Birçok ülkede burjuva siyasal sahnenin farklı kanatları artık “aynı şeyleri daha iyi yapmak” iddiasıyla birbirlerinden nöbeti devralmaktadırlar. İşçi ve emekçilerin çıkar, istem ve özlemlerine zerre kadar aldırmaksızın burjuvazinin saldırı programlarını pervasızca uygulamak, bu partilerin tümünün ortak tutum ve davranışıdır. İngiltere'de Tony Blair hükümetlerinin Thatcher dönemini aratmaması, dahası dünya politikasında ABD emperyalizminin tüm saldırı ve savaş politikalarını etkin biçimde paylaşmaları; Almanya'da sosyal demokrat-yeşiller koalisyonunun sağcı hükümetlerin kolay kolay cesaret edemeyecekleri sosyal saldırı programlarını uygulamaları, Almanya'yı ikinci dünya savaşından beri ilk kez sıcak bir emperyalist savaşa bizzat sokmaları ve Alman askeri birliklerinin işgal gücü olarak dünyanın birçok bölgesine (30'a yakın ülkeye!) göndermeye önayak olmaları, sözünü ettiğimiz olgunun yeterince açıklayıcı örnekleridir.

Bütün bunlar gitgide işçi ve emekçilerin daha geniş kesimlerini burjuva siyaset sahnesi üzerinden alternatifsiz bırakmakta, bu ise ya kitle hareketlerine ya da tersinden apolitizme, siyasete ve siyasal kurumlara ilgisizliğe yolaçmaktadır. Her iki durumda burjuva parlamenter kurumlara olan ilgi ve güven zayıflamakta, bu seçimlere katılım oranlarındaki önlenemeyen düşüşler üzerinden açıkça yansımaktadır. Bugün Avrupa'da burjuvazinin kitlelerin önüne sürebileceği hiçbir gelecek umudu ve projesi kalmamıştır. Bizde büyük umutlara konu edilen AB oluşumunu Avrupalı emekçiler belirgin bir ilgisizlikle karşılamaktadırlar. (Geçen yıl Polonya'da yapılan AB referandumu yeterli katılım sağlanabilsin diye alışık olmadık bir uygulama ile iki gün sürmüştü. Geçtiğimiz günlerde İspanya'da yapılan AB Anayasası referandumuna katılım %50'nin altında oldu ve bunun da ancak %60'ın biraz üzerinde bir kesimi “evet” oyu kullandı!) Zira onlar AB'nin sosyal hakların budanması ve yaşam koşullarının kötüleşmesi ile aynı anlama geldiğini kendi öz deneyimlerinden biliyorlar. (Buna yalnızca bir örnek: Haftalık çalışma saatlerini düşürme mücadelesi ‘70'li ve ‘80'li yıllarda “35 saatlik çalışma haftası!” talebine dayanmıştı ve bu doğrultuda ilk kazanımlar da ‘90'lı yıllarda elde edilmişti. Oysa şimdi “AB müktesabatı çerçevesinde” 48 saate kadar yükseltilebilmesinin önü ilke olarak açılmış durumda ve çalışma süreleri birçok sektörde parça parça yeniden uzatılmaktadır da. Cumartesi'nin fiilen tatil günü olmaktan çıkarılması da buna dahil. AB'nin Avrupa'ya ne türden bir çalışma düzeni getirdiği konusunda fikir edinmek isteyenler, bilinçli işçilerin “kölelik yasası” olarak nitelediği bizdeki yeni iş yasasına bakabilirler.)

Devrim-reform diyalektiğinin tersten kanıtlanması

Tekelci sermayenin emeğe bu saldırısı her yeni günde kapsam ve nitelik olarak şiddetlenerek sürecektir. Zira ilkin, emperyalist burjuvazi buna mecburdur ve ikinci olarak, bugün bu saldırılar için, daha doğrusu bunları başarıyla gerçekleştirmek için geçmişte kolayca hayal edemeyeceği tarihi olanaklara sahip olduğunu düşünmektedir.

