10 Nisan'04
Sayı: 2004/06


  Kızıl Bayrak'tan
  Yayılan ve sertleşen kararlı halk direnişi
  Şiiler birçok kentte silahlı direnişe geçtiler!
  Irak'ta büyüyen direniş, NATO zirvesi ve devrimci görevler
  Felluce'de kitlesel katliam ve görkemli direniş!
  NATO Zirvesi yaklaşırken devlet terörü tırmandırılıyor...
  Taleplerimizle 1 Mayıs'a hazırlanıyoruz...
  Bakırköy Sümerbank işçileri özelleştirmeye karşı direniyor!
  1 Mayıs, emperyalist barbarlığa, kapitalist sömürüye son verme çağrısıdır!
  İMF programları iptal edilsin!
  Seçim oyunu bitti, sıra saldırılarda
  "Ekonomi iyiye gidiyor" balonu sönüyor
  "Modern zamanlar"da işçi sağlığı ve iş güvenliği
  Sınıf ve kitle çalışmasında kazanımlarımızı büyütecek ve geleceği kazanacağız!
  Esenyurt ve Kıraç'ta seçim çalışması...
  Arafat şahsında hedeflenen Filistin direnişidir
  Bush'un "terör danışmanı"nın ifşaatları
  3 Nisan'da 2 milyon işçi ve emekçi alanlara çıktı...
  Avrupa'da yüzbinler alanlarda!
  Avrupa'da 3 Nisan gösterileri: Sosyal saldırılara karşı kitlesel sınıf tepkisi
  Olanakları güce dönüştürmek!
  Paris'te "İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği!" gecesi
  OSB ve İMES İşçileri Derneği açıldı!
  İmralı Partisi içinde neler oluyor?
  Adana'da saldırılar protesto edildi
  Basında Irak direnişi...
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
İmralı Partisi içinde neler oluyor?

M. Can Yüce

Şimdi herkesin merak ettiği soru bu. Son 5-6 ay içinde tasfiyecilerin cephesinde birçok gelişme yaşandı. Çoğu kimse bu gelişmeleri merak ve ilgiyle izledi, kendince sonuçlar çıkardı... Hayal kırıklığı yaşayanlar, belli bir beklenti içine girenler oldu. Ama gelinen noktada kendisini hangi ad ve eğilimle tanımlarsa tanımlasın, İmralı Partisi yönetim kademesinde yeralanların Öcalan karşısında ve onun sistemi içinde herhangi bir iradelerinin olmadığı bir kez daha kanıtlandı. Bir talimatla yelkenleri indiren “kanatlar”, şimdi harıl harıl “yeniden partileşme” çalışmalarını yürütüyorlar. Kopanlar yeniden “baba ocağına” koştu, “hain, bozguncu, provokatör” lafları sineye çekildi...

Bunları kısaca özetlememiz, İmralı Partisi içinde yaşanan gelişmeleri daha yakından incelememiz, gelişmelerin ardındaki gerçekleri biraz aydınlatmaya çalışmamız gerekiyor. Bunun için biraz geriye doğru gitmekte yarar var.

***

Çoğu şaşkın ve merak içindeydi. Bekliyorlardı, gelişmeleri dakikası dakikasına izlemeye çalışıyorlardı. Ne olacaktı, nasıl olacaktı? Onsuz nasıl yaparlardı? Peki direnir miydi? Ya çözülür ve davaya ihanet ederse? Onu tanıyorlardı, kendilerini de... Kafaları karma karışıktı. Böyle bir olasılığı düşündüğü için kendi kendine kızanlar da yok değildi. Ama yaşamın katı gerçekliği içinde herşey olabilirdi. Direnmesini, gerçek bir öndere yakışması gereken bir duruşu sergilemesini istiyorlardı. Birbirlerine aktarılmayan, söylenmeyen, ama herbirinin kafasından geçen düşünceler bunlardı. Birbirlerinin gözlerinde bu kaygıları, düşünceleri okuyabiliyorlardı. Herkes birbirinin gerçek düşüncesini biliyordu, en azından tahmin ediyordu, ama bunları açıklamaları, tartışmaları, sesli bir biçimde ifade etmeleri mümkün eğildi. İfade edilenler “resmi görüşlerdi”. Bireysel beklentiler, kaygılar, hesaplar böyle davranmalarını dayatıyordu. Sistem böyle kurulmuştu, sistemin en büyük gücü bu noktada düğümlenmişti. Herbiri bu gerçekliğin bilincindeydiler...

