İçindekiler:

17 Eylül 2025
Sayı: KB 2025/12

Gerici-faşist rejimin "operasyon" siyaseti
Çürüyen rejim, muhalefetin açmazları ve çıkış arayışı
CHP'ye yönelik operasyonlar ve totaliter rejimin yeniden tahkimi
"Kara para rejimi" yandaşlara da çökmeye başladı
Kuyu Tipi Hapishaneler
6-7 Eylül ve Türk sermaye devletinin sicili
Yeni OVP: Sermayeye teşvik, işçiye sefalet
Ağustos ayı iş cinayetleri raporu ve gerçekler!
Çocuklarımız gericiliğe teslim ediliyor!
DGB: Birleşik mücadele, örgütlü direniş!
Kürt halkına dönük asimilasyon ve kültür sanat
Sansürün içinde doğan gerçek
Siyasal durum ve parti çizgisi
Nepal'in isyanı
Filistin: Aktivistler ve işçi sınıfı omuz omuza
BM'den İsrail'e soykırım suçlaması
Siyonist diplomasinin "ahlakı"
Şanghay İş birliği Örgütü'nün 25. Zirvesi
Barbarlığa karşı halkların küresel direnişi
Fransa'da bitmeyen hükümet krizi
Fransa'nın 2025 Ulusal Stratejisi
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Çürüyen rejim, açmazlar ve çıkış arayışları

A. Engin Yılmaz

 

Yirmi üç yılını doldurmakta olan AKP-Erdoğan iktidarı, Türkiye toplumunun üzerine kurumsallaşmış bir baskı ve zorbalık rejimi olarak çökmüş, meşruiyetini büyük ölçüde yitirmiştir. Bu meşruiyet krizine paralel olarak, rejim giderek daha fazla keyfi şiddete ve devletin zor aygıtlarına yaslanmak zorunda kalmıştır. 2015’ten itibaren de AKP-MHP bloğu, bu baskı ve zorba yönetim biçimini siyasal varlığının temel dayanağı haline getirmiştir. Sadece devrimcilik iddiasındaki hareketler değil, demokratik muhalefetin tüm biçimleri ve hatta burjuva muhalefet dahi rejimin hedefi haline gelmiştir. Bu tablo, iktidarın yapısal krizlere çözüm üretme kapasitesini kaybetmesi, emekçi sınıfların desteğini yitirmesi ve devletin tüm katmanlarına yayılan çok yönlü bir çürüme süreciyle doğrudan bağlantılıdır. Ekonomik krizle derinleşen bu keyfi baskı rejimi, siyasal meşruiyet kaybını daha da ağırlaştırmıştır. 

Bir dönem seçimlerle sağlanan meşruiyet, artık iktidarın elinden kaymıştır. Bu kaybı gideremeyen iktidar, seçim süreçlerini anlamsızlaştırmakta, halkın seçme-seçilme hakkını fiilen yok saymaktadır. Bu bağlamda, seçim süreçleri artık burjuva demokratik meşruiyetin bir göstergesi olmaktan çıkmış, iktidar açısından bir “tehdit” olarak görülmeye başlanmıştır. Kayyım atanması ise rutin bir uygulama haline gelmiştir. Özellikle de Kürdistan’da yıllardan beridir uygulanan kayyım rejimi, bu yaklaşımın en somut örneği olmuştur. Şimdi ise bu uygulamanın Türkiye geneline yayılması hedeflenmektedir. Parlamentonun işlevsizleştirilmesinin ardından, genel oy hakkının da anlamsızlaştırılması gündeme gelmiştir. Son haftalarda yaşanan gelişmeler, bu alanda da keyfi bir zorbalığın yeni bir evreye geçtiğini göstermektedir. 

19 Mart’tan bu yana süren operasyon dalgasının son halkası olan CHP İstanbul İl Başkanlığı’na kayyım atanması, iktidarın zorbalıkta yeni bir aşamaya geçtiğini göstermektedir. Bu müdahale, muhalefeti işlevsizleştirmeyi amaçlayan stratejinin parçası olmasının yanı sıra, Türkiye’de seçimlerin meşruiyetini de sorgulanır hale getirmiştir. Kayyım uygulamalarıyla yalnızca yerel yönetimler değil, siyasi partilerin iç işleyişi ve örgütlenme yapıları da denetim altına alınmak istenmektedir. Bu politika, muhalefetin sistematik biçimde tasfiye edilmesine yönelik kapsamlı bir girişim niteliği taşımaktadır. 