Mecburdur diyoruz; zira ekonomik bunalım, bu bunalımın emekçilere fatura edilmesi; yine bunalımın gündeme getirdiği kapitalist ekonominin yeniden yapılandırılması ihtiyacı; dünya ölçüsünde günden güne şiddetlenen dişe diş ekonomik ve ticari rekabet; ve nihayet, ağır bir mali faturası da olabilen siyasal nüfuz mücadeleleri, bu mücadelelerin kışkırttığı silahlanma yarışı ve bunları tamamlayan öteki siyasi-askeri harcamalar, tümü birarada, emeğin ağır sömürüsünü gerektirmektedir. Bu ise bir yandan işçi sınıfı üzerindeki dolaysız kapitalist sömürünün (düşük ücretler, daha uzun çalışma saatleri, keyfi ve kuralsızca çalışma koşulları yoluyla) ağırlaştırılmasına, öte yandan ise artık “yük” kabul edilen bir dizi sosyal hak ve kazanımın “reform” adı altında sistemli biçimde kemirilmesine, kısıtlanmasına ya da giderek tümden gaspına yolaçmaktadır.

Öte yandan burjuvazi, bu kapsamlı saldırı için uygun tarihi koşulların oluştuğuna, geçmişin farklı koşullarında işçi sınıfı ve emekçiler tarafından kazanılmış hak ve kazanımları ortadan kaldırmak için bunun bulunmaz bir tarihi fırsat olduğuna da inanmakta, bu çerçevede saldırıları kolayca gerçekleştirilebilir olarak görmekte, pervasızca gereğini yapmaktadır. Kapsamı ve şiddeti günden güne artan saldırıların her yeni hamlesi ise ona bu konuda yanılmadığını göstermekte, böylece yeni saldırılar için onu daha da cesaretlendirmektedir. Son onbeş yıl içinde bu saldırıların yıldan yıla artarak ve yeni yeni alanları kapsayarak sürmesi de açıkça bunu göstermektedir.

Genel planda ele alındığında işçi sınıfının ve emekçilerin kapitalist sistem içindeki iktisadi, sosyal ve siyasal kazanımları, hiç de kolayından burjuvazinin bir ihsanı değil, fakat uzun onyılları bulan zorlu sınıf mücadelelerinin ürünü olmuşlardır. Bu tarihsel gerçek sermayenin bugünkü saldırılarına ilişkin hemen her ilerici-devrimci değerlendirmede haklı olarak dile getirilmektedir. Fakat bu çerçevede altı özel olarak çizilmesi gereken temel önemde bir nokta, gerek bu kazanımların geçmişte elde edilmesinin ve gerekse de aynı kazanımların bugün yitirilmesinin dünya ölçüsündeki sınıf mücadelesinin genel durumuyla kopmaz ilişkisidir. Gelişmiş kapitalist ülkeler sözkonusu olduğunda özellikle geçerli olan bu olgu, tam da bu ülkelerdeki kazanımların en ölçüsüz saldırılara konu olduğu bugün özellikle gözönünde bulundurulmalıdır.

Dünya ölçüsünde sosyalizm güçlü ve prestijli bir akım iken, devrimci sınıf mücadeleleri dünyanın dört bir yanında çeşitli biçimleriyle sürüyorken, bunun önemli yansımalarından biri olarak ön saflarını komünistlerin tuttuğu uluslararası devrimci işçi hareketi güçlü ve örgütlüyken, metropol ülkelerin emperyalist burjuvazisi kendi ülkesindeki işçilerin sınırlı mücadelelerini bile onları tatmin edecek ve yatıştıracak, böylece sisteme bağlayacak tavizlerle karşılama yoluna gidebilmiş, gitmek zorunda kalmıştı. Savaşı izleyen birkaç onyılın kapitalist büyüme dönemi (ve bu dönemin keynesyen ekonomik politikaları) bunu ayrıca kolaylaştırmış olsa bile, kurumlaşan ve “sosyal devlet” olarak devrim ve sosyalizme karşı bir savunma siperi haline getirilen iktisadi ve sosyal reformların gerisinde, temelde bu, yani dünya devrim sürecinin dolaysız basıncı vardı. Bağımlı ülkelerde yaygın biçimde gericilik, beyaz terör ve faşist diktatörlük rejimleri ile karşılanan bu basınç, metropol ülkelerde iktisadi-sosyal tavizler/reformlarla çelişkilerin yumuşatılması, böylece emekçilerin yatıştırılması yoluyla göğüslenmişti.