Sonra ilk görüntüler yayınlandı. “Önderliklerinin” durumu hiç de iç açıcı değildi. “Şimdi yeri miydi, anne tarafının Türk olduğunu söylemek? Bunun anlamı neydi, verilmek istenen mesaj neydi?” Aslında mesaj açık verilmişti, dolaysız: “Fırsat verilirse hizmet etmeye hazırım!” “Fırsat” ve “hizmet”, bu iki sözcük, herşeyi açıklamaya yeterdi. Ama bu ilk açıklama ve görüntülerden iyimser yorumlar çıkarmaya çalışanlar da oldu. “Önderlik bir taktik yapıyor olmasın mı?” Zorlama yorumlarla kendisini kandıranlar da oldu. Ama genel yorum, işlerin kötüye gittiği yönündeydi.

İşler kötüye gidiyordu... “Bizimkisi” çözülüyordu, bu çözülmenin sonunun nereye kadar gideceği de belirsizdi. Deneyimli olanlar bunun dipsiz bir kuyu olduğunu biliyorlardı. Bir kere çözülme, teslimiyet ve ihanetin girdabına düşmeye gör, artık, sonuna kadar giderdi... Ne yapmalı, nasıl bir tavır takınılmalı? Partinin, gerillanın, halkın gözü, kulağı onlardaydı. Değerlendirmeleri ve alacakları karar, stratejik düzeyde olacaktı. Bu, aynı zamanda kendi rüştlerini kanıtlamanın veya iradesizliğin çok net bir göstergesi ve ayrım noktası olacaktı. Bu, bir bakıma bir fırsattı... Mücadelenin başına musallat olmuş, gelişmelerin önünü tıkayan bir sistemin aşılmasının fırsatı...

Ama onlar, bunu düşünecek durumda değillerdi, parti, mücadele ve Öcalan gerçekliğinin derin bir bilinci içinde değillerdi. Gelinen kritik dönemeçte çözülme ve teslimiyet karşısında net bir tavır alabilselerdi, gerisi daha kolay gelirdi. Bir ayrışma, bir tartışma ve yeniden yapılanma süreci başlayabilirdi, bunun tahrip edici etkileri ve sonuçları da olabilirdi, ama tüm çatışma ve ayrışma durumlarına rağmen sağlıklı ve diri bir gelişmenin de önü açılırdı. Mücadele gerçekten kritik bir eşikten geçerken devrimci dinamiklerin önü de açılmış olurdu.

Bütün bunların olabilmesi için bir değerlendirmenin yapılması, bir kararın verilmesi gerekiyordu. Sadece ilk görüntü ve duruş tek başına stratejik bir değerlendirme ve karar için yeterli değildi. Biraz daha beklemeyi uygun gördüler. İlk avukat görüşmeleri, görüşme notları ve izlenimleri birçok şeyi daha bir netleştirebilirdi.

Basına yansıyan bilgiler, ilk ifade notları işlerin kötüye gittiği kanısını güçlendiriyordu. Böyle olduğu içindir ki resmi olmayan platformlarda düşünceler yüksek sesle ifade edilmeye başlandı... Bu, daha çok kendiliğinden ve tepkilerin bir dışavurumu niteliğinde oluyordu. Fakat resmi platformlarda bu tepkiler, sesli düşünceler ifade edilmiyordu. Herkes kaygılı bir beklenti içindeydi.

Avukatlar İmralı’ya gidip “Önderlikleri” ile görüştü, ilk izlenim ve bilgilerini hiç zaman yitirmeden Avrupa’ya faksladılar. Avrupa da ilgili yerlere... Yani Başkanlık Konseyi’ne.

Başkanlık Konseyi, bileşimi bakımından bir koalisyonu andırıyordu. Farklı eğilimleri, kişilikleri ve dengeleri gözeten ve buna göre oluşturulan bir organ görünümündeydi. Öcalan yakalanmasaydı bu bileşimde bir BK’nin kurulma olasılığı çok güçtü. Ancak Öcalan’ın İmralı’ya kapatılması ile BK, tüm eğilimleri ve dengeleri içermek durumunda kaldı. Bu, “birlik ve bütünlük” adına yapılıyordu. Başka bir ifadeyle BK, dönemin ağır etkisini taşıyordu, kendi içinde parçalıydı. Ama bunun yanı sıra tüm BK üyelerinin ortak bir özelliği vardı:

Öcalan karşısında ve onun sistemi içinde iradesiz ve güçsüz bir konumdaydılar. Süreç içinde Öcalan sisteminin çarkından geçmiş, doğranmış ve geriye kendilerine ait çok az şey bırakılmıştı.

Bunun böyle olduğu süreç içinde net bir biçimde kanıtlanacaktı. Son gelişmeler ise bunun tartışmasız göstergesini sunuyordu. Açık ki ortada bir iradeleri ve güçleri kalmamıştı. Onlar ancak o sistem içinde bir “anlam” ifade edebilirlerdi, onun dışında ise “hiçleri” oynamaktan başka bir şansları yoktu. Bunu politik güç anlamında değil, bireysel bir irade, kendilerine ait bir yaşam çizgisi anlamında belirtiyoruz. Kısaca hepsinin ortak noktası, Öcalan karşısında güçsüzleri, çaresizleri, iradesizleri oynamalarıdır...

