12 Mart 2005
Sayı: 2005/10 (10)


  Kızıl Bayrak'tan
  Yeni saldırı dalgasına karşı hazırlanalım!
  4 Mart eylemi ve özelleştirmeye karşı
birleşik mücadele arayışı
  SEKA direnişi bitti, mücadele sürüyor
  Türkiye uyuşturucu, kara para aklama ve
kayıt dışı “cennet”i
  Başbakan sermaye adına pazarlamacılık yapıyor!
  8 Mart eylemi, provokasyon edebiyatı ve
dökülen demokrasi cilası
  Sınıfsal özüne uygun ve devrimci bir 8 Mart mitinginin ardından
  İstanbul’daki devrimci 8 Mart eylemi üzerine
  Ankara’da 8 Mart eylemlerinde iki farklı tutum
  8 Mart kutlamalarından
   Mamak'ta Dünya Emekçi Kadınlar Günü Etkinlik Haftası
 İşçi-emekçi eylemleri
  SEKA işçileriyle dayanışma eylemleri
  Ulusal sorun ve Kürt hareketi/5: “Demokratik uygarlığın” sağı ve solu
  Lübnan’daki Suriye askerleri bahane
 ABD İsrail’i tehdit aracı olarak kullanıyor
“Mühendislik nereye gidiyor?”
 ÇÜ.’nde son sürecin gösterdikleri
Kadın sorunu/2; Kadın sorunu özünde emekçi kadınların sorunudur!
AB Troyka toplantısı
Bültenlerden...
Küresel ısınma
Yerel basından; Rüzgar tersine dönüyor
İran Komünist İşçi Partisi'nin ABD'nin askeri tehditlerine ilişkin bildirgesi
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Ulusal sorun ve Kürt hareketi/5

“Demokratik uygarlığın” sağı ve solu

H. Fırat

“Demokratik uygarlık” uydurması

Kongra Gel'in, ondan öteye devrimciler dışındaki tüm Kürt çevrelerinin bugünkü ideolojisinde ve politik söyleminde “demokratik uygarlık” uydurması özel bir yer tutmaktadır. Buna kavram değil uydurma diyoruz, zira gerçekten bundan öte bir anlamı yoktur. Daha önce de ifade etmiştik; Abdullah Öcalan bu terimi Leslie Lipson'un o İmralı'dan beri artık bizde üne kavuşmuş kitabından ödünç almış, İmralı teslimiyeti çerçevesinde peşinen benimsemiş, onu sisteme boyun eğişinin adeta ideolojik “şifre”si yapmış ve ardından da kendince buna tarihsel bir derinlik ve toplumsal bir mantık kazandırmaya çalışmıştı. İmralı kitap-savunmalarının bütün bir anlamı ve amacı temelde budur, başta ulusal sorun olmak üzere öteki herşey bu çerçevede bir yerlere oturtulmaktadır. Ama “İmralı inzivasında” zengin kaynak bolluğuna ve yılları bulan “bilgece” yoğunlaşmaya rağmen ortaya çıkan sonuç (Abdullah Öcalan her zamanki alçakgönüllüğü ile buna “yeni sistemim” ya da “toplum projem” diyor), eski kautskist yavelerin beceriksizce ve çok daha geri noktadan bir tekrarından başka bir şey değildir. Bunu, sıra devlet ve demokrasi üzerine “yeni sistem”in o en iddialı önermelerine buradaki konumuzun sınırları içinde değinmek durumunda kaldığımızda biraz daha genişçe göreceğiz.

Abdullah Öcalan'ın kendini kautskizme göre avantajlı hissettiği ve döne döne öne çıkardığı tek nokta, “70 yıllık reel sosyalizm”in o artık “gözler önündeki” “çözülüşü”dür. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'da oldukça erken bir tarihte başlayan kapitalist restorasyon gerçeğine ve bunu dile getiren görüşlere “çözülüş” gerçekleşene kadar inatla direnen birinin; üstelik tarihe ve toplumsal gelişmeye “doğrusal gelişme” mekanik mantığıyla yaklaşmanın yanlışlığı üzerine olur olmaz ve dahası, Marksizm'i karalamak, marksist yöntemi ve materyalist tarih anlayışını gözden düşürmek üzere başvuran bu aynı kişinin; sıra sosyalizmin 20. yüzyılda yaşanan ve gerçekte son derece sınırlı bir tarihsel dönemi (en iyi durumda yalnızca 40 yıl!) kapsayan deneyimine gelince “doğrusal gelişme” mekanik mantığıyla hareket etmesindeki kaba tutarsızlığı ve mekanizmi bir yana bırakalım. Diyelim ki gerçekten sözkonusu olan tamı tamına 70 yıldır. Peki “demokratik uygarlık” uydurmasını sözümona gerekçelendirmek, “anlama kavuşturmak” için tarihe 10-15 bin yıl üzerinden bakan, bin yıl sürmüş “feodal uygarlığı” bile adeta “kısa bir ara dönem” sayabilen birinin, ömrü 500-600 yılı aşan “kapitalist uygarlığa” karşı son derece geri bir ülkenin işçi sınıfının yine son derece elverişsiz tarihi ve toplumsal koşullarda yaptığı bir ilk cüretli saldırının (başı ve resmi sonuyla) topu topu “70 yıl “sürmüş sonuçlarından hareketle sosyalizmi bir “uygarlık alternatifi” olmaktan çıkarmaya yeltenmesinde, tarihsel bakış ve bilimsel mantık tutarlılığı “şurda kalsın”, iğne ucu kadar bir ahlaki tutarlılık ve samimiyet olabilir mi? Tüm öteki uygarlıklar kendini önceleyen uygarlıkların bağrında görünür görünmez tutunup egemen hale mi geldiler? Uygarlık tarihi bu denli düz, pürüzsüz ve “doğrusal” olarak mı ilerledi? Tarihte geriye dönüşler, geçici olmaya mahkum gerilemeler yok mudur? Toplumsal koşullara ve sınıflar mücadelesine bağlı olarak eski ilişkilerin yeniden kurulduğu görülmemiş midir? Bir sınıflı toplumdan bir ötekine geçiş sürecinde bile bu türden geriye dönüşler yaşanabildiğine göre, “5 bin yıllık bir sınıflı toplum” geleneği ile hesaplaşmak ve onu tarihe gömmek misyonuyla yüklü sosyalizmden bu tür geriye dönüşlerin haydi haydi anlaşılır olması gerekmez mi? Daha da uzatılabilecek bütün bu sorulara yanıt hayırsa eğer, 5 bin yıllık, komünal toplum sözkonusu olduğunda 10-15 bin yıllık geriye gidişlerle tarih üzerine onca gevezelik neden peki?