Buradan bakıldığında, işçi sınıfı ve emekçilerin metropol ülkelerdeki kazanımları, dar anlamda her bir ülkenin kendi işçi ve emekçilerinin verdikleri ulusal mücadelelerin ürünü olmaktan çok, büyük ölçüde dünya ölçüsündeki devrimci sürecin yan ürünleriydiler. Buna elbette her bir ülkenin kendi içindeki sınıf mücadeleleri de dahildi, ama tayin edici çerçeve uluslararası çapta, yani dünya ölçüsünde oluşmaktaydı. Dolayısıyla burada sözkonusu olan, devrim-reform diyalektiğinin uluslararası düzlemdeki işleyişi ve sonuçları idi. Sosyalizme yönelen toplumlardan ve etkili sosyal ve siyasal mücadelelere sahne olan bağımlı ülkelerden gelen basınç, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının örgütlü basıncı ile de birleşince, sosyal tavizler vermek ve giderek bunu bir politika (“sosyal devlet”) olarak da benimsemek, hele de kapitalist genişleme konjonktürü bunu kolaylaştırıyorsa, batılı burjuvazi için tutulabilecek en uygun yol olmuştu.

‘70'li yılların ortasında patlak veren ve hala da aşılamayan yeni ekonomik bunalımla birlikte bu yolun sonuna gelinmiş oldu. Emperyalist burjuvazinin ‘80'li yıllarla birlikte başlayan neo-liberal saldırısı bunun ifadesi ve ilanıydı. Neo-liberal saldırının anlamı işçi sınıfının ve emekçilerin sosyal kazanımlarının sistematik biçimde gaspedilmesinden başka bir şey değildi.

Aynı yıllar dünyada devrim dalgasının düşmesi ve gerçekte ne olduğundan bağımsız olarak, sosyalizm alternatifini simgeleyen Sovyet Bloku'ndaki bunalımın ağırlaşmasıyla karakterize olmaktaydı. ‘80'lı yılların sonunda Sovyet blokunun dağılmasına varan tarihi önemdeki bu gelişmeler, gündemdeki neo-liberal saldırıyı ayrıca kolaylaştırıyordu.‘89 çöküşü ile bunu izleyen uluslararası gericilik dalgası ortamında devrim ve sosyalizm akımının tümden güçsüz duruma düşmesinden sonra ise, uluslararası sermayenin kapsamlı saldırısı karşısında ortada neredeyse hiçbir engel kalmadı. Ortada bir engel kalmadığı gibi, tam da bu aynı gelişmelerin bir sonucu olarak kapitalist dünyadaki iç çelişmelerin önünün açılması ve bunun bir parçası olarak iktisadi rekabetin iyice şiddetlenmesi, beraberinde sosyal saldırının da şiddetlendirilmesini getirmiş oldu.

Böylece uluslararası devrimci dalganın yükselişiyle karakterize olan ortamda verilen tavizler, bu dalganın kırıldığı tarihi koşullarda bir bir geri alınmaya başlandı. Zamanında devrimci sürecin yan ürünü reformlar olarak kazanılanlar, artık karşı-devrimci sürecin ürünü “reform” politikalarıyla kısıtlanmakta ya da tümden gaspedilmekteydi. Bugün hala da bu sürecin içindeyiz ve saldırıların günden güne ağırlaşarak sürdüğünü görüyoruz.