Bu gerçeklik kavranmadan sonraki gelişmeler kavranamaz!

Oturdular, tek gündemleri vardı: “Önderliğin durumunu değerlendirmek ve bir karar oluşturmak, bu kararı zaman yitirmeden kamuoyuna açıklamak, yoksa gelişmelerin önünü almak çok zorlaşırdı.” Hiç kimse açıktan ve doğrudan Öcalan’ın çözüldüğünü ve teslim olduğunu söylemedi, bundan çekiniyorlardı. Yapılacak bir “uç” değerlendirmenin ileride başlarına iş açabileceğini, muhtelif muhaliflerine “koz” verebileceğini düşünüyorlardı. O nedenle herkes sözcükleri özenerek seçiyordu, diplomasinin inceliklerini gözetmeye özen gösteriyordu. Ancak bir şeylerin de söylenmesi ve yapılması gerekiyordu. İşler kötü gidiyor, basına iç açıcı haberler yansımıyor, sağda solda sayısız spekülasyon yayılıyordu. Bir şeyler söylemek ve a&ccdil;ıklamak kaçılmaz hale geliyordu. Avukatların izlenimleri, verdikleri ilk bilgiler durumun kötü olduğunu net olarak ortaya koyuyordu. Bu eksende değerlendirmeler yapıldı ve sonuçta önlem olarak şu karara varıldı:

“Önderliğimizin tutsaklık koşullarında söylediği sözleri bizi ve kendisini bağlamaz!”

Bu kararla birlikte Avrupa örgütüne, TV’ye haberler yollandı. TV programlarının yapılması istendi. Yapılacak tartışma programlarında geliştirilen “yeni tekniklerin insanların bilinçleri ve bilinç altılarına yaptığı etkiler” üzerinde durulmalıydı...

Bunun anlamı açıktı: Üstü kapalı da olsa, dolaylı bir biçimde de olsa Öcalan’ın çözüldüğü kabul ediliyor ve bu konuda partililer, halk ve en genel anlamda kamuoyu hazırlanıyordu! Bu programlarda dozu o kadar kaçırdılar ki, özel savaşın propagandalarını doğrular bir konuma düştüler. Bunda yaşanan paniğin, siyasal ve psikolojik olarak hazırlıksız olmanın da etkisi vardı. İlk günlerde yoğun ve etkili bir psikolojik savaş yürüten devlet, Öcalan aleyhindeki propagandayı kısa sürede sınırlandırdı ve en alt düzeye indirgedi.

Aslında BK’nin aldığı “Önderliğimizin tutsaklık koşullarında söylediği ve söyleyeceği sözleri bizi ve kendisini bağlamaz” kararı önemliydi, PKK tarihi ve Kürdistan tarihi üzerinde önemli bir dönüm noktası olabilecek bir karardı. Ama BK üyeleri bunun bilincinde değildi, bilincinde olsalar bile bunu sürdürme ve sonuna kadar ardında durma iradesine sahip değillerdi. Öncelikle alınan kararları sağlıklı, derinlikli, kapsamlı ve doğru bir değerlendirmeye dayanmıyordu. Daha somut bir ifadeyle kapsamlı bir Öcalan değerlendirmesine dayanmayan bu kararın güçlü ve sonuna kadar gidebilecek bir iradeye dönüşmesi de mümkün değildi. Nitekim yaşanan da bu oldu.

Bu karardan sonra halkta, devrimci yurtsever kamuoyunda belli bir rahatlama olmuştu. Başkanlık Konseyi’nin boş olmadığı, süreci götürebileceği kanısı gelişmeye başlamıştı. Zaten ortada gerçek anlamda bir örgüt, bir kurumlaşma, bir öncü çekirdek olsaydı gelişmeler çok farklı olacak, Öcalan’ın teslimiyet ve ihaneti kendisiyle ve dar bir alanla sınırlı kalacaktı.

Özel savaş aygıtı da BK’nin bu kararı üzerine kaygılanmaya ve Öcalan’a daha fazla yüklenmeye başladı. “Sizinkiler seni dinlemeyeceklerini açıkladılar. Ne yapacaksın? “Örgütün seni ne kadar dinler, örgüt üzerinde ne kadar etkin var? Sana ne kadar inanalım, sözün ne kadar geçerli?”