Abdullah Öcalan'ın bütün bu sorulara yanıtı elbetteki hayırdır. O “70 yıllık” sosyalizmin son derece geri bir toplumda ve aynı ölçüde elverişsiz tarihi koşullarda gündeme girmesinin yolaçtığı çapraşık sorunlarla, bu sorunların ve bunlara aranan çözümlerin zamanla yeni bir toplumun kuruluşunu nasıl zaafa uğrattığı ilgili değildir. Bize açıkça sosyalist kuruluşun tıkanmasının ve kapitalist restorasyonla sonuçlanmasının “karşı-devrimlerle izah etme”nin kendisi için “doyurucu olmadığı”nı bildirmekte ve eklemekte: “Konu daha derinliklidir. Benimsenen sosyalizm anlayışındaki temel niteliklerle bağlantılıdır.” (Bir Halkı Savunmak, Çetin Yayınları, s. 107)

Yeri geldiğinde bu pek “derinlikli” iddia çerçevesinde söylenenlerin incir çekirdeğini doldurmayan şeyler olduğunu göreceğiz. Şimdilik söyleyeceğimiz tüm bu çabaların ciddiyetten olduğu kadar samimiyetten de yoksunluğudur. Tarihin eski çağları sözkonusu olunca “toplumsal doku”yu ve ilişkileri kendince ayrıntılar içinde inceleyen ve irdeleyen, bu konuda el altındaki zengin (“ağır tecrit” koşullarına rağmen!) kaynakların keyfi kullanımına dayalı olarak yer yer renkli yer yer pek eğlenceli anlatımlara başvuran, anaerkil toplumun erkekler tarafından tezgahlanan tarihi bir komployla (öteki şeyler yanında, “dışlanan yaşlılar”ın kazanılması ve köyün bir kısım “gençler”inin de baştan çıkarılmasıyla!) nasıl yıkılmış olabileceğini hikaye eden birinin, sıra dünün olayı olan ve insanlığın bugününü en dolaysız bir biçimde ilgilendiren “70 yıllık reel sosyalizm” deneyimine gelince, tartışılacak neyi var, akıbetinin ne olduğu gözler önünde değil mi havalarında konuşması, başka nasıl nitelenebilir ki?

Üstelik Marksizm'in ve sosyalizmin gözden düşürülmesi değişmez amacı çerçevesinde bu davranış onda neredeyse kuraldır da. Diyelim ki taşıdığı “bilimsel” sıfatına rağmen gerçekte Marksizm'in bundan uzak olduğu iddia ediliyor. Bu iddiaya “kanıt” olarak hemen ardından şöyle bir cümle geliyor: “Kanıt, reel sosyalizmin içine düştüğü ve yolaçtığı en büyük ahlaki bunalım ve adaletsizliktir.” (Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa, 1. cilt, Mezopotamya Yayınları, s.54)

İşte bu kadar, var mı daha ötesi! Hemen devamında, daha ilk İmralı savunmalarından bildiğimiz “reel sosyalizm” ile “reel faşizm”in “totaliter sistemler” ortak paydası altında birarada değerlendirmesine bağlanan bu sözler, Marksizm'in bilimsel temellere dayanmadığına dair bu sözde “kanıtlama”nın en bayağısından bir anti-komünist propaganda söylemi olduğunu belirtmek herhalde gereksiz. Bu söylemin İmralı teslimiyeti üzerinden ısmarlama “yeni sistem”in toplamı içinde vardığı yer, fikrin orijinal kaynağı Leslie Lipson'un vardığı yer ile aynıdır: Faşizm ve komünizm gibi “totaliter sistemler” karşısında “günümüz demokrasileri” olarak kodlanan kapitalist-emperyalist dünya düzeninin olumlanması ve yüceltilmesi...

Aynı “kanıtlama” yöntemine sayısız başka örnek verilebilir. Örneğin aynı yöntem, Lenin'in devlet ve proletarya diktatörlüğüne ilişkin görüşlerinin “çürütülmesi” üzerinden de karşımıza çıkıyor. Burada da “kanıtlama” aynı kesinlikte ve dolayısıyla aynı hafiflikte: “Lenin hem teorik ve hem de pratik iktidarla ilgilendiğinde, ondaki şifreyi çözdüğünü sanmıyorum. Çözemediği için de kurduğu sistemle en çok kendi amaçlarını tasfiye etti, boşa çıkardı” (Bir Halkı Savunmak, Çetin Yayınları, s.173) Yani “kanıtlama” bir kez daha “reel sosyalizm”in o “herkesçe bilinen” akıbeti üzerinden. Az ilerde bu kez, Lenin'in ne olduğunu anlamak için kurduğu devletin akıbetine bakmak yeterlidir, ötesine ne gerek var demeye çıkan şu sözleri okuyoruz: “Bence Leninist sistemi ucu bucağı olmayan eleştirilere boğmak yerine, sadece ‘iktidarın çok kodlu şifresini' çözemediğini belirterek değerlendirmek en doğrusudur.”(s.174) Devletin tartışıldığı bu bölümlerde ikide bir devlet üzerine Lenin'e atıf var, ama Lenin'in devlet üzerine görüşlerinden tek satırlık bir düşünce kırıntısı yok. Yalnızca “Saddam kadar bile” bir direnme gücü gösteremeden çözülen “reel sosyalist” devletin akıbetine atıf var, o kadar!

İmralı üzerinden ısmarlama “yeni sistem”!