Bugün dünya ölçüsünde sermayenin sonu gelmeyen, tersine kapsamı ve dozu yıldan yıla artan saldırısının genel tarihi çerçevesi budur. Düne kadar kapitalizm kendi emperyalist metropollerinde yarattığı sözde “sosyal” cennetlerle övünebiliyor, bunu kendi işçi sınıfını baştan çıkarmanın ve kendine bağlamanın bir aracı olarak kullanabiliyor, dünya ölçüsündeki çatışmada devrim ve sosyalizm akımı karşısında bunlara dayanarak tutunmaya çalışıyordu. Bugün buna artık ne gerek duyuyor, ne de kapitalist dünyada işlerin gidişatı (neredeyse 30 yıldır aşılamayan ekonomik durgunluk ile emperyalist tekeller, onlar üzerinden emperyalist ülkeler arasında günden güne sertleşen iktisadi rekabet) buna imkan veriyor.

Düne kadar bağımlı ülkelerdeki ağır sömürü ve sefalet koşulları, batılı işçinin kendi durumundan hoşnutluk duymasının ve burjuva düzenle barışık yaşamasının nedeni idi. Bugün aynı koşullar emperyalist burjuvazinin onu sosyal hakların sınırlandırılması, düşük ücretlere ve ağır çalışma koşullarına razı etmesinin dayanağıdır. Zira tam da bu koşullar ücretleri düşürmenin ve hakları gaspetmenin dayanağı olarak kullanılmaktadır. Alman otomotiv tekelleri, ya koşullarımıza boyun eğerseniz ya da fabrikalarımızı Polonya'ya (ya da örneğin Güney Afrika'ya, Çek Cumhuriyeti'ne vb.) taşırız diyerek, Alman otomotiv işçisine kapitalizmin ne demek olduğunu bizzat öğretiyorlar. AB projesinin bizdeki AB'ci liberal sol tarafından bile bile gözden kaçırılan temel önemde bir özelliği de işte budur. Birleşik Avrupa, Polonya işçisi Alman işçisi düzeyine çıkarılarak değil, bunun tam tersi yapılarak, Alman işçisinin düne kadarki çalışma ve yaşam koşulları gitgide daha çok Polonya işçine yaklaştırılarak kuruluyor. Bu özelliği ile AB bir refah projesi değil, fakat sosyal kazanımları budama projesi olarak iş görüyor.

Bu aynı gelişmeler, batılı işçi sınıfı ile dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin geriye kalanı arasında çıkar ve kader birliğinin objektif koşullarını da yeniden güçlendiriyor. Artık bağımlı ülkeler işçisinin sefaleti emperyalist ülke işçileri için kolay taviz (ve “sosyal refah”) nedeni değil, tam tersine, hakların kolay gaspı ve yaşam koşullarının günden güne ağırlaşması anlamına geliyor. Almanya ile Polonya ya da Güney Afrika ilişkisi bunu anlatıyor (aynı ilişki Avrupa ile Uzak Asya, ya da ABD ile Latin Amerika ve Uzak Asya olarak kurulabilir). Batılı işçiler kendi çıkarları ve kaderleriyle dünyanın geriye kalanı arasındaki bağa ilgisiz kaldıkları ölçüde, bunun faturasını kendi çalışma ve yaşam koşullarındaki kötüleşme ile ödemeye devam edeceklerdir. Günümüzün emperyalist küreselleşme politikaları aynı zamanda bu anlama geliyor. Ve ABD'nin Seattle kentinden başlayarak küreselleşme saldırısına karşı son yıllarda kendini gösteren kitlesel işçi-emekçi duyarlılığı bu gerçeği farketmeye başlamanın bir ilk göstergesi sayılabilir.

Sosyal demokrasi ve sendika bürokrasisi

Sosyalizmin gücü ve dünya devrim süreci batılı burjuvaziyi kendi işçisine taviz vermeye zorlamakla kalmıyor, bu tavizler sonuçta çoktandır burjuvazinin safına katılmış sosyal-demokrat akıma ve genellikle onun denetimindeki sendika bürokrasisine de güç ve prestij kazandırıyordu. Tavizi zorlayan koşullar ve etkenler kendi dışlarında olduğu halde, gerçekte burjuvazinin kampında ve hizmetinde bulunan sosyal-demokratlar ve sendika bürokratları, kendi ülkelerindeki işçilere, reformlara dayalı barışçıl çabalarıyla elde edilen kazanımların öncüleri olarak görünebiliyorlardı. Bu ise sosyal-demokrat partiler ile sendika bürokratlarının işçi sınıfı üzerindeki etkisini güçlendiriyor, denetimlerini perçinliyor, devrim ve sosyalizm düşmanı konumlarına bizzat işçilerin geniş kesimleri üzerinden destek sağlıyordu.