Bu dayatmalar karşısında Öcalan, bir yandan sıkıntılı, öfkeli ve kaygılıydı, bir yandan da kendinden ve kurduğu sistemden emindi. Sorulan sorular karşısında biraz soluklandıktan sonra kısa ve net yanıtlar vermeye çalıştı: “Bu açıklamalar çok önemli ve ciddi değildir. Çok kolay aşılır. Benim örgüte ulaşma kanallarım açılırsa bir telefonluk bir meseledir. Daha kapsamlı talimatlarımı avukatlarım aracılığı ile göndereceğim. Göreceksiniz herkes beni takip etmede sıraya girecek. Hepsinin ipleri elimde, ben onların işlerini yıllar önce hallettim. Öyle bir sistem kurdum ki, ben olmazsam da o hükmünü icra edecek, benim dışımda hiç kimsenin bu sistemde bir ağırlığı ve politik etkisi olamaz. Bu halk beni tutar. Ben ‘zır deliyim’ dersem halk, ‘Başkan Peygamberleşti’ diyecek! Ben ‘Devlete hizmet ediyorum’ dersem halk, ‘Başkanın bir bildi&curen;i var’ diyecek. O nedenle bana güvenin, hiçbir sorun çıkmaz, çıkabilecek ufak tefek sorunları da hemen aşarız.”

Özel savaş elemanları, “göreceğiz” demekle yetindiler...

Bu süreçte en uğursuz rolü oynayan Mahmut Şakar’ın Öcalan’ın karşısına geçtiğinde söylediği ilk söz BK’nin kendisiyle ilgili aldığı kararı duyurmak oldu. Öcalan hemen lafını kesti: “Biliyorum dedi, sorumsuzluk yapmışlar. Benim bildiğim 6. Kongre beni yeniden Genel Başkan seçti. Bu kararı kaldırsınlar. Bir de bu eylemlere son versinler. Ateşkesi sürdürsünler. Kendilerine talimatlarım olacak!”

Sonra, Şakar, Güney’e koştu. BK ve diğerlerinin kafaları Öcalan sisteminin katı gerçekliğine çarpmış ve biraz ayılmış, kendilerine gelmişlerdi. Avukatın anlattıklarını can kulağı ile dinlediler ve ne kadar iradesiz olduklarını bir kez daha anladılar, ama bunu kendilerine itiraf etmekten bile korkarak. Mesajlarını hazırladılar ve Şakar’a verdiler. Şunları iletmişlerdi: “Başkanım, kullandığınız terminoloji farklı ve yabancıydı, o nedenle anlamakta ve sindirmekte zorlandık. Ancak şimdi çok iyi anladık. Bundan böyle kıblemiz İmralı olacaktır. İletilen savunma taslağı da bize göre yeterlidir. Biraz terminolojiye dikkat edilirse iyi olur. Ama o da o kadar önemli değildir.” Bu açıklamalarını bir de bildiriyle kamuoyuna açıkladılar...

Sistem kazanmıştı, onlar ise iradesizliği oynamanın ötesinde teslimiyet, ihanet ve tasfiyeciliğin meşrulaştırıcılığını, sözcülüğünü, taşırıcılığını ve pratik uygulayıcılığını yapacaklardı, hem de “büyük siyasetçi” pozlarını takınarak, boylarından büyük laflar ederek... Tarihsel bir fırsatı kaçırdıkları gibi, tarihsel bir ihanetin de büyük suç ortakları olacaklardı. Bu duruma düşenlerin, yani Öcalan sisteminin kişiliksiz bir payandası olmuş bireylerin bir daha toparlanmaları ve önemli bir misyona soyunmaları mümkün mü?

***

Bir kez daha toplandılar. Bu kez ayrı ayrı mekanlardaydılar, artık ayrı ayrı zeminlere düşmüşlerdi. “Öndelikleri” talimat göndermişti. Hem dağdakilere, yani hem kendini iktidar sananlara, hem de iktidar oyununda kaybedenlere, yani şehirlerde ikamet edenlere... Söyledikleri çok açıktı: “Osman, ABD atına oynadı ve kaybetti. Yanlış yaptı. Diğerleri, Cumagiller de yanlış yaptı. Her iki tarafa da eşit mesafede duran ve her iki tarafın da benimseyebileceği bir Hazırlık Komitesi kurmak gerekir. Cemal bu işi yapabilir. Osmanlar da geri gelsin. Kimse onların kılına dokunmaz. Diğerleri de özeleştirilerini hazırlasınlar. Hazırlık Komitesi yürütme işlerini eline almalıdır.”

