12 Ağustos 2016
Sayı: KB 2016/30

Rejim krizi, gelişmeler, görevler
ABD bir kez daha AKP iktidarını hizaya çekiyor
Darbe sonrası gelişmeler ve bağımsız devrimci sınıf tutumu
Düzen gemisine Erdoğan kaptan, CHP miço
Bu düzende yasalar sadece sermayeye hizmet eder!
Sınıf savaşımı hapishanelerde keskinleşirken kurtuluş topyekûn mücadelede!
Sermaye iktidarı 12 Eylül’ler, faşist tek adam rejimleri üretir!
Hurşit Külter’den hala haber alınamıyor
15 Temmuz darbe girişimi ve sonrası
Sermayenin krizi emekçilere fatura ediliyor!
TEDİ’de direnen işçilerle konuştuk
İşçiler OHAL’e rağmen, hak gasplarına karşı direniyor
Kendi sınıf davamızın meşruluğuyla sokaklara
Gençlik işçi sınıfının yolunda
Sermayenin yeni projesi: “İhtisaslaşmış meslek liseleri”
AKP’nin kirli planları ve Alman devletinin ikiyüzlülüğü
Yemenli güçler arasındaki barış görüşmeleri sonuçsuz kaldı
Bugünün ve geleceğin ustası adına
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Gençlik işçi sınıfının yolunda

 

Bu yaz döneminde genç komünistler olarak sınıf çalışmasında yer aldık. Ben de bu kapsamda büyük bir tekstil fabrikasında işe başladım. Çalıştığım yer yurtdışına ithalat yapması, çalıştırdığı işçi sayısı (yaklaşık 3000 kişi), diğer fabrikalarla olan ilişkisi bakımından stratejik bir fabrika. Tekstil sektörü zaten kuralsız ve esnek çalışma koşullarıyla bilinen bir alandır. Çalıştığım fabrikada normal çalışma saatleri 08.00-18.15’ti. Fakat işten 18.15’te ayrıldığımız günler oldukça nadirdi. Haftanın 4 günü 20.45’e kadar mesai yapıyorduk, haftanın bir günü de gece 24.00’e kadar mesaiye kalıyorduk. Kimi zaman bazı bölümler ‘’iş yetiştirilecek’’ gerekçesiyle sabahlamaya bırakılıyordu. Yani 24 saat boyunca kesintisiz çalışan işçiler vardı. Buna karşın ücretler son derece düşüktü. Asgari ücretle çalışıyorduk ve bu nedenle işçiler fazla mesaileri ücretlerini arttıracak bir olanak olarak görüyor ve boyun eğmek durumunda kalıyordu. Zaten işçiler mesailere kalmak istemese bile zorunlu tutuluyor, kalmak istemeyene çıkışını alması söyleniyordu. Hafta içi ve Cumartesi mesaileri dışında zaman zaman pazar günleri de 8 saat çalışıyorduk. Bir gün bölüm şefi Pazar mesaisi yapılacağını söylediğinde Pazar mesaisinin zorunlu tutulamayacağını ve kalmayacağımı belirttim ve aldığım yanıt mesai kağıdına benim yerime imza atacağı ve kalmak zorunda olduğum oldu. İşçilere karşı bu kadar pervasız davranabiliyorlardı. Pazar mesaisi gerekçesi olarak da, ülkede var olan siyasi kaosu göstermişti. Avrupa ülkeleri ile ABD’ye üretim yapıyorduk ve ülkemizde yaşanan darbe girişimi ve ilan edilen OHAL nedeniyle yurtdışındaki alıcıların hoşnutsuzluk içinde olduğu ve malların gelip gelmeyeceği konusunda endişe ettikleri, bu nedenle de malları bir an önce yetiştirmemiz gerektiğini söyledi. Ülkede yaşanan siyasi krizin faturasının nasıl yine dönüp dolaşıp işçiye kesildiğini görmüş olduk. Yine “fedakarlık” yapmamız gerekiyordu. Aynı gün fabrikanın başka bir bölümündeki işçiler toplu olarak Pazar mesaisine gelmeyeceklerini söylemişlerdi. Bunun üzerine fabrika müdürü işçilerin yanına gelip masaları yumruklayarak herkesin mesaiye kalmak zorunda olduğu ve gelmeyenlerin Pazartesi fabrika kapısından içeriye alınmayacağını söyledi. İşçinin üzerinde kurdukları baskı, sözlü düzeyi aşıp fiziki şiddete dönmüştü artık.

Bu yaşananlardan hareketle çalıştığım fabrikanın temel sorununun mesai problemi olduğunu saptadık ve bir bildiri hazırlayıp servislere dağıtımını yaptık. Ayrıca fabrika içinde soyunma odalarına da bildiri bıraktık. İşçiler bildiriyi oldukça olumlu karşıladı. Hazırladığımız bildiride fazla mesailere karşı var olan haklarımızın yanı sıra bu azgın sömürüyü ortadan kaldırmanın tek yolunun mevcut yasalardan değil, fiili-meşru mücadele çizgisini yaratmaktan geçtiğini belirttik. Ayrıca bildiride işçilere mesailere kalmaları konusunda baskı yapan ve bu baskıyı şiddete dönüştüren bölüm şefini ve müdürü de açıktan, isim vererek teşhir ettik. Özellikle bu nokta işçilerin oldukça ilgisini topladı. Fabrikada yaşanan bu olayın ayrıntısıyla ve refleks bir biçimde bildiriye konu edilmesi dikkatlerini çekti. Fakat bu durum işçilerin geri bilinci sebebiyle sınıfsal bir kinden ziyade somutta karşılarında bu kişileri gördüklerinden dolayı kişisel bir öfkeydi. Dolayısıyla en ileri tepkileri istifayı verip başka bir fabrikada iş arama oluyordu.

