12 Şubat 2005
Sayı: 2005/06 (06)


  Kızıl Bayrak'tan
  Rice’in ziyaretiyle netleşen uşaklık tablosu
  Rice suç ortaklığının çerçevesini çizdi
  Emek Platformu mücadele kaçkınlığı
yapıyor
  Emek Platformu’nun İstanbul toplantıları
  Yüzünüzü tepedekilere değil tabandakilere çevirin!
  Emek Platformu İzmir toplantısı.
  CHP’nin imaj yenileme manevraları
  Hakkari'ye gaz bombası Asya’ya “yardım”
  Devrimci bir 8 Mart için
  Ankara’da KESK şube genel kurulları
  Ravelli'de saldırılar ve mücadele
  Gençlik hareketi engellerini aşarak
yoluna devam edecektir!
   Ulusal sorun ve Kürt hareketi/2 (Orta sayfa)
  “Jingo Kürtler”in gözüyle ABD, İsrail ve Kürtler...
  OSB-İMES İşçileri Derneği Başkanı ile
röportaj
  GOP BDSP kampanya faaliyetinden
  Tuzla’da sempozyuma hazırlık çalışmaları
  ABD-İngiliz emperyalist ittifakında çatırdama belirtileri
  Emp. barbarlığın
“demokratikleştirme misyonu”
  CİA: İşkenceci yetiştirme merkezi!
  Davos’un gündemi
 Fransa’da eylem dalgası
 Kapitalizmde usta–çırak ilişkisi
 “Hakkımı istiyorum!
O zaman suçluyum!”
  ZKÜ Rektörlüğü “tatil” yapmıyor!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 

Ulusal sorun ve Kürt hareketi/2

Kürt hareketinde İmralı yıkımı

H. Fırat

(Yakın zamanda verilmiş bir konferansın elden geçirilmiş kayıtlarındır...)

İmralı teslimiyetinin iki boyutu

İmralı teslimiyetini somutlayan düşünsel açılımların biri genel öteki özel iki temel boyutu vardı. Genel olan dünya görüşüne ilişkin sorunlar bütününü kapsamaktaydı. Abdullah Öcalan ilk savunmalarında ortaya koyduğu görüşleriyle çağa, topluma, sınıflara, devlete, devrime, demokrasiye, savaşa, barışa ve daha bir dizi başka temel önemde soruna ilişkin olarak devrimci düşünceleri köklü bir tutum değişikliği ile terkediyor, tüm bu konularda olduğu gibi burjuva ideolojisinin düşünce çizgisini ve argümanlarını benimsiyordu. Kendisinin de savunmasında daha baştan açıklıkla belirttiği gibi, Leslie Lipson'un burjuva demokrasisini idealleştiren “Damokratik Uygarlık” başlıklı kitabı onun bu konudaki köklü ideolojik dönüşümü için ilham kaynağı ve yol göstericisi olmuştu. (Kuşkusuz bu kitap, tahmin edilmesi güç olmayan amaçlar çerçevesinde, ona bizzat İmralı sorgucuları tarafından sunulmuştu). İdeolojik teslimiyetin bu boyutu, devrimci düşünce ve eylemle tüm bağların köklü bir biçimde koparılması anlamına geliyordu. Abdullah Öcalan çok bilinçli bir tercihin ürünü olan bu tutumla Türk egemenlerine, onlardan da öteye sisteminin egemen güçlerine açık ve net bir mesaj vermiş oluyordu. Bir dizi ideolojik ve pratik adımla bu mesaj gerçekte yıllardan beridir zaten verilmekteydi. Fakat burada sorun, o gün için gerçekten sarsıcı olan köklü bir tutum değişikliğiyle, en açık bir biçimde artık bir sonuca bağlanmış oluyordu. “20. yüzyıl sonunda zafer kazanan demokratik sistem” düşüncesi, gerçekte egemen sisteme tam boy ideolojik ve politik teslimiyetin en veciz ve vurucu bir ifadesinden başka bir şey değildi. Bugün bu düşünce bir avuç devrimci dışında artık tüm kesimleriyle Kürt hareketinin ortak söylemidir.