Kendini iktidarda sanan ve bunun verdiği hava ile uzun uzun değerlendirmeler yapanlar, iç talimatlar yayınlayarak Osman ve ekibi hakkında tam anlamıyla teşhir ve tecrit kampanyası açanlar, çok şaşkındılar. Bir sözle, bir işaretle “iktidar”dan uzaklaştırılmışlardı, aşağılayıcı bir üslupla etkisizleştirilmişlerdi. Şimdi ne olacaktı? Bu, açık bir darbe değil miydi? Osman’a yapılan bir kardeş “kıyağı” değildiyse neydi? Osman zaten dağı terketmekle siyasetten etkisizleşmiş, yapılan açıklamalar ve teşhir kampanyalarıyla sıfırlanma noktasına getirilmişti. Osman’ın geri çağrılması, yeniden örgütsel ve siyasal çalışmalara dahil edilmesi, bir bakıma Osman’ı yeniden güç ve itibar sahibi etmek değilse nedir? Böyle düşünüyorlardı, öfkeliydiler, ama bu değerlendirmelerini sadece kendilerine itiraf ediyor, çarsizlik içinde talimatı kabul etmekten başka bir çıkar yol bulmuyorlardı, başka bir yol düşünecek durumda değillerdi zaten. Kaderlerine razı olmaktan, yani bu sistem tarafından sürüklenmekten başka bir yol bilmiyorlardı. Kendilerini bitireli yıllar olmuştu. Ancak bu sisteme yaranarak varolabilir, dahası karınlarını doyurabilirlerdi.

Bu, aynı zamanda bir trajediyi de anlatıyordu. Görüntüde iktidarcılık oyununu oyna, ama aşağılayıcı bir üslup ve sözle yerden yere vurul... Bu, trajik bir durum değil mi?

Artık traji-komik bir oyuna dönüşen bu oyuna devam edeceklerdi, kaderleri, kendilerini sürükleyebildiği yere kadar...

Osman mutluydu, sevinçliydi. “Abisi yine kendisine torpil geçmişti. Görünürde kendisini yerden yere vuruyordu, ama basbayağı diğerlerini iktidardan alaşağı ediyordu. Kendisine ise yeniden güç ve itibar sahibi yapma yolunu açıyor, koşullarını yaratıyordu.” Mesajı aldı, hem de büyük bir sevinçle. Gereklerini yerine getirecekti. Zaten Önderliğine sonuna kadar bağlıydı. Bir tarafa da gitmemişti. Diğerlerinin sorumsuz ve tehdit edici yaklaşımlarından dolayı dağı terketmek durumunda kalmıştı, yoksa koptuğu, ayrıldığı, şu veya bu güce kaçtığı, sığındığı doğru değildi. Newroz’da dağda olacaktı. Önderlikleri müsterih olmalıydı! Böyle diyecek ve “baba ocağı”na dönecekti... “Arkadaşlarının” çoğu onu izleyeceklerdi. Birkaç kişi kalmıştı, onlar da ikna edilceklerdi, ikna olmazlarsa bu o kadar önemli değildi...

A. Öcalan operasyonu tamamlanmak üzereydi...

***

BK ve üyeleri iradesizliklerini, zavallılıklarını, traji-komik durumlarını çok net olarak ortaya koymuşlardı, hem de hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık... Onlardan bir şey çıkmazdı!

Peki neler oluyordu? Olup biteni nasıl anlamak ve yorumlamak gerekiyor? Öcalan operasyonun temel etkenleri ve dinamikleri nelerdir? Son sürecin ortaya çıkardığı sonuçları nasıl okumak ve değerlendirmek gerekir?

Tartışmamız gereken ve üzerinde durmamız gereken temel sorular bunlardır.

***

Ta başından beri TC’nin planı şuydu: PKK bölünmeden, parçalanmadan ve tam kontrollü bir biçimde tasfiyeye götürülmeli; bununla birlikte bu tasfiye sürecine alternatif bir gelişmeye de izin verilmemelidir!

Bütünlüklü ve kontrollü tasfiye planının bir gereği olarak farklı eğilimler bastırılmış ve gerilladaki çıkışlar kanla bastırılmıştır. Orhan İlbay arkadaşların katli bunun en somut kanıtıdır.

Son dönemde Osman Öcalan bir grupla birlikte farklı bir tutum geliştirdi. Yaptığı açıklamalarda şunu söylüyordu: “İmralı çizgisi, ideolojide, programda ve stratejide reform yarattı, bu alanlarda gerekli değişim ve dönüşüm yaratılmakla birlikte, aynı değişim ve dönüşüm örgütsel ve yaşam ilişkilerinde başarılmamış, ‘eski’ olduğu gibi sürdürülmüştür. Bu nedenle İmralı’dan geliştirilen reform ve yeniden yapılandırma çizgisi engellenmiş, bu da İmralı çizgisinin bölgesel ve uluslararası çapta gerekli etkiyi yapmasını, gerekli karşılığı bulmasını önlemiştir. Bunun sorumluluğu tutucu kanada aittir. Bizim istediğimiz İmralı çizgisinin öngördüğü değişim ve dönüşümün her alanda tutarlı bir biçimde uygulanmasıdır!”

