16 Ağustos '03
Sayı: 32 (122)


  Kızıl Bayrak'tan
  Amerika'yı Irak batağından kurtaramazsınız!
  Savaşa değil işçiye-emekçiye kaynak!
  Devlet zirvesi Irak'a asker gönderme konusunda hemfikir
  Yaşasın işçilerin birliği, halkların kardeşliği!
  "Yol haritası"na uymayan siyonistler katliamlara devam ediyor!
  Irak'ta işgalci, okulda müşteri olmayacağız!
  Deprem değil kapitalizm öldürür!
  Colins işçisi saldırılara karşı direnişte...
  Sağlık ve emeklilik hizmetleri özelleştiriliyor
  Sokağa, eyleme, genel greve!
  Şili'de faşist darbeden sonra ilk genel grev!
  KADEK'in yol haritası ya da çözümü emperyalizme havale manifestosu
  Pişmanlık yasası üzerine
  15 Ağustos atılımı ve güncel devrimci görevler
  Kölelik yasasını işçilerle tartışırken...
  Ekonomide bahar, Irak'ta kan kokusu...
  Iraklılar'ı kurtardık, şimdi biz onların koşullarında yaşıyoruz
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Savaşa değil işçiye-emekçiye kaynak!

Emperyalist haydutlar için
ne tek bir kurşun, ne bir damla kan!

15 Ağustos toplu görüşmeleri yaklaşırken, kamu emekçi hareketinde de küçük küçük kıpırdanmalar başlamış bulunuyor. Sendikalar tarafından yaşam standardı ve ücret zammına ilişkin açıklama üstüne açıklama yapılıyor. Kimi sendikalar (KESK) şimdiden bir eylem tarihi belirlerken, kimileri (Kamu-Sen, Memur-Sen) istedikleri ücret zammı gerçekleşmezse eylem yapacakları tehdidiyle yetiniyorlar.

Kamu emekçilerinin sendikal mücadeleyi yükseltmelerinden bu yana zam dönemlerinde eylemler hep gündeme geldi. Grevli-toplu sözleşmeli sendikal hak başta olmak üzere temel iktisadi-sosyal-siyasal hakları için ve çeşitli toplumsal taleplerle sürekli denilebilecek bir eylemliliğin yaşandığı bir sırada, kamu emekçilerinin yaşanabilir bir ücret talebiyle de sokağa çıkması son derece doğal ve haklı bir tutumdu, işçi ve emekçi kitleler nezdinde. Kamu emekçilerinin çoğu zaman sendikaların üye sayısını aşan kitlesellikle eylem alanlarına dökülmesi için, kendi sınıfından aldığı bu onay ve destek yetiyordu. Toplumsal taleplerin yanı sıra ve en az onlar kadar güçlü biçimde, mesleki-özlük ve ekonomik istemler yükseltilebiliyordu.

Gene çok iyi bilinen bir başka gerçek, bu tablonun dünde kaldığı, kamuda emek örgütlenmesinin de, hareketinin de artık başka bir yerde durduğudur. Bu farklılık, hareketin bugününe damgasını vuran farklılıktır. Gelinen nokta, sadece zam dönemlerinde ve son derece düşük katılımlarla eylemlerin gerçekleştirilebildiği sıfır noktasıdır. Sonuçsa ortadadır: Toplu görüşmelerle “onore” edileceklerini zanneden zavallı “memur” sendikacıların görüşme için “memur” edilmiş devlet yetkilileri tarafından hiçe sayılması, horlanması; sadaka zamlarla kamu emekçilerinin hızla yoksullaştırılması; “nereye dökülürlerse dökülsünler” gibi amiyane tabirlerle küçük düşürülmesi...

Demek ki; bir emek grubu diğer emekçilerin sorunlarından uzaklaşarak grupsal çıkarlarını koruyup geliştiremiyormuş. Demek ki; toplumsal mücadeleler arenasında “her koyun kendi bacağından” asılmıyormuş!..

Sendikaların zam masasına oturmaya hazırlandığı bu aynı günlerde, devlet Irak’ta Amerikan jandarmalığına en uygun kamuflaj uydurabilme telaşıyla zirve üstüne zirve toplamaktadır. Aslında karar çoktan verilmiştir. Bu zirvelerle kararlaştırılmaya çalışılan, gidişin yolu-yöntemi, aracı-gereci, bahanesi-gerekçesi, masrafı vb.’dir. Amerikan uşağı işbirlikçi iktidarın bu kararının işçi ve emekçi kitlelerin felaket fermanı anlamına geldiği açıktır. Ama önce işin “masraf” kısmıyla, kamu emekçilerinin ücret talebi bağlantısına değinmek gerekiyor.