İmralı teslimiyetinin özel boyutu ise ulusal sorun, daha somut olarak da Kürt sorunu idi. Bu konudaki tutum ve yeni çizgi de doğal olarak dünya görüşündeki değişimin bir uzantısı olacaktı. Dünyaya ve topluma artık tümüyle farklı bir görüş ve düşünce çizgisiyle yaklaşanların, bu bakış açısını kendi siyasal varlıklarının asli nedeni olan soruna uygulamamaları elbette düşünülemezdi. Dahası, devrime ve sosyalizme ideolojik karşıtlık içinde demokrasi üzerine yapılan onca güzellemeden çıkarılacak siyasal sonuçlar, ulusal bir hareket için öncelikle de ulusal sorun üzerinden anlamını bulmak durumundaydı. Yaşanan ideolojik dönüşümün dolaysız siyasal amacı da zaten buna, o güne kadar uğruna mücadele verilen sorundaki köklü çizgi değişikliğine yönelikti.

Genel planda devrim çizgisi terkedilerek kurulu düzen çerçevesi ve bu çerçeve içinde uzlaşmaya dayalı barışçıl mücadele çizgisi esas alındığında, bu reformist tercihin ulusal soruna yansıması da daha çok kültürel haklar sınırlarında kalan bir çizgi ve program olabilirdi ancak. Ezen-ezilen ulus ilişkilerini barındıran burjuva bir toplumda, ezilen ulusun tam özgürlüğünü ve ulusların her alanda siyasal eşitliğini hedef alan bir program, doğası gereği devrimci olmak zorundadır. Zira egemen sınıfsal ve siyasal ilişkilerde köklü bir değişim olmaksızın, bu türden bir özgürlük ve eşitlik de olanaklı değildir. Egemen sınıfsal ve siyasal ilişkilerde köklü değişim ise devrim, devrime dayalı siyasal çözüm demektir. Dolayısıyla devrimden yüz çevirenlerin, ya da ona zaten hiçbir zaman yanaşmamış olanların ezilen ulusun gerçek özgürlüğü ve tam eşitliği üzerine sözleri ve iddiaları, gerçekte her türlü dayanaktan yoksundur. Bu tutum cahillik ürünü değilse eğer tümüyle bir samimiyetsizlik ürünüdür. Genellikle de sözkonusu olan bu ikincisidir.

Ulusal sorunu devrim sorunu içinde, onun bir parçası olarak ele almayan II. Enternasyonal partilerinin ulusal programlarını ulusal kültürel haklar sınırlarında formüle etmeleri ve siyasal alanı tümüyle ezen ulusun tekelinde bırakmaları tam da buradan, bu gerçeğin bilincinde olmalarından geliyordu. Bu, burjuva toplumu altında ulusal sorunda kültürel hakları aşan kısmi siyasal çözümlerin olanaklı olmadığını değil (ki böyle bir genelleme yapılamaz), fakat barışçıl mücadele sınırları içinde genellikle bu çerçeveninin aşılamayacağını ve dolayısıyla, devrimler olmaksızın ezen-ezilen ulus ilişkilerinde esasa ilişkin bir değişimin yaşanamayacağını anlatır. Bu son vurgunun tek istisnası, devletler arası ilişkilerde ve dolayısıyla ülke sınırlarının belirlenmesinde köklü yeniden düzenlemelere yolaçabilen emperyalist savaşlar (dünya ölçüsünde ya da bölgesel düzeyde) olabilir ancak. Bu ise ulusal sorunun çözümü değil fakat yeni biçim, kapsam ve ilişkiler içinde yeni bir düzeyde sürmesi anlamına gelir. Yugoslavya'ya emperyalist müdahalenin bilançosuna bugünden bakarsak, bu yolla ulusal sorunun ne kadar çözülebildiği konusunda da açık bir fikir edinmiş oluruz. Bosna'da ve Kosova'da birbirlerine düşmanlaştırılmış halklar ve aralarına onları her an boğazlaşmaktan alıkoymak üzere süresiz olarak yerleşmiş bulunan emperyalist işgal orduları gerçeği, bu yolla sorunun çözülmediğini, tersine ağırlaştırılıp içinden daha da çıkılmaz hale sokulduğunu gösterir. (Kürt hareketinin en yozlaşmış ve her türlü ilerici ve insani değerden kopmuş kesimleri artık Kürt sorununun bu türden bir çözümünü savunmakta, Ortadoğu'nun emperyalistlerce ateşe verilmesinin, tüm öteki halkların yeni bir düzeyde köleleştirilmesinin ve bu arada halklar arası ilişkilerde kaçınılmaz olarak yaşanacak çok yönlü tahribatın, “Büyük Kürdistan”a giden biricik olanaklı yol olduğunu düşünmektedirler. Kürt hareketi içinde kendini gösteren gerici burjuva milliyetçiliğinin bu yeni türü üzerinde ayrıca durmamız gerekecek.)