Bu değerlendirmeyi neden yaptıklarına, bunun altında yatan temel etkenlere yeniden geleceğiz. Ancak şimdi Osmanlar’ın yeniden “yuvaya” çağrılmasının aynı zamanda TC’nin anılan bütünlüklü, kontrollü ve zamana yaydırarak tasfiyeye götürme planının bir gereği olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Yoksa bunu A. Öcalan’ın kardeşine bir torpili olarak değerlendirmek eksik kalır. Bu var, ama TC’nin belirleyici durumunu da gözden ırak tutmamak gerekir. TC, içi boş da olsa bir biçimiyle eski söyleme dönen ve bunu sık sık tekrarlayan “tutucu” kanadın güçlenmesini istemiyordu. Bu söylemi İmralı çizgisinin sulandırılması olarak değerlendiriyordu. Toplumsal olayların karmaşık ve çelişkili yönlerini bilen özel savaş aygıtı tasfiye planını daha az sorunlu götürmek ve daha az riskle sonuca gitmek için bu kanadı sınırlandırılmasını ve etkisizleştirilmesini istiyordu. Yukarda kısaca vurgulamaya çalıştığımız Öcalan operasyonunun bir boyutu da budur. “Tutucu kanat” bu gerçekliğin ne kadar farkındadır, bu, belli değildir. Farkında olup olmadıkları bir yana bu aşağılayıcı sınırlandırma ve etkisizleştirilme operasyonunu kabul etmiş ve içlerine sindirmiş görünüyorlar. Hala bir şeyler olduklarını sanan bu insanlar, “yüksek tahliller0de bulunmakta geri durmuyorlar. Bunlardan biri de S. Erdem’dir...

Bir de bu olay, Öcalan’a kendi gücünü ve otoritesini sınama ve herkese ve çevreye gösterme olanağı sundu. Yaptığı güç gösterisinde tek belirleyicinin kendisi olduğunu gösterdi. Bu “atağı”n bir yönüyle İmralı tasfiyeciliğine daha etkili bir güç kattığı da söylenebilir.

Ancak bu işin bir boyutudur ve çok abartmamak gerekiyor. Newroz kutlamalarında görüldüğü gibi, Kürt halkı, gençlik ve emekçiler Newroz’u kendi anladıkları ve bildikleri gibi kutladılar, İmralı tasfiyeciliğine rağmen ulusal devrimci istemlerinin ne kadar canlı, diri ve dinamik olduğunu bir kez daha kanıtladılar. Newroz kutlamalarında Mazlum Doğan ve Mahsum Korkmazlar’ın öne çıkarılması, direniş türkülerinin söylenmesi ve halaylarda devrimci savaş döneminin marş ve simgelerinin öne çıkarılması, genelde egemen olan coşku ve heyecan İmralı tasfiyeciliğinin sınırlarını da göstermekte, geliştirilmesi gereken devrimci çalışmanın neye dayanması gerektiğini net bir biçimde ortaya koymaktadır. Aynı şekilde 28 Mart seçimlerinin sonuçları, İmralı çizgisinin Kürdistan’da artık başaşağı dönmeye başladığı, tepi toplayan, protesto edilen bir çizgi olduğu tartışmasız ortaya çıkmıştır.

Kimileri, özellikle İmralı eksenli kalemler, Newroz kutlamaları ile 28 Mart seçimlerinin sonuçlarını birbirine ters sonuçlar olarak değerlendirmektedirler. Bu, açık ki bir çarpıtmadır. Newroz kutlamalarının ardındaki temel dinamik ile 28 Mart seçimlerinde Kürdistan emekçilerinin, yurtseverlerinin seçim tutumunun ardındaki dinamik aynıdır. Tasfiyeciliğe rağmen özgürlük istemlerinde ısrar ve bunu tartışmasız dile getirme, eylemli yansıtma ile 28 Mart’ta İmralı çizgisini ve seçim politikasını protesto etme, bu iki durum, aynı anlayışın iki farklı zemindeki dışavurumundan başka bir şey değildir.

Bütün bu verileri birlikte değerlendirdiğimizde Öcalan’ın güç gösterisinin sınırlarının ne olduğu da biraz daha iyi anlaşılmış olur. Çözülme, dağılma ve parçalanma eğiliminin giderek büyüyeceğini söylemek bir kehanet olmasa gerek! Osman’ı ve ekibini yeniden sürece yamama operasyonuna rağmen bu böyledir. Bu yamamanın amacı, Osman’ı aşan bir kapsama sahiptir. Başlayan çözülme, dağılma ve farklı arayışların önüne geçmek anılan operasyonun esas amacıdır. Ancak bunu başarma olanakları azalıyor, sınırları daralıyor. Son Newroz kutlamaları ve 28 Mart seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuçların en özlü anlatımı da bundan başka bir şey değildir.