Oysa bugün gördüğümüz nedir? Başta İngiltere ve Almanya olmak üzere bir dizi ülkede işçi sınıfına yöneltilen kapsamlı saldırıları bizzat sosyal-demokrat hükümetler yürütmekte ve yönetmektedirler. Geleneksel gerici burjuva partilerinin öyle kolay kolay cesaret edemeyecekleri bir dizi saldırı “reform” adı altında bizzat sosyal-demokrat partilerin oluşturdukları hükümetler eliyle hayata geçirilmektedir. Tahmin edileceği gibi sendika bürokrasisi de bu konuda onların en yakın destekçisi durumundadır. Onlardan tek farkı, işçiler nezdindeki inandırıcılığını bir süre daha koruyabilmek kaygısıyla her saldırının ilk evresinde göstermelik bir takım itirazlarda bulunmaktan ibarettir. Bu türden itirazlar her defasında lafta kalmakta, dahası, saldırının kolayca gerçekleştirilmesi için bu işçi satıcılarının işçileri oyalayıp boş beklentiler içinde dizginlemesini kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla buradaki fark misyondan değil yalnızca konum farklılığından gelen davranış yöntemi farklılığıdır ve sonuçta aynı ortak misyona hizmet etmektedir.

Sosyal-demokrat partiler ile sendika bürokrasisinin bu uğursuz rolü gerçekte ve işin özünde geçmişteki rollerinin bir uzantısıdır. Dün de yapılanlar uzantısı oldukları burjuvaziye hizmet ve kapitalist düzeni ayakta tutmak üzere yapılıyordu, bugün de. Dün bunu başarabilmenin yolu işçilerin tavizlerle dizginlenmesi idi, bugünse onların günden güne ağırlaşan çalışma ve yaşam koşularına razı edilmesidir. Dün sosyalizmin basıncı altında ve kapitalizmin genişleme konjonktüründe ilki gerekli ve olanaklı idi. Bugün bunalım ve uluslararası tekeller arasındaki sert rekabet izlenmekte olan yeni tutumu gerektirmekte ve dünya ölçüsünde sınıf mücadelesindeki gerileme ile bunun her bir ülkedeki yansması ise sözkonusu haince rolün nispeten kolay oynanmasını olanaklı kılmaktadır.

Doğal olarak bu ihanetin sonuçta bir bedeli olmakta, akan zaman sosyal-demokrat partiler ile sendika bürokrasisi için yıpratıcı sonuçlar yaratmakta, maskeler düşmekte, gerçek konum ve kimlikler gitgide daha belirgin biçimde açığa çıkmaktadır. İşçilerin giderek daha geniş kesimler halinde sosyal-demokrat partilerden yüz çevirmeleri ve sendika bürokratlarına olan güvenlerini gitgide daha çok yitirmeleri, bunun ifadesidir.