Abdullan Öcalan, devrimden artık resmen de yüz çevirmek anlamına gelen yeni ideolojik açılımları çerçevesinde, Kürt sorununu kültürel haklar sınırlarında formüle ederken gerçekte işin, yani kendini mevcut düzene uyarlamanın mantığına uygun düşen bir gerçekçilikle hareket etmiştir. Fakat sorun şuradadır ki, bu gerçekçilik hiç de özgür bir iradenin değil, fakat karşıtlarınca dayatılan bir tercihin ya da onlarca yaratılmış koşulların ezici ağırlığı altında düşülen bir teslimiyet tutumunun ürünü olmuştur. İmralı çizgisini lekeli hale getiren ve reformizmi başından itibaren bir çizgi olarak benimsemiş öteki Kürt akımlarından farklılaştıran da bu oldu. Kaldı ki sorun bununla da bitmiyordu. Teslimiyet gerçeğinin kendisi Kürt sorunu çerçevesinde tarihe ve güncel gerçekliğe yeni yorumlar getirmeyi de gerekli kılıyordu. Bu, Abdullah Öcalan'ın savunmalarına, cumhuriyet tarihinin ve buna bağlı olarak Kürt isyanlarının tümüyle yeni bir yorumu olarak yansıdı ve mevcut cumhuriyetin savunulması ile birleşti. Bu yeni yorum temelde inkarcıydı ve doğal olarak her eğilimden Kürtler için düşünsel ve manevi bakımdan fazlasıyla yaralayıcıydı.

Kürt hareketinin geniş kesimleri İmralı teslimiyetinin dünya görüşüne ilişkin ilk ve belirleyici önemdeki boyutunda fazlaca zorlanmadılar. İmralı duruşmalarının ilk birkaç haftasında “demokratik sistem” adı altında emperyalist sistemin savunulmasına ve “saf ve ideal demokrasi” olarak yaldızlanarak sunulan burjuva demokrasisinin yüceltilmesine karşı Kürt basınında bir-iki çatlak ses çıktıysa da çok geçmeden ortalık duruldu. Bir avuç devrimci dışında devrimden ve sosyalizmden bu köklü yüz çeviriş, Kürt hareketi kadrolarının ezici çoğunluğu tarafından nispeten kolayca sindirildi.

Bu bir bakıma ‘89 yıkılışıyla birlikte dünyayı kaplayan liberalleşme dalgasının Kürt hareketine gecikmiş bir yansıması idi. Dünya ölçüsündeki liberal dalgaya rağmen Kürt hareketi saflarında daha çok da söylem ve duygu planında da olsa devrimcilik iddiasını ayakta tutan, Kürt hareketinin gelişme çizgisi ve başarıya ulaşma umuduydu. Bu umutların bizzat İmralı gerçeği ile sarsıcı bir biçimde yıkıldığı bir ortamda, devrimcilik iddiası ve umudunun Kürt kadrolarının geniş kesimleri için artık ne bir anlamı ve ne de dayanağı kalmıştı. Bundan dolayıdır ki, kısa zamanda devrime ilişkin her söz ve söylem terkedildi, tüm söylemlere “demokrasinin dili” ve sihirli çözümleri egemen hale geldi. Burjuva liberalizmi bundan böyle Kürt hareketi içinde yükselen değerler sistemi oldu.

Daha önce Abdullah Öcalan'ın büyük liderlik başarısı olarak nitelediğimiz şey tam da buydu. Bu, Kürt hareketinin devrimci kadrolarının devrimci düşünce ve değerlerden koparılması, emperyalist dünya sistemi ve kapitalist toplum düzeniyle barıştırılması ve giderek bütünleştirilmesi başarısıydı. Bugün PWD adı altında biraraya gelmiş bulunan dünkü PKK yönetim kadrolarının bir bölümünü en ölçüsüz bir Amerikancı çizgiye bu kadar kolayca yönelten, bir kısmı düne kadar Kürt basınının köşelerini tutan bazı sözde Kürt aydınlarını bugün ABD emperyalizminin ve siyonizmin örtülü ya da arsız savunucuları durumuna düşüren (ki bir kısmı belki buna dünden hazırdı, fakat gerçek düşüncelerini Kürt hareketine egemen devrimcilik iddiası karşısında uzun yıllar boyunca ikiyüzlülükle gizliyorlardı) tam da bu ideolojik ve moral yıkım olmuştur.