CHP’ye yönelik kayyım tehdidi ve operasyonlar, AKP-MHP bloğunun iktidarını sürdürme olarak öne çıkmaktadır. İktidar, halkın seçimle belirlediği yerel yönetimlere dahi tahammül edemediğini açıkça ortaya koymakta ve elde tuttuğu iktidar sayesinde egemenliğini tüm düzeylerde pekiştirmeye çalışmaktadır. CHP’nin 2024 yerel seçimlerinde elde ettiği başarı, aynı zamanda AKP’nin 20 yılı aşkın iktidar sürecinde toplumsal meşruiyetini önemli ölçüde kaybettiğini göstermiştir. Bu nedenle CHP’nin yerel düzeyde artan etkisi, rejim açısından bir tehdit olarak algılanmaktadır. Kayyım uygulamaları bu tehdidi bertaraf etme aracı olarak devreye sokulmaktadır. AKP-MHP iktidarı, böylece sistem içindeki en güçlü burjuva alternatifi dahi etkisizleştirmeyi hedeflemektedir. 

Türkiye’nin sermaye iktidarı, içeride keyfi baskı ve zorbalığa dayalı bir çizgi izlerken, dış politikada özellikle ABD ve bazı Batılı emperyalist güçlerle uyumlu ilişkiler geliştirmektedir. Bu durum, içerideki zorbalığın uluslararası alanda sessizlikle karşılanmasına neden olmaktadır. Rejim, özellikle uluslararası meşruiyetini pekiştirmek ve iç cepheyi yeniden tahkim etmek amacıyla yeniden Kürtlerin desteğini arama yönünde bir çıkış yapmış bulunmaktadır. Ancak bu girişimler, “demokratik toplum” amacından çok, kimi kırıntılar karşılığında iktidarın kendi varlığını korumak olarak değerlendirilmelidir. Kürdistan illerindeki belediyelere yönelik kayyım uygulamaları ve baskılar sürerken, bir yandan da “açılım” ya da “yeni süreç” adı altında bölgesel ve uluslararası gelişmelere uyumlu arayışlar gündeme getirilmektedir. Bu yaklaşım, rejimin, Kürt sorununu çözmekten çok onu yönetme ve kendi çıkarlarına yedekleme amacını taşıdığını göstermektedir. 

Saldırının amacı, muhalefetin çıkmazı ve solun yanılsamaları

Erdoğan rejimi uzun süre içinde oluşturduğu bir zorba “rejim inşası” süreci yürütmektedir. Bu süreçte klasik burjuva demokratik kurumlar ya işlevsizleştirilmiş ya da tamamen iktidarın denetimine alınmıştır. Bu tablo içinde CHP, hala geniş bir toplumsal tabanı harekete geçirebilen ve kitle desteğini artıran tek büyük muhalefet gücü olarak öne çıkmaktadır. Bu nedenle iktidar, CHP’yi sistematik şekilde hedef alarak onu kriminalize etmeye, parçalamaya ve kontrol altına almaya çalışmaktadır. Amaç yalnızca CHP’yi bastırmak değil, aynı zamanda onu düzen muhalefetinin “makbul” bir aktörü sınırlarına hapsederek rejime entegre etmektir. Böylece muhalefetin yönü, içeriği ve sınırları bizzat iktidar tarafından belirlenmiş olacaktır. 

Erdoğan, özellikle seçim dönemleri öncesinde veya kriz anlarında CHP’yi “öteki”leştirerek kutuplaşmayı tırmandırmakta ve kendi muhafazakar-milliyetçi tabanını bir arada tutmayı hedeflemektedir. Bu, aynı zamanda toplumda kutuplaşmayı canlı tutarak, toplumsal muhalefetin birleşmesini engellemeye de hizmet etmektedir. CHP’ye yönelen saldırıların bir boyutu da onun rejimin karşısında “aciz olduğu” algısı yaratarak muhalefete olan güveni kırmaktır. Mevcut iktidarın “alternatifi yok” umutsuzluğunu kitleler içinde büyütüp pekiştirmektir. 

CHP’nin mevcut saldırılar karşısındaki durumu ise, siyasal kimliği ve sınıfsal konumuyla doğrudan bağlantılıdır. Bu yüzden uğradığı baskı ve zorbalık karşısında kitleleri aktif bir mücadeleye çağırmamakta, bunun yerine sembolik açıklamalarla, basın toplantılarıyla ve mitinglerle yetinmektedir. Bunun nedeni, sistemin dengelerini sarsacak bir kitlesel hareketin sermaye düzeni açısından tehlikeli sonuçlar doğurabileceği korkusudur. O, kendine biçtiği misyon gereği sermaye devletinin dengelerini bozacak hiçbir sarsıntıya meydan vermek istememektedir. Bunun için de kitleleri ve kendi seçmen kitlesini fiili-meşru ve kararlı bir mücadele çizgisine çekmekten ısrarla kaçınmakta, kitlelere hiçbir gerçek inisiyatif alanı açmamaktadır. Zira unutulmamalıdır ki burjuva siyaset sahnesi farklı burjuva akımlarla dolu olsa da hepsinin programı bir ve tektir. O da tekelci sermaye düzenine hizmet etmek ve onu korumaktır. 

