11 Temmuz 2014
Sayı: KB 2014/28

Sınıf hareketi önündeki engellerin kaldırılması için...
Engelleri aşmak için taban inisiyatifleri
İş güvencesi hakkına
sahip çıkmak için birleşik mücadeleye!
Cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine...
Çatı aday kimin adayı?
TKİP hedef gösteriliyor!
İnternette sansüre devam!
Maltepe Belediyesi dava kararından görünenler
Bosch’ta yetki
Türk Metal’e verildi
Ha cam ha soda:
İşçi düşmanı Şişecam!

Sütaş’ta devlet sermayenin hizmetine koştu

İşçiler sessiz sedasız ölüyor

Tanrıverdi’de işçi iradesine patron müdahalesi

Üretimden gelen gücümüzü kullanıyoruz!

Kızıl Bayrak: Tasfiyeciliğe, karanlığa tutulan kızıl bir meşale! - H. Eylül
Direnişçi işçilerden
Kızıl Bayrak’ın 20. yılına...
“Yeni Greif’ler için ileri!”
Ekim Gençliği II. Yaz Kampı
Mülteciler sorunu ve devrimci sorumluluk
İsrail saldırıyor, Filistin direniyor!
Mısır’da yeni yönetimin ilk icraatı
zam furyası
Çocuklar hapishanede, suçlular nerede? - Z. Eylül
Eylül günlerinde acının arabesk hali - K. Ehram
“Müziğimiz mücadeleye devam çağrısı!”
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Çocuklar hapishanede, suçlular nerede?

Z. Eylül

 

Ürkek bir serçe gibi eğme başını/ Kaldır başını ve dimdik dur/ Bu senin değil ülkemin ayıbı/ Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk...” Nazım Hikmet

Neyin diyetini ödediğini bilmeden, taş duvarlardan ibaret dünyasına taşları delen düşlerini sığdıran bir çocuğun, 353 kez döktüğü gözyaşından süzülen bir yaşamın öyküsüdür bu. Uçurtmaların yalnızca filmlerde vurulmadığını, bugün bile korkunç üniformalı bir gardiyanın kocaman elleriyle boğduğu küçücük maviyi, yani uçurtmaların bugün de vurulduğunu anlatan bir öykü. Sesimiz ulaşsın ya da ulaşmasın bir parça mavisini paylaştığımız çocuğa ithaf ettiğimiz ve kağıttan uçaklar yapıp gökyüzüne saldığımız, bizim yazdığımız ama onların yaşadığı ve sanatsal bir haz veremeyecek kadar can yakan bir öykü. Biz bu öykünün yazıcıları, onlara yani öykümüzün kahramanlarına selamla, tel örgülerin olmadığı bir dünyaya inançla başlıyoruz girişi ve sonucu olan ancak “gelişmesi” mümkün olmayan bu çocukların öyküsünü anlatmaya...

Hapishanelerde çocuklar var. Terazisinin bir yanı hep ağır basan adaletin “bakanı” onların sayısını 353 diye açıkladı. Ancak bu sayı 18 yaşından küçük ve çeşitli nedenlerle hapishanelere konulanların değil, anneleriyle birlikte hapishanede büyümek zorunda kalan çocukların sayısı. Dedik ya neyin diyetini ödediklerini bilmeyenlerin. “Adalet” mi isteyeceğiz? Peki kimden? Küçük Barış’ın gökyüzünün kocaman ve masmavi olduğunu anlamasını sağlayan uçurtmayı vuranlardan mı? Yoksa hayatta kalmanın yasalarını Duvar’ın ardında öğrenen çocuklara savaş açanlardan mı? Ya da beyaz perdeye yansıyandan değil, bugün çocuklara reva görülenlerden yola çıkarak soralım bir kez daha. Berkin Elvan’ı, Mehmet Ezer’i, İbrahim Arası’ı vuranlardan mı adalet isteyeceğiz?

Annelerinin bırakacak başka bir yeri olmadığı için hapishanelerde büyüyen çocukların dışarı çıktıklarında uyum problemleri yaşadıkları, ağaçlardan, arabalardan bile korktukları gözlenmiş. Bu sonuç çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Aksi bir durum doğuştan görme engeli olan birinden renkleri bilmesini beklemekten başka bir şey değil. Esasta tartışılması gereken şey çocukların neden böyle bir yaşama mecbur bırakıldıkları değil midir? Ya da kadınların çocuklarını neden hapishanede doğurmak zorunda kaldıklarını tartışmamız gerekmez mi? Yani neresinden tutsak elimizde kalan bir düzenin kimleri, neden tutsak ettiğini... Ama tüm bunlar gözardı ediliyor ve gerçekler hasır altına atılıyor.