Yargımızı yineliyoruz; bugün büyük bölümü Abdullah Öcalan muhalifi konumundaki Amerikancı Kürtler, bu onursuz role bu denli kolay soyunabilmelerini bizzat onun yarattığı ideolojik ve moral yıkım atmosferine borçludurlar.

Kürt hareketinde Amerikancılık

Fakat bu dönüşümü bu denli kolay yaşayanların, İmralı teslimiyetinin ardından “demokrasinin çözüm dili”ne bu denli kolay uyum sağlayanların yine de başlangıçta temel önemde bir umutları, karşılık bulacağını umdukları bazı beklentileri vardı. Devrimle çözülmesinden umutlarını kestikleri Kürt sorununun uzlaşmaya dayalı kısmi barışçıl çözümüydü bu ve Abdullah Öcalan'ın en büyük başarısı, tam da PKK üzerinden Kürt hareketinin geniş kesimlerini buna inandırmış olmasıydı. Bunu başaramamış olsaydı, liberal ideolojik açılımlarını zaten bu denli kolay benimsetemezdi. Ne var ki ilerleyen zaman bu beklentinin bir karşılığı olmadığını tüm açıklığı ile ortaya çıkardı ve bu gerçeklik Kürt hareketinde baş gösteren bunalımın, giderek çözülmenin temel etkeni oldu.

Bunalım görüş ayrılıkları demekti ve bu da doğal olarak kendini çözüm umutları boşa düşmüş Kürt sorunu üzerinden gösterecekti. Kaldı ki devrimden dönüş çizgisini çok da zorlanmadan benimseyip sindirenlerin aynı şeyi Kürt sorununun İmralı'daki ele alınışı üzerinden aynı kolaylıkla yaptıkları söylenemezdi. Kürt hareketine Cumhuriyet döneminin kemalist yorumunu ve Kürt isyanlarının inkarcı değerlendirmesini kabul ettirmek doğal olarak kolay değildi. İmralı açılımlarına bu noktadan karşıtlık Kürt hareketinin geniş kesimleri içinde başından itibaren vardı (ve halen de yaygın olarak var), yalnızca dışarı vurulmuyordu (ve kopanlar dışında halen de vurulmuyor). Alternatif bir çizgiyle ortaya çıkılmadığı sürece vurulamazdı da. Kürt hareketi bünyesinden alternatif bir çizgiyle ortaya çıkmak ise kolay değildi. Zorluk sadece PKK'nin her türlü ayrılığı her yolla daha baştan boğmaya dayalı gelenekselleşmiş zorbaca tutumundan kaynaklanmıyordu. Daha da önemlisi, alternatif bir çizgi alternatif bir politik iddia ve pratik demekti. İmralı'ının kapsamlı ideolojik-moral tahribatından sonra bu devrimcilik olamayacağına göre, ne olabilirdi? Hak-Par'ın temsil ettiği biçimiyle liberal Kürt burjuva milliyetçiliği olabilirdi belki, ama bunun kendisi yıllardır asıl temsilcileri şahsında bir arpa boyu yolalabilmiş değildi, dolayısıyla da bir şansı olmadığı gibi bir cazibesi de yoktu.

Bu çıkışsızlık ortamında İmralı çizgisine gösterilen zorunlu uyumu ABD'nin Ortadoğu'ya emperyalist müdahale süreci ve bununla bağlantılı olarak Güney Kürdistan'da yaşanan gelişmeler bozdu. 11 Eylül'ü izleyen bu gelişmeler Kürt hareketindeki bunalımı derinleştirmekle kalmadı, altenatifini de bizzat hazırladı. Bu Kürt sorununda dolaysız Amerikancı çizgi idi ve Kürt hareketinin bünyesinden böyle bir akım bugün PWD adını almış olanlar şahsında tüm çıplaklığı ile (sözkonusu olan dünün devrimcileri olduğuna göre buna tüm arsızlığı ile de denebilir) ortaya çıkmış durumdadır.