Kuşkusuz halihazırda bu daha çok siyasete ve sendikalara ilgisizlik olarak kendini göstermektedir. Batıda durumu değerlendirebilecek konum ve kapasitede devrimci partilerin olmaması, bu noktada burjuva düzenin olduğu kadar sosyal-demokrat partilerin ve sendika bürokratlarının en büyük avantajıdır. Son yıllarda sendika bürokratlarının inisiyatifini aşarak kendini gösteren çeşitli işçi ve kitle eylemleri örneğine rastlansa bile bu henüz sınırlı düzeydedir, istikrarlı ve kalıcı sonuçlar yaratan bir gelişme olmaktan uzaktır. Yine de bir eğilim olarak varlığı büyük önem taşımaktadır ve işlerin gelecekteki seyri konusunda bugünden bir ön fikir vermektedir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi sosyal-demokrasi tarih sahnesine Marksizm bayrağı altında çıktı. Başlangıçta toplumsal devrimi gerçekleştirmek, yani kapitalizmi yıkmak ve sosyalizmi gerçekleştirmek hedeflerine sahip olmak iddiası taşıyordu. Görünüşe göre işçilerin ve emekçilerin gündelik çıkarları ve acil istemleri için yürüttüğü kapsamlı ve sonuç alıcı mücadeleleri bu temel hedefler içinde ele alıyordu. Tarih böyle olmadığını gösterdi. Sosyalizm bayrağı altında yürütülen gündelik mücedelelerle elde edilen kazanımlar giderek sosyal demokrasi için gerçek varlık nedenine dönüştü ve sosyalizm iddiası tümüyle boşlukta kaldı. Bunu besleyen öteki tarihi ve toplumsal koşullar burada bizi ilgilendirmiyor. Bizim burada asıl vurgulamak istediğimiz; sonu reformist yozlaşma ve böylece burjuvazinin saflarına katılma olsa bile, bu ilk çıkış döneminin (ki buna II. Enternasyonal dönemi de diyebiliriz), herşeye rağmen sosyal-demokrasinin kendi tarihinde olumlu rol oynadığı biricik dönem olmasıdır.

Birinci emperyalist savaşın patlak vermesiyle birlikte artık resmen de burjuvazinin safına katılan sosyal-demokrasi bu tarihten sonra tümüyle karşı-devrimci bir akıma dönüştü ve her safhada burjuvazinin hizmetinde hareket etti. Buna rağmen gücünü ve etkisini koruduysa eğer, bu büyük ölçüde Ekim Devrimi'nin yarattığı korku ve devrimci işçi hareketini temsil eden komünist partilerin kesintisiz basıncı altında, burjuvaziyi emekçilere tavizler vermeye ve böylece sosyal devrim tehlikesini boşa çıkarmaya ikna etmesi sayesinde oldu. Bu çaba iki savaş arası dönemde emekçilere kısa süreli belli kazanımlar sağlasa bile temelde karşı-devrimci nitelikteydi. Sosyal-demokrasi artık tümüyle bir düzen akımı durumundaydı.

Sosyal-demokrasi bu rolünü ikinci emperyalist savaş sonrasında da aynı biçimde oynadı. Hitler faşizminin yenilgiye uğratılmasındaki rolü nedeniyle Sovyetler Birliği'nin kazandığı büyük prestij, bağımlı ülkeler dünyasında devrim ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin yeni bir ivme kazanması, ve nihayet Avrupa'nın kendi bünyesinde güçlü komünist partileri gerçeği, tüm bunların birarada kapitalist dünya üzerinde oluşturduğu basınç, bir kez daha sosyal demokrasiye reformcu bir çizgide burjuvaziye hizmet sunma olanağı verdi ve yine tam da bu sayede onun emekçiler üzerindeki etkisini korumasını sağladı.

Ve nihayet günümüzün sosyal demokrasisi: Artık Ekim Devrimi'nin yaratığı tarihi korku yok, dünya devrimi dalgası yok, devrimci işçi hareketinin temsilcisi olarak komünizmin basıncı yok. Tüm bu yoklar nedeniyle de sosyal demokraside artık emekçiler lehine reformculuk yok! Bugün o artık tersinden bir “reform” saldırısının temsilcilerindendir. İşçi sınıfı ve emekçilere devrimci mücadeleler sayesinde ve dünya ölçüsündeki sosyal devrim tehdidinin saldığı korkuların basıncı altında verilmiş reform tavizlerinin sistemli bir biçimde gaspına dayanan türden bir “reform” saldırısının... Bilindiği gibi burjuvazi tüm bu saldırıları hep de “reformlar” olarak sunuyor ve bununla da kalmayıp yer yer içlerinden bazılarını “adeta devrim” olarak bile niteliyor. Bu sunuş ve niteleme, bir tür tarihsel ironi anlamına gelmektedir. Fakat aynı ironi, bir bakıma sosyal demokrat ihanet akımının bugüne kadar burjuva toplumunda az-çok başarıyla oynadığı özel tarihsel rolün de sonunu işaretlemektedir.

