16 Ağustos '03
Sayı: 32 (122)


  Kızıl Bayrak'tan
  Amerika'yı Irak batağından kurtaramazsınız!
  Savaşa değil işçiye-emekçiye kaynak!
  Devlet zirvesi Irak'a asker gönderme konusunda hemfikir
  Yaşasın işçilerin birliği, halkların kardeşliği!
  "Yol haritası"na uymayan siyonistler katliamlara devam ediyor!
  Irak'ta işgalci, okulda müşteri olmayacağız!
  Deprem değil kapitalizm öldürür!
  Colins işçisi saldırılara karşı direnişte...
  Sağlık ve emeklilik hizmetleri özelleştiriliyor
  Sokağa, eyleme, genel greve!
  Şili'de faşist darbeden sonra ilk genel grev!
  KADEK'in yol haritası ya da çözümü emperyalizme havale manifestosu
  Pişmanlık yasası üzerine
  15 Ağustos atılımı ve güncel devrimci görevler
  Kölelik yasasını işçilerle tartışırken...
  Ekonomide bahar, Irak'ta kan kokusu...
  Iraklılar'ı kurtardık, şimdi biz onların koşullarında yaşıyoruz
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
“Sesimi duyan var mı!”

Sesini duyanlar işçi ve emekçilerdir!

17 Ağustos ‘99’da Marmara büyük bir gürültüyle sallandı. Kimileri uyanabilme fırsatını bulurken, birçok insanımız gözünü bile açamadan hayatını kaybetti. Koskoca şehir yerle bir olmuştu, binalardan çatırtılar yükseliyordu. Aslında duyulan bu sesler bu kanlı düzenin çatırdamaları idi. Ve bu çatırtılar binlerle ifade edilen yaşamını yitirmesine neden oldu.

17 Ağustos sabahı felaketin boyutları gözler önüne serildi. Televizyonlardan sürekli yayın yapılıyor, büyük bir rahatlıkla ölü sayısı üzerine tahminler yürütülüyordu. Her geçen saat felaketin boyutları hakkında haberler geliyor, ama çatırdayan devletin hiçbir kurumu felaket alanlarına gitmek gibi bir zahmete girmiyordu. Depremden birkaç gün öncesine kadar işçi ve emekçi eylemlerine binlerce polisi yığmayı beceren devlet, böyle bir yıkım karşısında kılını bile kıpırdatmamıştı Her yıkılan binanın altından yükselen çığlıklar, cevabını bulamadan, yavaş yavaş sönüp yokoluyordu.

Peki bu devlet neredeydi? Aslında bunun cevabı açık: Bu devlet işçinin ve emekçinin beline indirilen jopta, gaspedilen haklarında ve o dönem çıkarılan mezarda emeklilik yasasındaydı.

17 Ağustos depremi öncesi işçi ve emekçilere yönelik yeni saldırılar planlanıyordu. Bu saldırıların başında mezarda emeklilik ile uluslararası tahkim yasası geliyordu. Her geçen gün güçlenen kitle hareketi kendini hissettirmeye başlamıştı. Eylemler ve gösteriler devletin gözünü korkutacak biçimde gelişiyordu. Ancak doğal bir afet olan deprem düzenin bu saldırılarını uygulayabileceği bir zemin yarattı. Sermaye hükümeti tam bir pervasızlıkla, kaşla göz arasında mezarda emeklilik yasasını meclisten geçirdi. Bir günde binleri öldüren deprem, milyonların açlığını ve sefaletini derinleştiren bir zemin olarak kullanıldı.

Bu köhnemiş düzen fatura çıkaracağı bir suçlu bulmakta da gecikmedi: Müteahhitler. Aslında kitlesel bir tepki ortaya çıkmamış olsaydı, kendi çürümüş bünyesine ait olan bu asalakları suçlu ilan edecek değillerdi. Ama tepkilerin düzeyi birkaç günah keçisi ilanını zorunlu kılıyordu. Tam da bu nedenle, deprem günlerinde katil ilan edilen müteahhitler ilerleyen tarihlerde devletten hiç de katil muamelesi görmediler. Tersine, yapıları yıkılmış müteahhit şirketleri yeni deprem konutlarının ihaleleriyle bile ödüllendirildiler.
Depremin ardından devrimciler ve duyarlı insanlar göçük altında kalan insanlara yardım etmek için deprem bölgelerine gittiler. Devrimcilerin yardım etmelerine izin vermediler, çünkü düzenin güçsüzlüğü tekrar tekrar gözler önüne seriliyordu. Devrimcileri buralardan atmak için azami güç harcayan devlet göçük altından yükselen yardım çığlıklarına cevap dahi vermiyordu. Deprem bölgelerinde yayın yapan televizyonlara devletin elikanlı genaralleri “basın devletin güvenilirliğini sarsıyor” diye uyarılarda bulunuyorlardı. Çünkü görünen hiçbir karede devletin kurumları yoktu.