Abdullah Öcalan diyalektik inceleme ve eleştiri yerine safsatayı geçiren bu sofistçe kanıtlama yöntemini, kitapları boyunca Marksizm'in ve kapitalizme alternatif bir toplumsal sistem olarak sosyalizmin sözde çürütülmesine yönelik olarak ısrarlı bir biçimde kullanıyor. Daha sonra yeri geldikçe göreceğimiz gibi, Marksizm'i teorik içeriğinden ya da tek tek bazı tezlerinden tartışmaya yönelik girişimlerinde ise ya ona ilişkin insanı şaşırtan aşırı bilgisizilğini sergilemekten ya da kabaca çarpıtmalara başvurmaktan (ki sözkonusu olanın hangisi olduğunu ayırdetmek çoğu zaman gerçekten güç olabiliyor) öteye gidemiyor.

Sonuç olarak burada, sosyalizm deneyimlerine yaklaşımda, anlama, eleştirme ve dolayısıyla geleceğe yönelik olarak aşma bilimsel devrimci tutumu değil, fakat yalnızca sonuçlardan hareketle gözden düşürme ve dahası karalama ısrarlı çabası ile yüzyüzeyiz. Gelgelelim bunu yapanın İmralı'dan beri yaptığı tercih ve bu tercihle birlikte kendi iradesi dışında belirlenen hareket sınırları, onun başka türlü davranmasını olanaksız kılmakla kalmıyor, daha da önemlisi, halihazırda yaptığını yapmasını özellikle gerektiriyor, zorunlu kılıyor. Daha açık biçimde söylersek, burada daha baştan verilen “devlete hizmet” sözünün gerekleri yerine getiriliyor. Ona Kürt hareketine o güne dek hiç değilse resmi söylem düzeyinde hakim olan ve gerçekte de birçok Kürt kadrosunun uzun yıllar boyu özellikle de ulusal sorun konusundaki eğitiminde önemli bir rol oynayan marksist “sistem”in yerine bir başka sistem koyması; bilinçlerden Marksizm'in ürünü tüm “yıkıcı” (yeni temeller üzerinde bir toplum düzeni olarak sosyalizm, sınıf karşıtlığı ve mücadelesi düşüncesi, devlet ve devrimci iktidar sorunu vb.) ve “bölücü” (ulus, ulusal sorun ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı vb.) öğelerin, bunlara kaynaklık eden teorik ve felsefi yaklaşımların kazınması gerektiği önemle hatırlatılmıştır.

Bunların yerine ne mi konulacaktır? Devletin gizli anayasası olan “milli siyaset belgesi” sınırlarını aşmamak kaydıyla olanaklı olan her şey. Sözkonusu sınırlar içinde ise ancak ÖDP kararında bir solculuk (“ılımlı sol”) ile etnik dil ve kültür zenginliği sınırlarında bir “Kürt yurtseverliği” olanaklı olabiliyor. Ama kesinlikle daha fazlası değil! Nitekim Abdullah Öcalan'ın yılları bulan “yoğunlaşmalar”ıyla vardığı sonuçlara baktığımızda bunların ötesine geçemediğini tüm açıklığı ile görmekteyiz.

Ama onun sanıldığından da yetenekli olduğunu, giriştiği “yoğunlaşmalar” ve İmralı süreci sonrasında ter dökerek sağladığı birikimle bütün bunları, ifade uygunsa “kitabına uydurarak” yapmaya çalıştığını da kabul etmek durumundayız. “Yeni sistem”ine tarihsel ve felsefi bir derinlik kazandırmak için tarihe, felsefeye, antropolojiye, mitolojiye, teolojiye vb. başvurmakla kalmıyor, yeri geldikçe günümüz biliminin son verileri ışığında felsefi spekülasyonlara bile girişiyor. Özetle yaptıklarını tam bir “bilimsel” hava içinde yapmaya özel bir itina gösteriyor. Sonuçta tüm bu çabaların ürünü olan her yeani savunma-kitap “yeni sistem”in oluşumunda yeni bir aşama işlevi görüyor. Onun,“Descartes, Marks, Lenin vb. gibi Batı'nın son 500 yıllık birikimleri” karşısında “bin kez” daha üstün ve derinlikli saydığı “Doğu bilgeliği ve peygamberlik geleneği”nin yeni uzantısı olarak sunmak alçak gönüllülüğü gösterdiği “yeni sistem”i işte böyle ortaya çıkmış, Kürt kadrolarının hatmine ve bu arada insanlığın hizmetine sunulmuştur.

Bizzat Abdullah Öcalan'ın kendisi, bu “yeni sistem” hangi ihtiyacın ürünü olduğunu ve hangi kaynaktan ısmarlandığını, yeri geldikçe anlamak isteyen herkesin anlayabileceği bir açıklıkta dile de getiriyor. Örneğin: “b- İmralı sürecine bu gerçeklik temelinde gelindi. Önemli bir tarihsel kesit yaratılmasına rağmen, kendi sistemini yaratmaktan uzaktı. Her tarafa kullanılabilecek bir malzeme durumundaydı. Türk Devleti'nin sorgulama yapan güçleri, sanıldığı gibi fazla geri değillerdi. Kilitlenme kadar çözümün de benden geçtiğinin oldukça farkındaydılar. Kaba bir yaklaşım içine girmemekle birlikte, tam bir sistem savaşıyla yüz yüze bıraktılar. Kendi deyişleriyle, her şeyi ben yapmak durumundaydım.”