Sınıf mücadelelerinin son 150 yılı...

Sermayenin emeğe saldırısından söz edilirken, genellikle bu saldırıların 150 yıllık kazanımlara yönelik olduğu vurgulanır. Bu “150 yıllık kazanımlar” vurgusu, işçi sınıfının burjuvaziye karşı tarihi mücadelesine işaret ettiği ve eldeki kazanımların bu mücadelelerin toplamının bir ürünü olduğunu dile getirdiği ölçüde, kuşkusuz genel olarak doğrudur. Fakat bunun ötesinde, bu kazanımların uzun süreli olarak elde tutulduğunu ve gelinen yerde bunların artık nihayet saldırılara konu edildiğini akla getirdiği ölçüde ise yanlıştır. Bu yanlış anlamadan kaçınmak, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında süregelen 150 yıllık mücadelenin gerçek tablosunu gözden kaçırmamak bakımından özel bir önem taşımaktadır. Bugün yaşanan hiç de sermayenin emeğe, onun kazanımlarına yönelik ilk kapsamlı genel saldırısı değildir. İşçi sınıfı bu kazanımlarını daha önce de geçici dönemler için yitirmiş ve her seferinde onları yeni mücadelelerle yeniden kazanmak zorunda kalmıştır.

Paris Komünü'nden birinci emperyalist savaşa kadar olan zaman diliminde zorlu ve sabırlı mücadelelerle elde edilen kazanımlara ilk büyük saldırı, birinci emperyalist dünya savaşı olmuştu. Emperyalist savaş aynı zamanda işçi sınıfının tüm cephelerdeki kazanımlarının tüm savaş yılları boyunca askıya alınmasından başka bir şey değildi. Savaş sonrasının zorlu mücadelelere konu olduğunu, işçi sınıfının kaybettiği kazanımları yeniden elde etmek için tüm cephelerde mücadeleler yürüttüğünü, burjuvazinin bunları parça parça bu mücadelelerin zorlamasıyla ve Ekim Devrimi'nin yarattığı devrimci cereyanın basıncı altında ancak kısmen geri vermek zorunda kaldığını biliyoruz. Kaldı ki bu kadarı bile genel bir durum değildi. İlk sonuçlarını daha ‘20'lı yılların ortasında İtalya'da veren faşizm, sermayenin bu hakları tümden silip süpürmeye yönelik bir karşı saldırısıydı ve Almanya'da başarı sağlamasının hemen ertesinde işçi sınıfı tüm kazanımlarını bir anda yitirmişti. Öteki bazı ülkelerde ise bu kazanımlar aynı faşizm tehdidinin basıncı altında daha yumuşak biçimler içinde geri alınmış ya da sınırlanmıştı. Büyük çalkantılarla geçen iki savaş arası dönemi yeni bir emperyalist savaş izledi ve 6 yıl boyunca büyük maddi ve manevi yıkımlar yaratarak süren savaş, bir kez daha savaş yılları boyunca tüm hak ve kazanımların ortadan kaldırılması anlamına geliyordu.

Bu, sözü edilen 150 yılın 1945 (ikinci savaşın bitimi) üzerinden ilk 90 yılı demektir. Bunun ilk 40-50 yılı kazanımların (esas olarak da Batı Avrupa'da) adım adım elde edilmesi dönemi olmuştur. İlk emperyalist dünya savaşını izleyen ve ikinci emperyalist savaşın bitimiyle noktalanan son 30 yılı ise savaş, devrimler, sosyal çalkantılar, faşizm saldırısı ve yeniden savaşla geçmiştir.