Bu fabrika deneyimi bana birçok şey kattı kuşkusuz. Öncelikle sınıfın mevcut tablosunun kafamızdaki o devrimci sınıftan çok başka olduğunu görmüş oldum. Fakat öte taraftan işçilerde biriken öfkeyi, mücadele potansiyelini fark ettim. 21. yüzyılda olmamız yalnızca sömürünün araçlarını değiştiriyor, artık daha modern üretim araçlarıyla sömürülüyoruz. 1800’lerin sonundaki vahşi kapitalizm ile günümüzdeki koşullar arasında hiçbir fark yok. O yıllarda işçi sınıfının mücadelesiyle kazanılan 8 saatlik iş günü bugün tekrar 12, hatta 16 saatlere çıkmış durumda. Çalışma koşullarının kölelikten hiçbir farkı yok. Yani bugün hala işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi yok, marksizm hala güncel ve sosyalizm bilimsel-tarihsel bir gerçeklik. Evet bugün belki günde 13 saat beraber çalıştığım arkadaşım, akşamları demokrasi(!) nöbetine katılıyor, fakat aynı kişi gündüz bant başında bana o teorik kavramlardan çok uzak bir şekilde marksizmi anlatıyor; işçi sınıfının ideolojsini, zira anlatılan onun hikayesi. Yapılması gereken, işçileri suni taraflaştırmalardan uzaklaştırıp asıl sınıfsal talepleri üzerinden mücadeleye çekmek. Bunun olanakları mevcut. Sınıf devrimcilerine düşen görev de işçiler arasında var olan öfkeyi sınıfsal bilince kavuşturup örgütlü bir kanala akıtmak.

İstanbul’dan bir DGB’li

 

 

 

 

Tek tip köleliğe karşı insanca bir yaşam için birleşelim!

 

Patronlar ve onların sözcüsü olan siyasal iktidar açısından, toplumun her kesiminin kendilerine itaat ve biat etmesi olmazsa olmazdır. Ancak böylesi koşullarda varlıklarını devam ettirebileceklerini ve karlarını büyüteceklerini düşünürler.

Yıllardır “tek devlet, tek millet, tek bayrak” söylemleri ile Türkiye halklarını tek tipleştirme çabası yürütülürken, darbe girişimi sonrası “milli birlik-beraberlik” ve “demokrasi yalanı” ile farklı etnik ve mezheplerden emekçiler düzene yedeklenmeye çalışılıyorlar. Bu tek tipleştirme ve düzene biat ettirme çabası fabrikalarda da sürüyor.

Benim çalıştığım fabrika, metal iş kolunda faaliyet yürüten, elektrik-elektronik kapsamında inşaat malzemeleri üreten bir fabrika. Aslında çoğu fabrikada üretimde bulunan işçiler tek tip kıyafet giyerler. Burada kullanılan tek tip materyaller daha çok iş sağlığı ve iş güvenliği kapsamında verilen ekipmanlardır (ucu demirli iş ayakkabısı, iş elbisesi, eldiven, baret, gözlük, kulaklık vb.) Bunlar gerçekte patronların karşılayıp işçiye vermesi gereken ekipmanlardır. Biz işçilerin örgütsüz ve dağınıklığından faydalanan patronlar, verdikleri donanımın masraflarını zaten sefalet koşullarında çalışan biz işçilerin üstüne yıkmaya çalıyorlar.

Çalıştığım fabrikada tüm bölümlere uyulması gereken kurallar adı altında talimatlar asıldı. Bu kurallardan biri de herkesin tek renk kıyafet giymesi! Kadın işçilerin tesettürlerinin, t-shirtlerin, pantolonların siyah olması gerekiyormuş. Ayrıca yazılan talimatlarda ahlak kuralları da yer alıyor. Kısa etek pantolon ya da yırtık elbiseler giyilmeyecekmiş. Bu kurallara uymayanlar, hakkında tutanaklar tutulup işten atılabilecek. Tutanak yiyip işten atılma tehdidi nedeniyle bir çok işçi arkadaşımız bu kurallara uymaya çalışıyor ve istenilen renklerde kıyafetler giyiyorlar.

Bu onur kırıcı ve talimatla çalıştırılma durumuna karşı koyuş geliştirmek lazım, ama tek tek olan karşı koyuşlar patonların yaptırımlarını engellemek için zayıf kalan bir davranış olur. Daha güçlü bir karşı koyuş için ise yan yana gelmeli, birlikte hareket etmeliyiz. Ya bir bütün gibi hareket edeceğiz, ya da tek tek davranıp her istenileni, her onursuz davranışı kabul eden kölelere döneceğiz. Bu sömürü cehenneminde kavrulmamak ve insan onurumuzun un ufak edilmemesi için nasıl yaşamamız gerektiğini seçelim. İnsanca bir yaşam için işçiler olarak birbirimizden güç alalım.

Tuzla Deri OSB’den Bir Metal İşçsi

 
§