İmralı ile başlayan “yeni sistem” arayışının kaynağı, bunun kimlerce ısmarlandığı/dayatıldığı burada gerçekte olabilecek en açık bir biçimde itiraf edilmiştir. Bu son derece önemli itiraf az aşağıda ise şu sözlere bağlanıyor:

“Benim durumum her yönüyle bir sistem çözümünü dayatıyordu. Öyle sıradan parçasal, farklı zaman-mekan çözümlerini değil; bütünsel derinlikli ve tüm boyutlarıyla bir evrensel çözümü dayatıyordu. Bu tür bir çabaya ve düşünsel yoğunlaşmaya yöneldim. Tümüyle etli butlu olmasa da, kendi sisteminin iskeletini oluşturduğum kanısındayım.” (Özgür İnsan Savunması adı altında kitaplaştırılan “Atina savunması”ndan..., Mezopotamya Yayınları, s.67-68)

“Yeni sistem”in liberal ideolojik içeriği ve Amerikancı Kürt liberalleri

Adına çağ tanımı çerçevesinde “demokratik uygarlık” denilen, toplum yapısı düzeyinde ise “demokratik-ekolojik toplum” olarak tanımlanan “yeni sistem”in kaynağı kadar işlevi de böylece ortaya çıkmış oluyor. Sorun gerçekte Kürt sorununa yeni bir politik yaklaşım sınırlarında kalsaydı, bu denli önemli olmayabilirdi ve belki üzerinde bu denli uzun boylu durmak da gerekmeyebilirdi. Fakat sözkonusu olan bütün çağları ve toplumları kucaklama iddiasındaki “evrensel bir sistem”dir. Hareket noktası lekeli, içeriği safsata yığını olsa da bu “yeni sistem”in altı yıldır Kürt hareketini “demokratik uygarlık manifestosu”, “demokratik-ekolojik toplum projesi” ve “demokratik cumhuriyet çözümü” söylemleriyle sersemletip sürüklediği de bir gerçektir. Bundan da öteye, Türkiye solunun bir kesiminde örtülü olarak ve örgüt batırmak dışında bir marifeti olmayan eski “örgüt lideri” ve yeni “aydın” bir takım dalkavuklarda (bunlar genellikle Kürt basınının değişmeyen köşe yazarlarıdır) ise açık yankı bulduğunu ayrıca biliyoruz.

Daha da önemlisi, hep vurgulaya geldiğimiz gibi, Kürt sorunu üzerinden bağlandığı özel siyasal sonuçları bir yana koyarsanız, demokratik uygarlık söyleminin dayandığı bütün bir burjuva liberal ideolojik içerik, olduğu gibi “Öcalan karşıtı” Kürt kesimlerini de ifade ediyor. Bundan dolayıdır ki bunların bir kesimi bir süre İmralı'da yeni çağ, dünya ve toplum “paradigması” üzerine açılımları gizlenemeyen bir memnuniyetle de karşılamışlardı. Irak'a emperyalist müdahale millliyetçi duyguların, kaygıların ve ideolojinin esiri bu çevreler için Talabani-Barzani çizgisine özel bir güç ve çekicilik kazandırmasaydı eğer, bu memnuniyeti Kemalizm sorununa ilişkin özel rezervleri saklı tutarak sürdüreceklerdi de.

Nitekim bir anda bu çevrelerin büyük bölümü için ilgi ve umut kaynağı haline gelen PWD, kemalizm şerhi dışında İmralı'nın liberal açılımlarından duyduğu memnuniyete Program Taslağı'nda bile yer vermekte ve “Ankara grubu” olarak isimlendirdiği ve “dogmatik sol düşünceye bağlılıkla” suçladığı bugünkü Kongra Gel yönetimini bu açılımları sonuçlarına götürmemekle, İmralı'nın yerinde ideolojik açılımlarını sabote etmekle suçlamaktadır: “(95'lerde başlayan gerileme) 1988'de zirveye çıkarak inisiyatif kaybedildi. Özgürlük hareketinin önderliği konumunda bulunan sayın Abdullah Öcalan'ın esaretini getiren olumsuz süreç başladı. Savaşın durdurulması ve siyasal-diplomatik faaliyetler esas alınarak mücadelenin sürdürülmesi doğru bir karar olsa da tek başına yetersiz bir yaklaşımdır. Bu süreç açılıma dayanan yeniden yapılanmayla tamamlansaydı, olumlu sonuçlar verirdi. Ancak bazı doğru ideolojik belirlemelere rağmen ne demokratik açılıma ne de yeniden yapılanmaya gidildi. Demokratik değişim konusunda söylem düzeyinde kalındı. 2002'de başlatılan bu yönlü çabalar sol muhafazakar kesimce hedef alındı. Demokratik değişim çalışmalarına karşıtlık 2003 Kasımı'nda oluşumuna gidilen Kongra-Gel'in kuruluş sürecinde doruğa çıktı. Demokratik değişimi içeren reform projesinin uygulamaya geçirilmesi sabote edildi; ve de özgürlük hareketi hala ağırlaşarak devam eden bir kaosun içine itildi.” (PWD Program Taslağı, II. Bölüm)

İşin bu yanı genellikle liberal ve şu sıralar aşırı Amerikancı olan “Öcalan karşıtı” Kürt çevrelerince de gerçekte çok iyi bilindiği için, onlar İmralı'dan yapılan liberal ideolojik açılımları sorun etmek, bu açılımların ideolojik içeriğinden giderek herhangi bir tartışma ve mücadele yürütmek yerine, Abdullah Öcalan'ın tam olarak ne zamandan beri bir “devlet ajanı” olduğu üzerine fallar açıp söyleşmekle yetiniyorlar. Ona itirazları ideolojik değil fakat, yalnızca Kürt sorunu sınırları içinde olmak üzere, tümüyle politiktir. Sistemin “demokratik uygarlık” olarak yüceltilmesi onları fazlasıyla memnun etmektedir. İçlerinden bazıları bundan da aldıkları düşünsel ve moral güçle “dogmatik” sol düşüncenin, melanet kaynağı sayılan “reel sosyalizm”in ve “ilkel Türk solu”nun etkisi altında geçen yıllara hayıflanıyor, bunları Kürt hareketi payına kaybedilmiş yıllar sayıyorlar. Kürt hareketinin bugün Türkiye'de sahip olduğu hemen herşeyi neredeyse tamamen devrimci düşünceyle bağ kurup devrimci bir akım olarak mücadele yürütüğü andan itibaren ve sürece kazandığı, bu konum ve kimlikten kopma yolu tuttuğundan beri ise aynı kazanımları gerisin geri kaybetmeye başladığı gerçeği, çoğu dünün devrim döneği bu liberal bayları ilgilendirmiyor. Onlar bu gerçeğe bile bile (devrim dönekliği ve günün modası Amerikancılık bunu gerektiriyor) gözlerini kapatıyorlar ve Kürt hareketinin milyonlara malolduğu bir tarihi döneme inkarcı bir hafiflikle yaklaşıyorlar.

“Demokratik uygarlığın” sağ kanadı olarak AB!