Geriye son 60 yıl kalıyor. Bunun ilk 5-10 yılı “savaşın yaralarının sarılması” olmuş ve işçi sınıfının yine daha çok da emperyalist metropollerde bir dizi hak ve olanağı kullanabilmesi ancak bunun ardından gelebilmiştir. ‘80'lı yıllardan başlayarak son 20-25 yılda ise aynı kazanımların yeniden saldırılara konu edildiğini, bir bir geri alınmaya başlandığını biliyoruz. Bu durumda kapitalizmin neredeyse tamamen emperyalist metropoller üzerinden yaşadığı “sosyal refah” döneminin ve dolayısıyla işçi sınıfının bir dizi kazanımdan bir parça istikrarlı biçimde yararlanmasının en iyi durumda ancak 30 yıllık bir dönemi (1950'lerin ortasından 1980'lerin ortasına) kapladığını görüyoruz. Kapitalizmin 20. yüzyılın ikinci yarısında çok sözü edilen ve gürültülü bir ideolojik propagandaya konu edilen refah ve barış dönemi, neredeyse tümüyle emperyalist metropollerle sınırlı olmak üzere, işte bu kadardır.

Bu kısa bilanço, kapitalizme son 150 yıllık dönemde düzenli olarak sınıf mücadelelerinin, bunalımların, savaşların, devrimlerin, karşı-devrimlerin eşlik ettiğini; bunun tam da sistemin emperyalist metropolleri için de böyle olduğunu; tüm bu süreçler boyunca işçi sınıfının zorlu mücadeleler içinde kazandıklarını şiddetle karşı saldırılarla belli aralıklarla kaybettiğini, her seferinde bunları kazanmak için yeniden savaşmak zorunda kaldığını göstermektedir.

Bugün bu kazanımlar bir kez daha sermayenin karşı saldırısına konu olmuştur ve işçi sınıfı onları ancak yeni devrimci sınıf mücadelelerine girişerek yeniden elde edebilir. Özellikle devrimci sınıf mücadeleleri diyoruz; zira 150 yıllık tarihi dönemin toplamı üzerinden biliyoruz ki, burjuvazi devrim tehdidiyle yüzyüze kalmadıkça, bu hakları bir parça istikrarlı bir biçimde vermeye kolay kolay yanaşmamıştır, yanaşmayacaktır da.

Dolayısıyla tüm bu tarihi ders açıkça göstermektedir ki, kapitalizm altında reformlar ancak devrim mücadelelerinin yan ürünleri olabilirler. Sınıf mücadelesi kapitalizmin yıkılmasına, yani toplumsal devrime vardırılmadığı sürece de, bu kazanımlar, kendi o sınırlı ve güdük halleriyle hiçbir biçimde istikrarlı ve kalıcı olamazlar. Bunalımlara ve güçler dengesindeki değişime bağlı olarak burjuvazi tarafından karşı saldırıya konu edilir ve çoğu durumda da yeniden gaspedilirler. Bugün dünya ölçüsünde olup bitenler şahsında açıkça görmekte olduğumuz gibi.

Aynı tarih dersinden önümüzde yeni bir devrimci sınıf mücadeleleri döneminin uzanmakta olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Sınıf ilişkileri ve mücadelelerinin tarihsel diyalektiği buna işaret etmektedir, olayların mantığı bunu hazırlamaktadır. Bizzat sermayenin karşı saldırısıyla “sosyal devlet” geride bırakıldığına göre, bunun geçici olarak sağladığı sosyal barış da geride kalacaktır. Buna kesin gözüyle bakabiliriz.

Geleceğin olaylarının hangi hız ve kapsamda sökün edeceğini elbette bugünden bilmiyoruz, bilemeyiz de. Bugünden bilebildiğimiz, bu olayları doğuracak objektif zeminin günden güne güçlendiği, fakat öte yandan subjektif koşulların, özellikle de işçi sınıfının bilinç, örgütlenme ve önderlik düzeyinin ise tarihinde görülmedik ölçüde zayıf olduğudur. Objektif zeminin bu subjektif zayıflığın aşılmasını ne ölçüde kolaylaştıracağını ise bize yine olayların akışı, dolayısıyla zaman gösterecektir.

(TKİP Merkez Yayın Organı Ekim'in Mart 2005 tarihli 241. sayısının başyazısıdır...)