İmralı'nın teslimiyet ve tasfiye çizgisinin bundaki dolaysız sorumluluğuna işaret etmiş bulunuyoruz. Bu sorumluluk öylesine dolaysızdır ki, ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik emperyalist müdahalesini olumlayan, bunu değişim ve demokrasi yanlısı güçlerin statüko yanlısı diktatörlük rejimlerine müdahalesi olarak yaldızlayan, emperyalist müdahalenin Ortadoğu'ya demokrasi ve Kürtler'e özgürlük getireceğini söyleyen, başlangıçta ve bir süre için bizzat PKK-KADEK olmuştu. Dahası, KADEK'in yerini alan Kongra-Gel'in mevcut programı hala da işin özünde bu aynı şeyi söylemektedir (bunu daha sonra ayrıntıları ile göreceğiz). Bu şaşırtıcı da değildir; zira Abdullah Öcalan, daha sonra, Kongra-Gel'in kuruluşunu izleyen dönemde, hareketteki Amerikancı eğilime Türk devletinin beklentileri doğrultusunda önemli müdahalelerde bulunmuş olsa da, bizzat onun ideolojik açılımları mantıksal ve pratik olarak bu sonuçları doğurmuştur. Bu ideolojik çizgi korunduğu sürece daha da doğuracaktır.

İmralı teslimiyetini somutlayan düşünce çizgisinin en tahrip edici yanı da budur zaten. Emperyalist sistemi 20. yüzyılın sonunda zaferini kesinleştirmiş “demokratik uygarlık” olarak yaldızlayan ideolojik tutum, Kürt hareketini her türden savrulmalara, bu çerçevede bölgeye ilişkin emperyalist ve siyonist planların dolgu malzemesi olmaya potansiyel açıdan hazır hale getirmiştir. PWD bunun bugünkü ve yalnızca bir ilk meyvesidir. Bu aynı zamanda, bölge düzeyinde Kürt sorununda inisiyatifi ele alan emperyalistlerin ve siyonistlerin bu etki ve denetimlerini Türkiye'deki Kürt hareketine kadar yaydıklarının da uyarıcı bir göstergesi olmuştur. Bu etki elbette PKK tarafından temsil edilen hareketle sınırlı değildir. Fakat gelinen yerde artık PKK saflarında da etki bulmuş ve yönetici kademenin bir bölümünü kendi çizgisine çekmiştir. İmralı çizgisinin Kürt hareketini saplamış bulunduğu çözümsüzlük ve çıkışsızlık ortamında bu gelişme gerçekte sanıldığından da önemlidir.

PWD türü çıkışları koşullayanın bir yanıyla da bizzat İmralı çizgisi olduğunu gözönünde bulundurmak gerekir. Sorun salt yeni ideolojik çizginin bu tür doğumlara uygun bir düşünsel zemin oluşturmasından da ibaret değildir. Bundan daha önemli olan, yeni çizginin yarattığı derin hayal kırıklığı ile resmi düzen ideolojisi ve politikasına yamanmanın gelinen yerde yolaçtığı karşı tepkilerdir. Hayal kırıklığından sözetmiş bulunuyoruz. İmralı teslimiyetin somutlanan adımların ve tek yanlı “fedakarlıklar”ın, zamanla devleti de bir dizi adım atmaya, en azından bir başlangıç adımı olarak silahlı Kürt hareketinin resmi siyaset sahnesinde meşrulaşmasını sağlayacak açılımlara yönelteceği sanılıyordu. Yıllar karşılıksız kalan bu türden beklentilerle tüketildi ve sonuç AB makyajı sınırlarında önemsiz ve daha çok da göstermelik düzenlemelerin ötesine geçmedi. Genel olarak şiddeti ve özel olarak silahlı mücadeleyi ilkesel ve ideolojik olarak döne döne mahkum eden, bunun için isimler değiştirip yeni programlar hazırlayan PKK eksenli Kürt hareketi, bütün bunlara rağmen düzen legalitesi içine alınmak bir yana her türlü spekülasyona açık bir biçimde yeniden “savaş”a yönelmek durumunda bırakıldı. Bütün bunlar başlıbaşına derin bir hayal kırıklığı zemini demekti.