“Demokratik uygarlık” uydurması üzerinden devam etmeden önce, Kürt hareketinin bugünkü teorik bilincinin, dolayısıyla dünyaya ve topluma bakışının özünü ve özetini veren, bunu da neredeyse her satırında İmralı kitap-savunmalarına dayandıran (Abdullah Öcalan'ın devrik anlatımları bile olduğu gibi korunarak) Kongra Gel programının günümüz dünyasına ilişkin görüşlerini kısaca toparlamak istiyoruz. Bu hem kendi içinde yararlı olacak ve hem de ele almayı düşündüğümüz konuya bağlanmamızı kolaylaştıracaktır. Geçen bölümde daha ayrıntılı olarak görmüş bulunduğumuz gibi, Kongra Gel programına göre;

“Demokrasi ve evrensel insanlık değerlerini içermeyen reel sosyalizmin çözülüşü”yle birlikte 20. yüzyılın sonunda “demokratik sistemin zaferi” kesinleşmiş ve böylece insanlık, 21. yüzyılla birlikte “yeni bir çağa, demokratik uygarlık çağına giriş yapmıştır.” “Klasik ve yeni sömürgecilik biçimleri” ile işleri götüremeyeceğini anlayan dünya emperyalizmi yeni çağa egemenlik biçimlerini “demokratik normlara büründürerek” uyum sağlamakta ve “kapitalizmi reformasyon yoluyla demokratik uygarlığa doğru evrime yöneltmektedir.” Demokratikleşen ve egemenlik biçimlerini “demokratik normlara” büründüren emperyalizm eğer buna rağmen müdahalelere ve dahası savaşlara başvuruyorsa bu “dar çıkarlar”a dayalı olarak hareket ettiğinden değil, fakat tam da “çağdışı tüm teokratik, monarşik ve oligarşik yapıları” sistemin genel çıkarlarının bir gereği olarak demokratik yönde “aşma zorunluluğu” duyduğu içindir. Irak şahsında Ortadoğu'ya yapılmış müdahale de bu kapsamdadır.

Bu müdahale ile birlikte Ortadoğu tarihi bir “sentez”in eşiğine gelmiştir. “İç dinamikleri ile demokratik değişim-dönüşüm yeteneğini gösteremeyen Ortadoğu rejimleri, dış dinamiklerin müdahalesi ile böyle bir sürece girmiştir” ve böylece sözü edilen “tarihi sentez”in koşulları oluşmuştur. Dış dinamiğin ifadesi olarak dıştan gelen müdahale, “insan hakları ve demokrasiye susamış” bölge halklarının iç dinamiğin ifadesi müdahalesi ile birleşirse eğer, bu “sentez” de gerçekleşmiş olacaktır. “İç ve dış dinamikler tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar devrimsel nitelikte bir insan hakları ve demokratik sistemi gündeme dayatmış bulunmaktadır.” Demokratik sisteme herkesten çok ihtiyacı olan Kürtler bu sürecin en önemli “iç dinamiği” durumundadır. Bunun bilincinde olan “ABD ve İsrail'in Kürt yaklaşımı taktiksel olmaktan uzaktır. Stratejik, kalıcı ve giderek tüm Kürtler'i bağrında toplayacak tarihi önemde bir gelişmedir. Ortadoğu'nun değiştirilmesinde Kürtler başta gelen güç olarak görülmekte ve hazırlanmaya çalışılmaktadır.”

Bu özet, gerçekte devrimciler dışında tüm kesimleriyle Kürt hareketinin günümüz emperyalizmine, onun Ortadoğu'ya müdahalesine ve müdahale içinde Kürt sorununun çözümüne yaklaşımını da vermektedir. Buradaki özetleme aynen PWD programından ya da Hakpar'ın konuya ilişkin yaklaşımlarından da yapılabilirdi. Belki tek fark, Kongra Gel'in kısmen hala sürdürmekte olduğu solcu terminolojidir. Kongra Gel'in “demokratikleşen emperyalizm”den sözettiği yerde, örneğin PWD “demokratik sistem” demeyi tercih ederdi. Böyle yapmakla da gerçekte ilk İmralı savunmalarının ruhuna olduğu kadar terminolojisine de uygun davranmış olmaktan başka bir şey yapmış olmazdı. Kaldı ki Kongra Gel'in dünden miras olarak kullandığı terminoloji negatif bir işlev de görmektedir. Bu terminoloji, emperyalizmi günümüz dünyasının demokrasi dinamiği olarak yaldızlayan gerici tezleri, 20. yüzyıl dünyasında emperyalizmin gerçekte ne demek olduğunu iyi-kötü bilen sıradan Kürt militan için daha tehlikeli hale getirmektedir. Zira böylece; evet, 20. yüzyılda emperyalizm gerçekten öyleydi, fakat bugün artık değil; günümüzün yükselen değerleri olan “demokrasi ve evrensel insan hakları” emperyalizmi demokratik bir değişime zorlamıştır ve bunun sonucu olarak o egemenlik ilişkilerini “demokratik normlara büründürmek” yoluna gitmekle kalmamış, demokrasiye direnen çağdışı rejimleri de buna zorlamak yolunu tutmuştur, onun artık yaptığı müdahaleler ve giriştiği savaşlar bile bir demokrasi dinamiği olarak iş görmektedir, denmiş olmaktadır.

Kongra Gel programında terminolojiden, terminolojiden de öte bazı özel tanım ve vurgulardan gelen bu tür bir aldatıcı yön belirgin bir özelliktir. Düşününüz ki sınıfların artık aşıldığını, sınıf mücadelesinin anlamını yitirdiğini, artık sınıflar savaşı değil fakat sınıf barışı ve ortak insanlık sorunları çerçevesinde sınıflar arası bütünleşme dönemine girdiğimizi söyleyen bu aynı program (ki tüm bunlar üzerinde ayrıca duracağız), bu aynı görüşlerle bir arada, ilkel komünal toplumun sınıflaşmayla birlikte geride kaldığını söylemekte ve köleci toplumdan İkinci Dünya Savaşı'na kadar olan bütün bir tarihi dönemi sınıflar ve sınıf mücadeleleri ile izah etmekte, üstelik bunu da marksist terminolojiyi kullanarak yapmaktadır. Yine örneğin bu program, 20. yüzyılda sadece “reel sosyalizm”in değil “kapitalist emperyalizm”in de “insanlık ve dünya sorunlarının çözümünde” başarısız kaldığını söylemektedir.