Başlayan çözülme, dağılma ve parçalanma eğiliminin ardındaki en temel etken, İmralı çizgisinin geleceğinin olmamasıdır! Bu, bu sürecin etkisindeki herkesin siyasal davranışını, psikolojik duruşunu büyük ölçüde belirliyor. Osman ve “Muhafazakar kanat” olarak adlandırılan grubun da siyasal davranışlarını ve psikolojik duruşlarını belirleyen gelecek kaygısıdır! Bu noktayı biraz açmakta yarar var. En sıradan yaşam kaygıları da dahil, “ne olacağız, nereye gidiyoruz” sorularının yanıtlarının belirsizliği, bilinmezliği çözülme ve dağılma eğilimlerini tetikleyecektir.

Aldatma, bastırma, yanıltarak idare etme yönteminin belli bir sınırı vardır, bu yöntem sonsuza kadar işleyemezdi. Vaadedilenlerden birkaç kırıntının somutlaşması gerekiyordu. Ama vaadedilen hiçbir şey gerçekleşmediği gibi, devlet pişmanlıklarına, ihanetlerine bile prim vermeyeceğini ve affetmeyeceğini çok somut olarak gösterdi. Bu çözülme ve dağılma eğiliminin Kongra-Gel ve Pişmanlık Yasası’ndan sonra daha göze batar hal alması bir rastlantı mı?

Kuşkusuz hayır!

Kogra-Gel, örgütsel ve kadrosal tasfiye ile, devrimci mücadele dönemine ait bütün değer, ad, simgelerin terkedilmesi üzerine oturtuldu. Başka bir ifadeyle, Kongra-Gel, daha sonra Osman Öcalan’ın dile getirdiği, İmralı çizgisini örgütsel ve yaşam ilişkilerine indirgeme hareketinden başka bir şey değildi. Açık ki bu bir İmralı projesidir. “Eskiye” ait herşey kendilerine bir yük haline gelmişti. Bu yükten kurtuldukları oranda TC ve “Uluslararası sistem” tarafından kabul göreceklerini düşünüyorlardı. Bunu Kongra-Gel programında da açıkça ifade ediyorlardı. Onlara göre, ABD ve İsrail Ortadoğu’da statükocu yapıya karşı demokrasi mücadelesi veriyordu, bu stratejide Kürtler’e de belli bir rol biçiyordu. Güney Kürdistan’da bu doğrultuda adım atmışlardı, Kuzey’de de buna benzer adım atacaklardı. Doaysıyla buna hazırlıklı olmak ve bu rolü üstlenecek bir yenilenme içinde olmak gerekiyor. Böyle düşünüyor ve Kongra-Gel’i bu düşüncenin bir gereği olarak geliştiriyorlardı. Beklentileri, düzen ve sistem tarafından kabul edilmek, TC tarafından affedilmek, ABD tarafından da kendi planları için “yerel bir ayak” olarak kabul görmekti.

Ama tam anlamıyla hayal kırıklığına uğradılar. TC onları Pişmanlık Yasası’yla karşıladı. Bu yasaya göre yönetim kademesindekiler, pişmanlık duysalar bile bu yasadan yararlanamayacaklardı. Özel savaş aygıtı, kapılarını sıkı sıkı kapatıyordu. Çok geçmeden ABD, Kongra-Gel’i “terör örgütleri” listesine dahil ediyordu.

Şaşkındılar, biraz da kızgın. Bu işin sonu, bu sürecin sonu nereye varırdı? Bir türlü yaranamıyorlardı. Nerede hata yapılıyordu? Bundan başka ne yapmak gerekiyordu? Osman Öcalan kendince çözümü bulmuştu: “ABD ve diğerleri ne istiyorlarsa onu yapalım!”

Bunun gerekçeleri de hazırdı: İdeolojide, programda ve stratejide köklü reformlar yaptık, bu alanlarda eskiye ait ne varsa hepsini attık. Kendimizi tam anlamıyla yeniledik, düzen için kabul edilebilir ölçülere getirdik. Ama örgütsel yapımız, yaşam tarzımız, ilişkilerimiz eskisi nasılsa öyle duruyor, hatta daha katılaştırılarak... Bu, bir yüktür ve gerekli karşılığı görmememizin de en önemli nedenlerden biridir. Ayrıca çözülmenin, kaçışların da en önemli nedenidir. Kongra-Gel ile bunu yapmak istiyorduk. Ama muhafazakar kanat bunu engelledi!