Fakat iş bununla da sınırlı kalmadı. Gündeme getirdiği tam teslimiyete karşılık olarak Kürt hareketine bekleyiş içinde çürüme ve çözülme dışında hiçbir şey kazandırmamış bulunan Abdullah Öcalan, buna rağmen “devlete hizmet” çizgisini yeni açılımlarla sürdürüyordu ve devlet ise, bunların PKK kadrolarına ve bütün bir Kürt hareketi kitlesine zamanında ve tam olarak ulaşabilmesi için her türlü kolaylığı sağlıyordu. Bu açılımların ideolojik cephesi hiç de bir Kürt lidere düşmemesi gereken ölçüsüz Kemalizm savunusu olurken, politik cephesi Güney Kürdistan'daki gelişmeler karşısında Türk devletinin izlediği politikaları güçlendiren tutumlarda ifadesini buluyordu. PWD, bugün temsil ettiği utanç verici Amerikancı çizgi ne olursa olsun, aynı zamanda bu ölçüsüzlüklere bir tepki olarak da ortaya çıkmıştır. Bir yanda Türk devletine biat etmiş fakat karşılığında henüz hiçbir şey alamamış Abdullah Öcalan çizgisi, ve öte yanda, Amerikan emperyalizminin bölgeye müdahalesine tam destek vermiş ve karşılığında hiç değilse şimdilik Güney Kürdistan üzerindeki denetimlerini pekiştirmiş Barzani-Talabani çizgisi. Bu karşıtlığın Kürt hareketinde kafaları karıştırmaması ve sonuçta PKK'de çatlak yaratmaması düşünülemezdi. Hele de Güney Kürdistan'da yaşamak, gelişmeleri buradan izlemek ve Güneyli Kürt partileri ve onlar üzerinden Amerikalılar tarafından dolaysız etkilenmelere bu denli açık olmak sözkonusuyken.

Kürt hareketinde gerici burjuva milliyetçiliği: “Jingo Kürtler”

Geçmişte kendi içinde devrimci ve reformcu olmak üzere iki ana akım halinde bölünen Kürt hareketi bugün artık büyük bir bölümüyle burjuva liberal bir ideolojik çizgide ortaklaşmış durumdadır. Ayrılıklar dünya görüşüne ilişkin genel sorunlarda değil fakat daha çok Kürt sorununun ele alınışına ilişkin özel sorunlarda ortaya çıkmaktadır. Bugün hala devrimci çizgiyi ve değerleri savunmaya çalışan ve son derece küçük bir azınlığı oluşturan devrimcileri bir yana bırakacak olursak, burjuva liberal çizgide buluşmuş geniş Kürt hareketi içinde politik görüş farklılıklarına dayanan başlıca iki çizgi vardır. Abdullah Öcalan'ın temsil ettiği teslimiyetçi reformist çizgi ile tüm umutlarını ABD emperyalizminin Ortadoğu'ya müdahalesine bağlamış bulunan ve Kongra-Gel bölünmesinden sonra bugün artık daha çok PWD'de temsil edilen gerici Amerikancı çizgi.

İlk çizgi Türk devletinin Türkiye'deki Kürt sorununda inisiyatifi büyük ölçüde ele geçirmiş olmasının bir yansımadır. İmralı'dan beri durum tamı tamına budur. Türk devleti ve burjuvazisi için tarihi değerdeki bu başarının anlamı ve Abdullah Öcalan çizgisi üzerinden kendini ortaya koyuş tarzı üzerinde ayrıca duracağız. Şimdilik bunun tümüyle güdümlü bir çizgi olduğunu ve halihazırda bekleyiş içinde çürüme ve çözülme dışında Kürt hareketine bir şey kazandırmadığını, bundan sonra da kazandırmayacağını, bu gerçeğin daha şimdiden kesinleşmiş bulunduğunu belirtmekle yetinebiliriz.

PWD'nin temsil ettiği öteki çizgi ise tümüyle Amerikan güdümlüdür. Bundan basitçe bu çevrenin ABD tarafından yönetilip yönlendirildiğini kastetmiyoruz. İşin bu yanını tam olarak bilmiyoruz ve bunun buradaki tartışmamız için özel bir önemi de yok. Önemli olan bu çizginin anlamı ve içeriğidir. Sözkonusu çizgi tümüyle ABD'nin Ortadoğu'ya emperyalist müdahalesine, bu müdahalenin başarısına endekslenmiştir. Güdümlü ve gerici karakteri buradan gelmektedir; hareket bizzat CİA tarafından yönetiliyor olsaydı bile alabileceği uç biçim ancak bugünkü durum olabilirdi.