Fakat tüm bunlar yalnızca aldatıcı bir işlev görmektedir. Nitekim aradan henüz yalnızca 15 ay geçmişken tarihi marksist anlamda temel sınıf ilişkileri ve mücadelesiyle izah eden görüşlerin esası yönünden terkedildiğini görüyoruz (PKK'nin Yeniden İnşası İçin Program Taslağı). Öte yandan 20. yüzyılın başarısızlığından “reel sosyalizm”in yanısıra “kapitalist emperyalizm”i sorumlu tutan tanım, bizzat aynı programın toplam mantığı ve bir dizi somut tanımı çerçevesinde, ilki yıkılıp giderken ikincisi kendini yenileyerek “demokratik uygarlık çağı”na uyum sağlamayı başarmıştır düşüncesine bağlanmakta, böylece geçmişe ilişkin eleştiri yalnızca “günümüz demokrasileri”ni temsil eden aynı kapitalist emperyalizm payına bugünkü üstünlüğünün kanıtı haline gelmektedir. Kaldı ki bunun böyle olduğunu görmek ve göstermek için aynı program üzerinden daha dolaysız kanıtlara da sahibiz.

Böylece “demokratik uygarlık” uydurmasına ilişkin somut alana da geçmiş oluyoruz. Kongra Gel programı emperyalizmi günümüzün uluslararası demokrasi dinamiği payesi ile ödüllendirmekle kalmamakta, onun AB'de temsil edilen kesimini de girmiş bulunduğumuz “yeni çağ”ın uygarlığı olan “demokratik uygarlığın” temsilci saymaktadır. Programın “Demokratik Uygarlığın Gelişim Esasları” başlıklı bölümünden okuyoruz:

“i) Demokratik uygarlık çağı 1950'lerden itibaren başlayan bir süreçtir. İlk adımların atıldığı AB, bütün yetersizliklerine ve günümüzde ortaya çıkan acil reform ihtiyaçlarına rağmen demokratik uygarlığın sağ kanadı diyebileceğimiz bir sistem konumundadır. Avrupa'da gelişen kapitalist uygarlığın Amerika, Asya, Avustralya ve Afrika'daki özümsenme durumu dikkate alınırsa, bu alanlarda Avrupa'nın anti-tezi olacak bir uygarlıksal gelişmenin yaşanmayacağı açıkça görülür. Avrupa uygarlığının özümseyemediği ve onunla çelişen Ortadoğu'dur. Dolayısıyla Avrupa uygarlığına anti-tez olacak ve sol çizgiyi esas alacak yeni bir uygarlık yaratma potansiyeli Ortadoğu'nun tarihi kültür birikiminde mevcuttur.”

“Demokratik uygarlığın”potansiyel sol kanadına ilişkin olarak söylenen ve Ortadoğulular olarak hepimizi onurlandıran düşünceyi ilgili program maddesinin bütünlüğü bozulmasın diye aktarmış olduk. Şimdilik bizi ilgilendiren aynı uygarlığın halihazırdaki resmi ve fiili sağ kanat temsilcisine ilişkin olarak söylenenlerdir. Hatırlanacağı gibi insanlık “demokratik uygarlık çağı”na 21. yüzyılla birlikte giriş yapmıştı ve Kongra Gel programı bunu bize daha ilk cümlesi üzerinden duyuruyordu. Şimdi ise aynı programdan bu çağın gerçekte daha “1950'lerden itibaren başlayan bir süreç” olduğunu öğreniyoruz.

Peki ne olmuştur da 1950'lerde Avrupa'da bu süreç başlamıştır? Eğer savaş ya da 1945'ler sonrası denseydi bundan Avrupa'da faşizmin yıkılışını anlayabilirdik. Fakat hayır, program 1950'lerden sözediyor ve bunu da AB oluşumuna bağlıyor. O halde hiçbir kuşkuya mahal yok; burada sözkonusu olan, başta Almanya ve Fransa olmak üzere bazı Avrupalı ülkelerin kömür ve çelik tekelleri arasında 18 Nisan 1951'de yapılan antlaşmayla temelleri atılan gelişmedir. Bilindiği gibi bu anlaşma ortaya Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nu çıkarmıştı. Bundan ise , 1957 yılında altı Batı Avrupa Devleti (Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, Luxemburg ve İtalya) arasında imzalanan “Roma Antlaşması” ile Avrupa Ekonomik Topluluğu doğmuştu.

Bu, o dönem için belirleyici konumdaki iki sanayi sektöründeki Avrupalı emperyalist tekellerin savaşın yıkımı ve sonrasına miras güçsüzlüğü ortamında, sömürü ve soygunu bundan böyle güçlerini birleştirerek devam ettirmesine dayalı bir adımdı. Bugün tüm iç çelişki ve çatlaklarına rağmen dünya hegemonya mücadelesinde başa güreşen konumdaki emperyalist AB sürecinin 1950'lerdeki başlangıç tarihi bu adımdı. Kongra Gel programı, mayasında emperyalist tekellerin zorunlu barışçı birliği olan bu adımı alıp “demokratik uygarlık çağı”nın başlangıcı olarak maddeleştiriyor. İyi de yapıyor. Zira böylece, üzerine onca laf edilen “demokratik uygarlığın” gerçekte ne olduğunu somut ve tartışmasız biçimde görmüş öğrenmiş oluyoruz. Bunun “sağ kanat” olduğu ve gelinen yerde reforme edilmesi gerektiği üzerine kayıtların bir anlamı yok. Bu kadarcık kusur elbette olacak. Önemli olan ortak temeldir ve bu da “demokratik uygarlık”tır. AB de halihazırda onun gerçek ve dahası biricik temsilcisidir. Zira “sol kanat” henüz potansiyel düzeydedir ve dolayısıyla gerçek değildir. Gerçek olup olmayacağı ABD'nin Ortadoğu'ya taşıdığı demokrasi dinamiğine halkların vereceği yanıta bağlıdır. Böylece demokratik uygarlığın “sağ kanadı”nın tümüyle emperyalist bir maya taşıdığını görmüş bulunuyoruz. “Sol kanadı” ise ABD emperyalizminin BOP kapsamında çaldığı emperyalist savaş mayasının tuttup tutmayacağına bağlı. Gerçekten hoş bir “demokratik uygarlık çağı” ile yüzyüzeyiz.