İktidarın CHP’ye yönelik saldırgan tutumu, CHP’yi savunmayı değil, ona yönelen keyfi baskılara, zorbalıklara, siyasi yasaklara ve kayyım uygulamalarına karşı çıkmayı gerektirir. Çünkü bu saldırılar aynı zamanda temel hak ve özgürlüklere yöneliktir. Bu nedenle mesele, baskı ve saldırı altındaki CHP’yi hedefe koymak değil, ona yönelik zorbalığa karşı tavır almaktır. Ancak bu, CHP’ye yedeklenmek ya da onun tarihsel ve sınıfsal rolünü unutturmak anlamına gelmez. CHP, kuruluşundan bu yana devletin resmi ideolojisinin taşıyıcısı olmuş, kriz anlarında rejimi düzen içi “iyileştirmelerle” ayakta tutmayı hedefleyen bir restorasyon partisi olarak işlev görmüştür. Bugün de bu rolünü sürdürmektedir. 

Bu nedenle, burjuva muhalefet etrafında örülmek istenen sahte umutlara ve dayanıksız beklentilere, dahası “CHP’cilik” yapmaya karşı mücadele etmek büyük önem taşımaktadır. Özellikle “CHP solculuğu” eğiliminin yeniden depreştiği bu dönemde, bağımsız bir devrimci mücadele çizgisi izlemek, temel önemdedir. Yazık ki bazı sol çevrelerde gelişen “CHP üzerinden ilerici bir muhalefet” yaratma hayali, Türkiye solunun tarihsel zaaflarından biridir. Özellikle AKP’ye duyulan yoğun öfke, yoksulluk, toplumsal çürüme, hak gaspları, seçme-seçilme hakkının fiilen ortadan kaldırılması girişimi ve dinci karanlığa karşı duyulan tepki, bazı kesimleri CHP’ye yedeklenmeye itmektedir. Oysa CHP’nin programı, siyasi çizgisi ve pratiği, tekelci sermayenin çıkarlarını esas almakta ve bu çevrelerin siyasal temsilcisi olmayı görev bilmektedir. Bu nedenle CHP’nin konum ve kimliği, emperyalizmle ve büyük sermaye gruplarıyla tam bir uyum içindedir. NATO, Avrupa Birliği ve uluslararası sermaye çevrelerine “güvence” vermek, onun temel önceliklerindendir. 

Fiili-meşru militan mücadele çizgisi 

Türkiye’de yıllardır süregelen boğucu siyasal ortam, temel hak ve özgürlükler için verilen mücadelenin güncel önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Bugün Türkiye’de işçi sınıfı ve emekçilerin gündemini belirleyen temel etken, derinleşen ekonomik krizin doğrudan sonucu olan sosyal yıkım politikalarının, emekçilerin yaşamında yarattığı ağır etkidir. İktidarın keyfi baskı ve zorbalığa dayalı politikaları da bu duruma eklenen önemli bir diğer boyuttur. Bu iki olgu bir arada, işçilerin ve emekçilerin kendi öz gücüne dayanarak mücadele etmesini ve örgütlenmesini mümkün kılan bir zemin ve imkan oluşturmaktadır. 

Bu imkanı değerlendirmek, bugünün en temel görevidir. Yasa ve yasaklara takılmayan, fiili ve meşru mücadele yöntemlerine dayanan, meşruiyetini emekçi kitlerden alan bir mücadele hattı dışında, dinci-faşist iktidar blokunu geriletmenin ya da göndermenin başka bir yolu yoktur. Bu nedenle, örgütlü, militan, birleşik ve kitlesel bir mücadele, faşist rejimi püskürtmenin tek yoludur. Bu doğrultuda en öncelikli görev, işçi ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarından kaynaklanan haklı öfkelerini siyasal bir mücadeleye dönüştürmek ve bu öfkeyi, faşist baskı rejimiyle neoliberal yıkım politikaları arasındaki yapısal bağı açığa çıkaran bir siyasal hatta örgütlemektir. 

Rejimin artık ülkeyi yönetemez duruma geldiği bu koşullarda, çıkışın yolu buradan geçmektedir. Zira Türkiye’nin çoklu krizleri, sistem içi bir restorasyonla değil, devrimci bir alternatifle aşılabilir. Bu sürecin nasıl sonuçlanacağı ise sadece iktidarın atacağı adımlara değil, aynı zamanda toplumsal muhalefetin ne kadar örgütlü, bağımsız ve kararlı bir duruş sergileyebileceğine bağlıdır.