Son yıllarda ne kadar da çok tartışır olduk. Oyuncak bebeği elinde evlendirilen çocuk gelinleri, çocuk yaşta emeği sömürülen işçileri, “kaybolan” ve bulunamayan minikleri, direnişlerde generalleşenleri, savaşlarda delik deşik edilenleri, “ıslaha” değil yıkılmaya mahkum düzenin “ıslah” etmek için hapishanelerde büyüttüklerini... Bizim payımıza ve üzerimize düşen de bu işte. Magazinsel değeri olmayan bir haberi yayınlamayan patronların medyasından farkımız bu. Duymayan kulakların işitmesini, görmeyen gözlerin görmesini sağlamak için onların öyküsünü anlatmayı sürdüreceğiz. Çünkü bizim gözümüzde çocuklar bunların hiçbirini hak etmeyecek kadar saf ve temizdir. Üzerlerine kanlı ve kirli elleriyle dokunup onları kirletmeye çalışan bu düzenin kendisidir.

Çocukların yeri hapishaneler mi?

Sürekli taciz-tecavüz-dayak vakalarının yaşandığı hapishaneler çocuklar için güvenli değildir. Onların böyle bir ortamda büyümelerinin sorumluları, bu çocukların kimlik-kişilik problemlerinden yakınmayı bir kenara bıraksınlar. Zira sorunu yaratanların sonuçtan şikayetçi olmaları gayrisamimi bir durumdur. Yaklaşık iki bin çocuğun çeşitli nedenlerle hapishanelerde tutulduğu bir ülkede, bu hapishanelerin gardiyanlarının çocuklara işkence yaptığı, onlara tecavüz ettiği bir ülkede, çocukların “hırçın” yetişmesi doğaldır. Aslında kendisine yönelik bir tehdit hissettiğinde “normal” bir insanın savunma mekanizmasını geliştirmesi beklenir. Ankara Çocuk ve Gençlik Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda yaşananlar tam da böyledir. Kendilerine saldıran gardiyanlara karşılık veren çocuk tutsaklar suçlu ilan edilmeye çalışılmıştır. Darp raporu alan 21 gardiyan çocukların kendilerine saldırdığını iddia etmiştir. Eğer bir “suçlu” belirlemek gerekirse, bu sıfat çocuklardan çok devlete daha özelde ise gardiyanlara yakışıyor.

Ankara Çocuk ve Gençlik Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda yedi ay önce 11 çocuğun sayım vermemesi üzerine gardiyanlar tarafından uğradıkları işkence “isyanı bastırma yöntemi” olarak değerlendirilerek gardiyanlar hakkında takipsizlik kararı verilmiştir. Olayı soruşturan savcılık takipsizlik kararını gerekçelendirirken isyanın orantılı güç kullanılarak bastırıldığını, zor kullanmadan bu olayın yatıştırılmasının mümkün olmadığını söylemiştir. Bu olayın takipçisi olmak elbette önemlidir. Ancak kökleri bu düzenin yasalarıyla kopmaz bağlarla bağlı olan bu sorunu birkaç gardiyanı yargılayıp cezalandırmak da çözmez.

Öyleyse çözüm ne? Bir “çocuğun” adli nedenlerle hapishaneye girme nedenlerini ortadan kaldırmak. Yani onu hırsızlık yapmak zorunda bırakmamak, eğitimini ücretsiz olarak üstlenmek, barınma, beslenme, kültürel-sanatsal tüm ihtiyaçlarının tümünü karşılamak. Annesiyle birlikte hapishanede yaşamak zorunda kalan ve politik nedenlerle zindanlara konulan çocuklar da içinde olmak üzere tüm çocukları özgürleştirmek.

Dördüncü koğuşun bacası tütmüyor hala

Burası dördüncü koğuştur benim abim/ Bak camları yoktur, kırıktır/ Ne bacası tüter ne de sobası/ Burası dördüncü koğuştur benim abim/ İkinci adresimiz/ Allahımızı sorarsan adı gardiyan Cafer/ Lakabı kel onbaşı/ Peygamberimiz desen o da ekip başı/ Her neyse benim abim ver bi cıgara zuladan yanalım...

Zapata’yı hatırlıyor musunuz? Yılmaz Güney’in Duvar’ında yukarıdaki şiiri hapishane müdürünün karşısında okuyan, düzenin gözünde toplumsal yaşama dahil olamayan suçlu, bizim gözümüzde yoksulluğunun bedelini ödeyen bir çocuk. Zapata’nın bu sözleri filmi izlerken içimizi acıtmıştı. Üzülmüştük, bu çocuklara bunlar reva mı diye. Bugün yaşadığımız ülkede, üstelik bir film sahnesinden ötede, gerçekte yani, gardiyan Caferler çocuklara ve geleceğe düşman devletin cisimleşmiş hali olarak zindanların bekçileri olmayı sürdürüyorlar. Zapatalar, yasalarını reddettikleri bir devletin mahkemelerinde yargılanıp bacası tütmeyen, camları kırık koğuşları ikinci adresleri bellerken, Barışlar bir görünüp bir kaybolan uçurmaların yolunu gözlüyorlar. Neden? Suçlu oldukları için mi?

Bir daha düşünelim bakalım. Asıl suçlu kim?


 
§