Diğerleri de buna karşılık gerekçelerini sunmaktan geri durmadılar: Evet, köklü değişim yaptık, ama kimse bize yüz vermedi, pişmanlığımız bile kabul görmedi. Dört bir yandan kuşatma altındayız. Yarın Irak devleti yeniden kurulduğunda, Güney’de KDP ve YNK anılan çerçevede federasyonun iktidar güçleri haline geldiklerinde biz ne olacağız? Bizi bekleyen tehlike nedir? Ne olacağız? Yasallaşacağız diyoruz, ama kimse bizi dinlemiyor. Herşeyimizi verdik, elimizde kala kala bir örgüt kaldı. Örgüt demek, mevcut varlığımızı korumak kadar, değerleri ve halk üzerindeki iktidar gücünü korumanın ve sürdürmenin en temel aracıdır. Örgüt elimizden gitti mi ne yaparız? Hepimiz, bırakalım karnımızı doyurmayı halkın linç girişimlerinden bile kurtulamayız! Dolayısıyla düz ve dar düşünmemek gerekir. Örgüt herşeymizdir, onu kaybettik mi, herşeyimizi kaybederiz! Bu son gelişmeler ve sistem tarafından reddedilme durumu nedeniyle söylemimizi de biraz sertleştirmeli, “eskiyi” çağrıştıran bir renge boyamalıyız!

Aslında her iki taraf da İmralı sürecinin bir sonucudur ve onun iki ucudur. Öcalan ve onun üzerinden özel savaş aygıtı, bu aşamada, görece de olsa örgütün dağılmasını, kontrolsüz bir çözülmesini istemiyor. Tasfiyeyi derinleştirmeden ve yakın geleceği belli ölçülerde güvence altına almadan kontrolsüz bir dağılmadan, kaostan yana değil. Bir kaosta farklı eğilimlerin uç verebileceğini biliyorlar... Örgüt, hem devrimci değerlerin ve mevzilerin tasfiyesi için, hem de gelecek vaadedecek dinamiklerin bastırılması, ipotek altında tutulması için gereklidir! Öcalan iktidarı ve kurduğu psikolojik denetimin devamı için örgüt ve “gerilla” gereklidir. Bir de Irak, Güney Kürdistan politikası açısından örgüte ihtiyaç duymaktadır. Kısaca tasfiye planını sonuna kadar kontrollü göürmesi için örgüt gereklidir!

Ama öte yandan bu tasfiyeci süreç kendi içinde çelişkili ve karmaşık boyutlar da içeriyor. Örgüte ihtiyaç duyan İmralı merkezi, aynı zamanda attığı her adımla örgütün içini boşaltıyor, altını oyuyor. Bu da içteki çelişki ve çatışmaları daha da derinleştiriyor.

Tam bu noktada Osman Öcalan ve ekibini örgüte davet eden A. Öcalan, Osman’ın karşı olduğu PKK’yi yeniden inşadan ve onun projesinden söz ediyor. Ama bu PKK’nin “eski” PKK ile adı dışında hiçbir bağı ve benzerliği olmayacak! Öcalan sisteminin çelişik karakterini bilmeyenler hemen, “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diyeceklerdir! “Tutucuların” sınırlandırılması ve Osman ile dengelenmesi karşılığında içi boşaltılmış ve çocuk oyuncağına dönüştürülmüş “PKK’nin yeniden inşa” masalının ileri sürülmesi taktiği, Öcalan’ın belkemiksizliğiyle açıklanamaz; bu var, ancak iç dengelerin yeniden kurulması, bunların sürdürülmesi, çözülme ve dağılmanın biraz daha geciktirilmesi açısından bu adım gerekli görülmüştür!

***

Bu kısa değerlendirmenin artık sonuna gelmiş bulunuyoruz. Teslimiyet ve tasfiye cephesinde çözülme ve dağılma eğilimi başlamış ve bu daha da güçlenmeye aday bir eğilimdir. Yönetim kademesindekilerin iradelerinden ve istemlerinden bağımsız olarak tartışma, ayrışma ve yeniden tavrını oluşturma süreci başlamış ve giderek bu güçlenecektir. İmralı Partisi KADEK, Kongra-Gel çizgisiyle, oynadığı rolle mücadelemizin önünde büyük bir engeldir. Aynı zamanda devrimci mücadelenin geleceği ve dinamikleri üzerinde ipotek kuran da yine aynı çizgidir. Mutlaka aşılması ve tasfiye edilmesi gerekir. Bunu yapabilecek toplumsal güç, Kürdistan emekçileri, siyasal eğilim ise devrimci sosyalistlerdir. İmralı Partisi’nin yönetenleri, yasal parti içinde kümelenmiş egemen ve orta sınıf unsurları ise belkemiksizliği oynamaya devam deceklerdir ve kaderlerini İmralı’ya bağlamışlardır. Dünden kalma kalıntı düzeyindeki çevreler ise kendilerini anlayacak ve taşıyacak durumda bile değillerdir.

Dolayısıyla görev ve sorumluluk, mücadelenin en diri, en dinamik ve gelecek vaadeden toplumsal ve siyasal güçlerinin omzundadır.