İşçi ve emekçilerden gelen her ücret zammı istemini “kaynak yok” gerekçesiyle geri çevirenlerin, ücret zamlarını yüzlerle, binlerle katlayacağı çok açık olan bu “savaş”a nerden ve nasıl kaynak yaratacakları konusunu hiç açmamaları, “kaynağın” kaynaklarını bulandırmamak içindir. Kaynak, her zaman her konuda olduğu gibi, yine işçi ve emekçiler olacaktır. Amerika’nın yağma savaşını, emeğimizi yağmalayarak finanse etmeye çalışacaklar. Bu gerçek çok açık olduğu ve büyük çoğunluk tarafından görüldüğü için, normalde bir başbakanın ağzına yakıştırılmaması gereken “nereye dökülürlerse dökülsünler” gibi bir kaba sokak söylemi kimsenin garibine gitmiyor.

İşte kamu emekçileri bu koşullarda ve kendilerinden “ne kadar ve nasıl” geri alabileceğinin derin hesaplarına dalmış bir devletle “pazarlık” masasına oturmaya hazırlanıyor. Ancak, sendikaların açıklamalarına bakıldığında, bu tablonun farkında ve bilincinde olduğunu, hazırlığını buna göre yaptığını söylemek mümkün görünmüyor. Talepler zamlarla ve zam oranlarıyla sınırlıdır. Kapıya gelip dayanmış savaşa, kamu emekçilerini doğrudan ve dolaylı içine alan tüm toplumsal-siyasal sorunlara sırtını dönmüş/gözünü kapamış bir tutum söz konusudur. Oysa, savaşın finansmanı Türkiye işçi sınıfı ve emekçiler için sorunun sadece bir parçasıdır. Hiçbir itiraz kabul etmez bir gerçek olarak, oğullarının tabutlarını karşılamaya başladıklarında akıllarına bile getiremeyecekleri kadar küçük bir parçası üstelik. Bu nedenle, yolaçacağı diğer felaketlerle birlikte savaşın finansmanına ancak bugün karşı çıkılabilir, bugün reddedilebilir.

Bunun yolu tabii ki daha yüksek bir ücret talebinin geri çekilmesinden geçmiyor. Tersine, standardın daha da yükseltilmesi gereklidir. Ancak, ucuna kadar sürüklendiğimiz uçurumu görmezden gelerek; kendi sınıfımızın, halkımızın, komşu ve kardeş halkların, dünyanın sorunlarına sırtımızı dönerek değil... Gözlerimizi, aklımızı, vicdanımızı açarak; sorunların ve çıkarların ortaklığını kavrayarak, bu kavrayışı taleplerimize yedirerek girmek gerekiyor mücadeleye.

Günün tüm eylemlilikleri gibi kamu emekçilerinin zam eylemleri de, öncelikli Amerika’nın kirli savaşını hedeflemek zorundadır. Konunun ücret zamlarıyla bağlantısı, kamu emekçilerinin hiç yabancı olmadığı, “Savaşa değil işçiye-emekçiye bütçe!” vb. şiarlarla zaten kurulmuş durumdadır. Fakat savaşa ilişkin daha temel ve yakıcı konu, emperyalistlerin kirli savaşlarında “ölmeye ve öldürmeye” mahkum edilen çocuklarımızı koruma-savunma görev ve sorumluluğudur. Amerikan jandarması yapılmalarını engelleyerek sadece gençlerimizin canını kurtarmış olmayacağız, kardeş bir halkın yağma uğruna boğazlanmasını da engelleyerek kendi emekçi kimliğimizi ve onurumuzu koruyabileceğiz. Daha dün ağzımızdan düşürmediğimiz, “çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakmak” umutlarının savaşn alevlerinde yanıp kül olmaması için, mücadele ateşini körükleyelim. Zorun zoru doğurduğu ne kadar gerçekse, zoru yenmek için zor kullanmak gerektiği de bir o kadar gerçektir.
Ya mücadelemizin zoruyla emperyalistlerin yağma savaşlarını ortadan kaldıracağız; ya da onların savaşlarında jandarmalık üstlenerek ölecek-öldürecek, yani kendimizi ortadan kaldıracağız.

Gençlerimiz emperyalizmin maşası, Amerika’nın jandarması olmayı reddediyor. İşçi sınıfı ve emekçilerin görevi çocuklarının bu çığlığına kulaklarını ve gönüllerini açmak, onların yanında, önünde yer alarak emperyalizme karşı mücadele saflarını güçlendirmektir. İşbirlikçi sermaye devletinin tüm sorun ve çıkarlarını bu savaşa bağladığı bir süreçte, işçi ve emekçiler de tüm güncel taleplerini emperyalist savaş karşıtı bir siyasal eksene bağlayabilmelidirler. Sınıf devrimcileri, kamu emekçilerinin eylemlilik sürecine bu bilinçle müdahale etmek; emperyalist yağmacıların ve uşaklarının karşısına, “İşçilerin birliği, halkların kardeşliği!” şiarıyla yürüyen kitlelerden örülü bir barikat dikebilmek için seferber olmalıdırlar.