PWD sözcüleri, ilk ortaya çıktıkları andan itibaren, Kürt sorununun bugüne kadar çözümsüz kalmasının gerisinde “dış dinamikler”in harekete geçirilmemiş olması etkeninin yattığını, PWD'nin bu dinamiklere dayanan bir çizgi izleyeceğini açıkça söylediler ve daha sonrasında da bunu döne döne tekrarladılar. “Dış dinamikler”den kasıt basitçe ve açıkça ABD ve AB emperyalistlerinin sorunun çözümünde taraf olmalarıydı. Bu ikincisinin, AB'nin yapabileceklerinin sınırları Türkiye'nin AB süreci üzerinden zaten izlenebildiğine ve AB'ye dayanmak devrimciler dışında tüm kanatlarıyla Kürt hareketinin bugün ortak bir davranış çizgisi olduğuna göre, geriye kala kala ABD, onun Ortadoğu'ya emperyalist müdahalesi, bu müdahaleye bağlanmış umutlar kalıyor. Bu umutlar gerçekte Kürt hareketi kadrolarının geniş kesimlerini kesiyor, fakat PWD bunu açık biçimde dile getiriyor ve dahası onu aynı pervasızlıkla tüm sonuçlarına vardırıyor. PWD bugün açıkça Amerikan emperyalizminin bayrağını sallıyor. Amerikan emperyalizminin bölgeye ilişkin tüm planlarına ve politikalarına tam destek veriyor. Düşünce ve değerler sistemini tümüyle resmi Amerikan görüşlerine uyarlıyor, en rezilinden anti-komünizm ve sol hareket düşmanlığı yapıyor, Irak direnişine ağır biçimde saldırıyor, Felluculer'in yerle bir edilmesini savunuyor, ve nihayet, ABD emperyalizminin İran'a ve Suriye'ye yapacağı benzer türden saldırıları dört gözle bekliyor ve bugünden savunuyor.

Bu, bu çevreyi gerici, karşı-devrimci, militan Amerikan işbirlikçisi haline getiren bir çizgidir. Burada artık ezilen ulus hareketi olmaktan kaynaklanabilecek demokratik herhangi bir yön yoktur. Sorun ezilen bir ulusun kendi meşru ulusal haklarına dayalı istemlerini savunmayı aşmış, dünyanın emperyalist jandarmasının Ortadoğu'daki hakimiyetini pekiştirme, halkları köleleştirme ve bölge zenginliklerine el koyma stratejine militan destek biçimini almıştır. Bu tümüyle gerici ve karşı-devrimci bir çizgi ve tutumun ifadesidir. Bu doğrultuda mevcut emperyalist savaş savunulmakta, bunun İran ve Suriye üzerinden yaygınlaştırılmasına destek verilmektedir.

Çoğu geçmiş mücadele döneminin döküntülerinden başka bir şey olmayan Avrupa'daki Kürt mülteci çevrelerince de hararetle desteklenen bu tutum, Kürt hareketinde “Jingo milliyetçilik” diyebileceğimiz bir yeni eğilimin ifadesidir. II. Enternasyonal döneminin “jingo sosyalistleri” sosyal-yurtseverliği aktif savaş destekçiliği düzeyine çıkaran bir tutumun temsilcileriydi. Günümüzün “jingo Kürtler”i ise sözde Kürt halkının özgürlüğü adına dünyanın emperyalist jandarmasının saldırganlık ve savaş stratejisini destekliyorlar, onun yeni savaş maceralarına alkış tutuyorlar. Onlar artık Kürt halkı içinde Amerikan emperyalizminin gönüllü misyonerleridir.