Alay ediyoruz sanılacak ama kesinlikle değil. Söylenenleri özetliyoruz ve söylenenler en açık ve net biçimde bunu anlatıyor. Nitekim Abdullah Öcalan'ın İmralı kitap-savunmalarına baktığımızda her yeni kitapla birçok şey değiştiği halde AB'ye ilişkin övgü ve güzellemelerin güçlenerek sürdüğünü görüyoruz. Buna da şaşırmıyoruz çünkü İmralı savunmalarının “demokratik uygarlık projesi” gerçekten bundan öteye bir şey değil. Kürt sorununa ilişkin çözüme de bu kapsamda bakılmaktadır. “Sol kanat” üzerinden Ortadoğu'ya yönelik içi boş onurlandırmalar gerçekte pratik bir anlam taşımamaktadır. Gerçek politik tercihlere baktığımızda çıkılan yer, Türkiye'yi de içine almış ve böylece Kürt sorununu kültürel haklar sınırlarında “çözmüş” bir AB'dir. Nitekim düne kadar “Türkiye üst kimliği” üzerinden Kürtler için kültürel haklar sınırlarında “etnik” alt kimlikten sözeden Abdullah Öcalan, artık bunları üçe çıkarmış bulunmaktadır. Üçüncüsü ilk ikisinde üstünde olacak olan “AB kimliği”dir. Ya Ortadoğu kimliği? O şimdilik bekleyebilir, ne de olsa Sümerler'den beri bekliyor.

İmralı savunmalarında AB ve “demokratik uygarlık”

İlk AİHM Savunmaları'nın kitaplaştırılmışı olan “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa” kitabınının “Önsöz”ünde Abdullah Öcalan AB ve Kürt sorunu konusunda şunları söylüyordu: “Avrupa ileri konumdadır... AB değerlerini toplumsal güçlerin adil çıkarlarına göre paylaşmayı bilmek ucuz ve bilinen anlamda işbirlikçilik olmadığı gibi, buna karşı duruşun da bir ilericilik olmadığı, köhne ve softa bir gericilikten başka bir anlamının olmayacağı açıktır....” “Milliyetçilik, dincilik ve demokrasiden uzak kalmışlık, Avrupa'nın çoktan aştığı değerler olması kadar, uluslar üstük kurumlaşma, kültürel çoğulcu yaşam ve birey haklarına kadar derinleştirilen demokratik sistem kendini kanıtlayan evrensel çağdaş değerler haline geliyor...” (s. 12) “Avrupa'nın üstünlüğü, uzun deneyimlerden sonra vardığı demokratik siyasete ve her tür özgürlüksel ifadeye kapıyı alabildiğine açık tutmasıdır...” (s.16)

Bunlar “Önsöz”de söylenenler. İki cilt halinde yayınlanan aynı kitabın bir de“son sözü” var. Burada ölçü iyice kaçmaktadır. “Günümüzde daha çok demokratik hukuk çağı olarak kavramlaştırılan Avrupa uygarlığı”ndan sözeden Abdullah Öcalan “eskiye benzeyen bir antiemperyalizmin yeni versiyonu olarak antiküreselcilik”le kendi tutumu arasına belirgin biçimde çizgi çizmekte ve Avrupa uygarlığını “çağdaş demokratik uygarlığın” adeta kalesi ilan etmekte ve özellikle Kürt sorununun en gerçekçi çözümünü ima ederek şunları söylemektedir: “Özellikle temel insan haklarının üç kuşak gelişmesinin çözümleyici niteliğinin basite alınmaması gerektiğine, bu haklara dayanarak her ülkede yaşanan somut sorunlara oldukça yapıcı yaklaşılacağına ve en uygun uzlaşma zemininde buluşulacağına inancımı da belirtemeliyim.” (2. Cilt, s. 390, 391)

Ve nihayet sınırsız AB övgü ve yüceltmelerinin doruğu: “Avrupa uygarlığının bir son aşamayı yaşadığı kabul gören genel bir anlayıştır. Bu uygarlık yıkılışını faşizmle durdurmak istemiş; bunda başarılı olamayınca barışçı dönüşüme açık olan demokratik uygarlığa geçiş yapmaktan başka bir şansı kalmamamıştır. Her ne kadar çözülen reel sosyalizm ise de, Avrupa kapitalizminin de kapitalizmden çıkacak kadar dönüşümlerle karşı karşıya kaldığı bir gerçektir.” (s. 392)

Türkiye solunda AB'ci tek parti ÖDP'dir, o bile hem bu konuda kendi içinden gelen bir zorlanma yaşamakta ve hem de mevcut AB'ye bu tür övgülerden kaçınmakta, mevcut AB içinde “emeğin AB'si” mücadelesinden sözetmektedir. “Demokratik uygarlık” uydurmasının doğulu “peygamberi” ve “yeni bir sistem”in mucidi olmak iddiasındaki Abdullah Öcalan ise, her yeni adımı ile 19. yüzyılın vahşi kapitalizmine doğru yeni bir hamle yapan o bildiğimiz AB'yi demokratik uygarlığın halihazıradaki biricik gerçek temsilcisi saymakla kalmıyor, daha bir de onun faşizmi aşmayı başardığı gibi gelinen yerde kapitalizmi da aşmakta olduğunu söyleyebiliyor.

