İçindekiler:

17 Eylül 2025
Sayı: KB 2025/12

Gerici-faşist rejimin "operasyon" siyaseti
Çürüyen rejim, muhalefetin açmazları ve çıkış arayışı
CHP'ye yönelik operasyonlar ve totaliter rejimin yeniden tahkimi
"Kara para rejimi" yandaşlara da çökmeye başladı
Kuyu Tipi Hapishaneler
6-7 Eylül ve Türk sermaye devletinin sicili
Yeni OVP: Sermayeye teşvik, işçiye sefalet
Ağustos ayı iş cinayetleri raporu ve gerçekler!
Çocuklarımız gericiliğe teslim ediliyor!
DGB: Birleşik mücadele, örgütlü direniş!
Kürt halkına dönük asimilasyon ve kültür sanat
Sansürün içinde doğan gerçek
Siyasal durum ve parti çizgisi
Nepal'in isyanı
Filistin: Aktivistler ve işçi sınıfı omuz omuza
BM'den İsrail'e soykırım suçlaması
Siyonist diplomasinin "ahlakı"
Şanghay İş birliği Örgütü'nün 25. Zirvesi
Barbarlığa karşı halkların küresel direnişi
Fransa'da bitmeyen hükümet krizi
Fransa'nın 2025 Ulusal Stratejisi
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

6-7 Eylül ve Türk sermaye devletinin sicili

A. Vedat Ceylan

 

Türkiye’nin modern tarihinde yaşanan birçok provokasyon, kitlesel katliam ve linç hareketi doğrudan devlet ya da ona bağlı oluşumlar tarafından örgütlenmiştir. Bu tür olayları “münferit toplumsal olaylar” gibi sunmak; esas failleri gizlemek, gerçekleri çarpıtmak ve buralardan iktisadi ya da siyasi çıkar sağlamak, sermaye devletinin kuruluşundan bu yana temel bir davranış biçimi olmuştur.

6-7 Eylül olayları, saldırganlık ve linç kalkışması, devletin bu yapısal politikalarından bağımsız ele alınamaz. 6-7 Eylül kalkışması, ulus-devlet inşasının baskıcı karakteriyle olduğu kadar, milli bir burjuvazi yaratma çabası için devlet eliyle sermayenin el değiştirme süreciyle de doğrudan bağlantılıdır.

Osmanlı’nın son döneminden itibaren değişik biçimlerde gündeme gelen gayrimüslim nüfusun tasfiyesi ve sermayenin “millileştirilmesi” hedefi, Cumhuriyet döneminde sistematik politikalarla sürdürülmüş; bu süreçte devletin şiddet aygıtları ve organize güruhlar etkin biçimde kullanılmıştır. Türk sermaye devletinin sicilinde kanlı bir iz bırakan 6-7 Eylül 1955, bu tarihsel hattın en görünür kırılma noktalarından biri olmuştur.

İttihat ve Terakki döneminde şekillenen Türk kimliğine dayalı uluslaşma anlayışı, Cumhuriyet’in kuruluşunda anayasal düzeyde resmileştirilmiştir.

“Herkes Türk’tür” ibaresi, yalnızca bir yurttaşlık tanımı değil, aynı zamanda ulus devlet projesine uydurulan hukuki kılıftır.

1920’lerin ortalarından itibaren yürütülen “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları, 1934 Trakya Pogromu, 1942 Varlık Vergisi ve azınlıkların ekonomik hayattan tasfiyesine yönelik düzenlemeler bu çizginin halkalarıdır. Devlet, sermayeyi gayrimüslimlerden alarak “milli” burjuvazi yaratmayı hedeflemiş; bu amaç uğruna kitlesel şiddeti “meşru araç” olarak kullanmıştır.

6-7 Eylül olayları ve Özel Harp Dairesi

6-7 Eylül 1955’te yaşanan pogrom, spontane bir “halk öfkesi” değil, devletin yönlendirmesiyle hazırlanmış organize bir saldırıdır.

6 Eylül 1955 sabahı, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bahçesinde küçük çaplı bir patlama meydana geldi.

Bu olay Türkiye’de planlandığı gibi basın eliyle büyük bir olaya dönüştürüldü. “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle verilen haber, Ekspres gazetesinin olağan tirajından çok daha fazla olarak basıldı ve kışkırtıcı şekilde yaygınca dağıtıldı. Böylece “toplumsal öfke” sistemli biçimde yönlendirildi. Linçi yapan güruhun bir kısmı, devlet tarafından civar illerden İstanbul’a taşınmıştır.

Aynı günün akşamına doğru İstanbul sokaklarında linç sahneleri sergilenmeye başladı. Özellikle Rumlara, yanı sıra Ermenilere ve Yahudilere ait binlerce ev ve işyeri yağmalandı; kiliseler yakıldı, kadınlara yönelik tecavüz ve toplu cinsel saldırılar gerçekleştirildi, insanlar öldürüldü.