PWD ve onun paralelindeki öteki “jingo Kürtler”in ABD kurtarıcılığına kayıtsız şartsız sığınmış olmak dışında ne bir çizgileri, ne de herhangi bir gelecek perspektifleri vardır. Herşey olduğu gibi ABD'ye endekslidir, onun izleyeceği politikaların ipoteği altındadır. Bu demektir ki, ABD'nin Ortadoğu'da izlediği saldırganlık ve savaş politikasının başarısızlığı “Jingo Kürtler”i olduğu gibi boşlukta bırakacaktır. Bu çizginin siyasal ömrü ABD emperyalizminin Ortadoğu'da atılmış bulunduğu maceranın ömrüyle sınırlıdır. Bunu çok iyi bildikleri içindir ki “jingo Kürtler”in tüm temennisi, ABD'nin ne pahasına olursa olsun başarılı olmasıdır. Bunun bölge halklarına neye malolacağı ve dünyanın tüm mazlum halkları için ne anlama geleceği onları zerre kadar ilgilendirmiyor. Mücadele döküntüleri olarak halkların direnme gücüne duydukları inançsızlık ile Amerikan savaş makinasının gücüne duydukları utanç verici hayranlık, şimdilik onlar için rahatlatıcı bir etkendir.

Fakat sorun ABD'nin yenilgisi durumunda ne olacağından da ibaret değildir. Büyük bölümüyle dünün solcusu bu dönekler takımının ABD'nin Kürtler'e üçüncü bir kez daha ihanet etme ihtimalini de hiçbir biçimde hesaba katmadıkları, bunu düşünmek istemedikleri, düşünseler bile yine de temenni etmemek dışında söyleyebilecekleri herhangi bir şey olmadığı anlaşılıyor. Oysa Kürtler'e iki kez en kaba bir biçimde ihanet etmiş ABD'nin bunu üçüncü bir kez yapmaması için ortada ne gibi bağlayıcı bir neden olabilir ki? Artık “reel politik”e göre düşünen, bu çerçeve benden sonra tufan mantığıyla tüm öteki halklar için yaratacağı sonuçlara aldırmaksızın salt Kürtler için yaratabileceği “milli” sonuçlar üzerinden olup bitenlere bakanların tam da aynı “reel politik” mantığı içinde pekala ABD'nin Kürtler'e üçüncü bir kez daha ihanet edebileceğini de düşünmeleri gerekmez mi? Ama hayır onlar bunu düşünmüyorlar. Bu türden bir ihtimali düşünerek davranmak, Kürt halkına ve dolayısıyla öteki halklara karşı sorumluluk bilinci içinde olmayı gerektirir, oysa “Jingo Kürtler” tam da bu bilinci, bunun gerektirdiği halklara karşı sorumluluk duygusunu yitirdikleri içindir ki, jingoluk yapmakta, Amerikan emperyalizminin saldırganlık ve savaş politikasına alkış tutmaktadırlar.

Fakat PWD üzerinden baktığımızda daha da ilginç bir durumla yüzyüze kalıyoruz. Irak, İran ve Suriye sözkonusu olduğunda tüm umudunu ABD emperyalizminin savaş makinasına bağlayanlar, bu ülkelere saldırı ve savaş politikasını destekleyenler, sıra Türkiye'ye gelince kuyruklarını kısıp Kürt sorununun çözümünde şiddete karşı olduklarını, barışçıl mücadeleden ve yasal siyasetten yana olduklarını söylüyorlar. Üstelik programatik formülasyonlar düzeyinde. Ama kaba çelişki ve tutarsızlık sanıldığı kadar da şaşırtıcı değildir; herşeyini ABD emperyalizmine ipotek etmiş olanlar, doğal olarak aynı şeyi Türkiye'deki Kürt sorunu üzerinden de yapacaklardı. ABD'nin bölgede kendisine 50 yılı aşkın süredir jandarmalık yapan bir rejime karşı saldırı ya da savaşa başvuramayacağını, bunun için ortada bir neden de bulunmadığını, Türkiye'nin zaten ABD'nin tam güdümünde bir ülke olduğunu çok iyi bildikleri içindir ki, sıra Türkiye'deki Kürt sorununa gelince barışçı kesiliyorlar ve bu çerçevede sürmekte olan Kongra-Gel “terörizm”ini mahkum ediyorlar.

Sonuç olarak onlar ve temel eğilim olarak onların temsil ettiği tüm öteki “Jingo Kürtler”, herşeyleriyle ABD'ye tabidirler ve onun davranış çizgisinin hizmetindeler. Kazanırlarsa ABD'yle kazanacaklar, kaybederlerse onunla birlikte kaybedeceklerdir. Bu özellikleriyle onlar, her türlü ilke ve değerden yoksun siyaset kumarbazlarından öte bir şey değildirler.

(Devam edecek...)