Bu kadarına ne diyebiliriz ki? En iyisi hiçbir şey söylemeden yine Abdullah Öcalan'ın kendisini konuşturmaktır. Hiçbir ek açıklama onun AB'yi “demokratik uygarlık projesi”nin günümüzdeki gerçekleşmiş ve somutlaşmış biricik temsilcisi sayan sözlerinden daha etkili ve açıklayıcı olamaz:

“Savunmamda Kürt sorununun çağdaş çözümünün tam demokrasi ve hukuk devleti ölçülerinden geçtiği gösterilmeye çalışılmıştır. 19. ve 20. yüzyılda esas alınan milliyetçi çözümlerin getirdiklerinden çok götürdükleri ortaya konulmuştur. (...) 20. yüzyılın sonlarında demokratik sistemin en geçerli rejim olarak zaferi kesinleşmiştir. Siyasal sınırlarla oynama gereği duymadan ve şiddetin gelişen teknolojik ve bilimsel devrimlerle anlanmını yitirmesine bağlı olarak, demokratik uzlaşma olanakları en zor sorunlarda bile çözümleyici değerini kanıtlamıştır. Avrupa uygarlığının en önemli kazanımı olarak güç kazanan demokratik sistemin en uzun süreli barışla birlikte ekonomik kalkınmaya da imkan vermesi, dünya çapında bir çekim gücü kazanmasına yol açmıştır. İnsan haklarının kapsamlı tanınması ve hukukun yükselen değeri olarak anlam bulması, hukuk devletiyle demokratik sistemin daha güçlü sentezini beraberinde getirmiştir. Bu demokratik hukuk devleti sentezinde tüm ulusal ve toplumsal sorunların çözüm bulması zor olmamaktadır. Avrupa uygarlığının büyük tecrübesi bu çözüme yol açmış gibi, esas gücünü de bu çözüm yolundan aldığı kesinlik kazanmıştır.” (s. 403)

Bugün Avrupa'da olup bitenler karşısında, görevi AB'yi yüceltmek ve kusurlarını gizlemek olanlar bile ona bu türden övgüler yapmak gücünü kendilerinde bulamazlar. Ama kendini “demokratik uygarlık çağı”nın doğulu peygamberi olarak niteleyen Abdullah Öcalan bulabiliyor! Bir tek “Bu demokratik hukuk devleti sentezinde tüm ulusal ve toplumsal sorunların çözüm bulması zor olmamaktadır” cümlesi bile Abdullah Öcalan'ın bugün gerçekte nasıl bir ideolojik zemin üzerinde durduğunu ortaya koymaya yeterlidir. O tipik bir burjuva liberali konumdadır. Bir parça dürüst davransaydı kitabınını ismini “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Avrupa Uygarlığına” olarak koyardı. O her konuda olduğu gibi AB konusunda da işbirlikçi Türk burjuvazisine destek vermekten ve Kürt halk kitlelerini düzenin AB'ye ilişkin yalanları ile sersemletmekten başka bir şey yapmış olmuyor. Yine de iyi yapıyor, zira bunu yaptığı ölçüde “demokratik uygarlık” üzerine edilen onca lafın gerçek mahiyeti ve somut anlamı ortaya çıkmış oluyor.

Kürt hareketinde AB ortak paydası

AB savunuculuğu devrimciler dışında tüm kesimleriyle Kürt hareketi için tartışılmaz ortak payda durumundadır. Bu konuda Kongra Gel ile PSK ve PWD, DEHAP ile Hakpar tam bir görüş birliği içindedirler. AB onların tümü için bir “demokratik uygarlık projesi”dir. Türkiye'nin bu projeye katılımı ise Kürt sorununun çözümü için biricik gerçek güvencedir. Onlara göre AB yalnızca Kürt sorununun değil tüm öteki toplumsal sorunların çözümü için de bugünün olanaklı ve gerçekçi tek çözüm projesidir (ki bunun en veciz ifadesini bizzat Abdullah Öcalan'ın beyanları üzerinden görmüş bulunuyoruz). Bu çerçevede onlar Türkiye'nin AB üyeliğinin en hararetli savunucularıdır. Konumları gereği Kürt sorununa verdikleri özel ağırlık ve bu çerçevede yönelttikleri eleştiriler saklı tutulursa, Türk burjuvazisinin kitleleri sersemletmeye yönelik AB propagandasını olduğu gibi olumlamakta, paylaşmakta ve bunun Kürt halk kitleleri içinde etki bulmasında özel bir rol oynamaktadırlar.

Örneğin adında hala da “sosyalist” sıfatı taşıyabilen PSK, AB'yi “çağın en ileri uygarlık projesi” olarak değerlendirmektedir. Bu projenin Türkiye halkları için anlam ve öneminin salt demokrasi özleminden öteye, “aynı zamanda insanca bir yaşam, iş, ekmek ve özgürlük” anlamına geldiğini söylemektedir (PSK MK'nın 17 Haziran 2002 tarihli bildirisi). Aynı konuda Amerikancı PWD ise bizzat program maddesi olarak Türkiye'nin AB'ye katılmasını “hayati öneme sahip” bir sorun olarak görmekte, bunu Kürt sorununun çözümü açısından “hem geliştirici hem de güvence” saymaktadır. Dahası bunun “Sosyal refah toplumuna ulaşmak için de” büyük önem taşıdığını vurgulamakta ve bu çerçevede, “AB ile müzakerelerin başlamasına ve katılımın hızlanmasına katkı sunmak demokrasinin yanında yurtseverlik görevidir” demektedir.

Biri artık sağcı ve cepheden Amerikancı (PWD) öteki hala solcu ve utangaç Amerikancı (PSK) bu iki hareket için AB bir demokrasi ve refah projesidir; dahası, Türkiye'deki Kürt sorununun çözümü için de biricik gerçek olanak ve güvencedir. Türkiye'deki Kürt sorunu için diyoruz, zira bu aynı çevreler öteki parçalardaki Kürt sorununun çözümüne gelince hararetli amerikancıdırlar. Öteki parçalar sözkonusu olunca AB projesinin yerine ABD'nin BOP projesi almaktadır. Dolayısıyla barışçı değişimin yerini emperyalist savaş, “Kopenhag Kriterleri”nin yerini ise Amerikan savaş makinası... Bu ise yalnızca onların tutarsızlığının ve ilkeden yoksunluğunun değil, fakat kendini her alanda tümüyle emperyalizmin yapabileceklerine/verebileceklerine göre uyarladıklarının da en dolaysız bir göstergesidir.

(Devam edecek...)