Halktan ve yurtdışından sürekli yardımlar toplanıyordu. Kan bağışlarının bedeli dahi milyarları aşıyordu. Banka hesaplarına para, bölgeye erzak akıyordu. Fakat bu çürümüş düzenin sahipleri yapılan yardımları her zamanki gibi kendi keselerine aktarmayı becerdiler. Depremzedeler yıkım ve sefaletle boğuşurken, bu paralar patronların kesesini dolduruyordu.

Aradan tam 4 yıl geçti, bu arada bir dizi artçı deprem gerçekleşti. Düzenin son büyük depremi ise, iş yasası adı altında çıkartılan kölelik yasasıdır. Bu depremlere son verebilmenin tek yolu, bu çürümüş sistemi yerlebir edip işçi-emekçi iktidarını kurmaktan geçmektedir. Bu ise ancak işçi sınıfının partisi önderliğinde, onun bayrağı altında gerçekleşebilir.

Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!

D. Yusuf



Deprem değil kapitalizm öldürür!

17 Ağustos Marmara depremi 40 bin insanımızın yaşamına maloldu. Deprem doğal afettir, ama 17 Ağustos ‘99’da insanlarımız doğal afet sonucu değil, kapitalist kâr hırsı sonucu yaşamlarını yitirdiler. Birkaç çatlak dışında dimdik ayakta duran binaların yanında yerle bir olan binalar bunun kanıtıydı.

17 Ağustos sonrası yüzlerce bina yıkılmasına rağmen birkaç müteahhite dava açıldı. Kalıcı konut ihaleleri ise, yaptığı binalar yerle bir olan katil müteahitlere verildi. Toplanan yardımların pek azı depremzedeye ulaşırken, Kızılay’ın ipliği pazara çıktı.

Aynı günlerde devrimciler yardım amacıyla deprem bölgesine gittiler. Depremzedelere yardım etmek gibi bir sorunu olmayan devlet devrimcilerin yardımını engellemekte, onları gözaltına almakta epeyce işgüzar davrandı. Katliamın sorumluları her zaman yaptıkları gibi devlet terörüne başvurdular.
Bingöl depremi sonrasında valilik önünde yaşananlar deprem sonrası estirilen devlet terörünün son örneği oldu. Valilik önünde toplanan kitlenin üstüne sürülen polis aracı hiç de münferit bir olay değildir. Ölüm ve yıkımın sorumluları, deprem sonrası gelen yardımları da yeni bir kazanç kapısı haline getiriyorlar. Bu doğal olarak depremzedenin tepkisine yolaçıyor. Bu tepkiye karşı kullanılan yöntem ise hep devlet terörü oluyor.

Olası İstanbul depremi 17 Ağustos’tan bu yana gündemde. İstanbul’da binalar bir yana, köprü ve viyadüklerin dahi depreme dayanıksız olduğu açıklanıyor. İyimser bir rakamla ölü sayısının 1 milyon civarında olacağı söyleniyor. Durum böyleyken binaların sağlamlaştırılması şöyle dursun, yeni yapılan binalar bile depreme dayanıksız. Denetlemelerin sıkı tutulduğu söylense de, denetçilere verilen rüşvet eksik çimento, demir vb. açığını kapatacaktır. Burada asıl suçlu sistemdir. Çünkü rüşvet kapitalist sistemin doğasında vardır.

Kısacası İstanbul depreme hazır değil ama katliama hazır!

Şiddetli bir deprem işçi-emekçiler göçük altında ölüm anlamına geliyor. Çünkü gecekondular bir yana, işçi ve emekçilerin oturduğu binaların çok azı depreme dayanıklı. Bu bir tercih değil, ekonomik imkansızlığın dayattığı bir zorunluluk. Ama asla kader değil.

Kapitalizm öldürür! Bundan dolayıdır ki, depremden korunmanın yolu kapitalizmi tarihin çöp sepetine atmaktan geçiyor. Riskli bölgelere bina yapmamak ve yapılan binaları depreme dayanıklı inşa etmek, ancak sosyalizmde gerçekleşebilir. Çünkü sosyalizmde bilim ve teknik insanlığın hizmetindedir. Yalnızca insanca yaşamak için değil, hayatta kalabilmek için de sosyalizm kendini dayatıyor. Ya göçük altında öleceğiz ya da sosyalizm mücadelesini yükselteceğiz.