Olayların bu ölçekte ve eşzamanlı biçimde gelişmesi kurgulanmış bir tertip olduğunun en açık göstergesiydi. Nitekim bu kirli planı yıllar sonra, dönemin NATO’ya bağlı Özel Harp Dairesi komutanlarından Sabri Yirmibeşoğlu övünerek anlatmıştır. Emperyalist savaş aygıtı NATO’nun yetiştirmesi General Yirmibeşoğlu, Fatih Güllapoğlu’na verdiği röportajda (Tanksız, Topsuz Harekât, s. 102–103) şöyle diyordu:

“6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.”

Bu pogromla amaçlanan açıktı: İstanbul’daki Rumları sindirmek, göçe zorlamak ve kalan sermayeyi Türk burjuvazisinin eline teslim etmek…

Bu hedefe ulaşılmış; binlerce Rum ülkeyi terk ederek Yunanistan’a kaçmış ve İstanbul’un yüz yıllardır süregelen çok kültürlü yapısı onarılmaz biçimde tahrip edilmiştir.

6-7 Eylül tekil bir olay değildir. Aynı kirli ve kanlı yöntemlerin, farklı dönemlerde Ermenilere, Alevilere, Kürtlere ve muhaliflere karşı uygulandığı pek çok kez görülmüştür.

1938 Dersim Tertelesi’nde on binlerce Kürt ve Alevi katledilmiş; 1978 Maraş ve 1980 Çorum katliamlarında, cami bombalandığı ya da ateşe verildiği yalanıyla Aleviler hedef haline getirilmiştir. 1993’te Sivas’ta Madımak Oteli’nde aydınlar diri diri yakılmıştır. 2007’de Hrant Dink’in katli, devletin gözetimi altında işlenmiş bir kontrgerilla operasyonu olarak hafızalara kazınmıştır.

Bu zincirin ortak noktası, şiddeti yönlendiren iradenin her seferinde korunmasıdır. Faili meçhul cinayetler, organize linçler ya da toplu kıyımlar, devletin “güruh” ve taşeron yapıları eliyle gerçekleştirilmiş; asıl failler ya gizlenmiş ya da ödüllendirilmiştir.

Gayrimüslimlerin tasfiyesi, “milli” burjuvazinin palazlanmasında önemli bir rol oynamıştır. Alevilere ve Kürtlere dönük baskılar ise “homojen” ulus devletin sürekliliğini güvence altına almıştır.

Her kriz anında ise komünistler, aydınlar ve işçi örgütleri hedef gösterilerek hem dikkatler farklı yönlere çekilmiş hem de toplumsal muhalefetin güçlenmesi devlet şiddetiyle bastırılmak istenmiştir.

6-7 Eylül olaylarını “tahrik ettiği” gerekçesiyle Aziz Nesin, Asım Bezirci gibi isimler hedef gösterilmiş, 50’ye yakın solcu yazar ve aydın tutuklanmıştır. Devlet “bir taşla iki kuş vurma” taktiği uygulamış; hem katliamı gerçekleştirmiş hem solu ve sosyalizmi karalamaya çalışmıştır.

Dönemin sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz, devletin organize ettiği olaydan sorumlu gösterilerek tutuklanan solcuları tehdit ederken şu ifadeleri kullanmıştır:

“İstanbul’u yaktıran o heriflerdir. Hepsine müstahak oldukları cezayı verdireceğim. 10-15’ini sallandıracağım, geri kalanını da 25’er, 30’ar yılla zindanda çürüteceğim.”

Bugünden geriye bakıldığında, Türk sermaye devletinin kanlı sicilinin bütünlüklü bir stratejiye dayandığı görülür.

Bu strateji, sermaye düzeninin çıkarlarını korumak için farklı kimlikleri ve toplumsal kesimleri gerektiğinde düşmanlaştırmak, gerektiğinde sindirmek; duruma göre öldürüp sürmek üzerine kuruludur.

6-7 Eylül olayları, Ermeni Soykırımı, Kürtlere ve Alevilere yönelik defalarca tekrarlanan katliamlar, Dersim, Maraş, Sivas, Gazi gibi katliamlar Hrant Dink, Musa Anter ve benzeri cinayetler aynı yere işaret etmektedir.

Devlet, sermaye düzeninin bekası için farklılıkları düşmanlaştıran ve şiddeti planlı biçimde kullanan örgütlü bir suç şebekesidir. Bu sicil, basit bir tarihsel talihsizlik değil; sistematik şekilde uygulanan bir sınıf ve kimlik siyasetinin sonucudur.

Bu nedenle çözüm, yalnızca geçmişin suçlarını teşhir etmekte değil; “işçilerin birliği ve halkların kardeşliği” temelinde yeni bir toplumsal düzen kurma mücadelesini yükseltmekte düğümlenmektedir.

Sermaye düzeni ayakta kaldıkça, benzer saldırıların yeniden yaşanmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Gerçek bir yüzleşme ve kalıcı barış, ancak bu düzenin aşılmasıyla mümkün olacaktır.