28 Ocak 2011
Sayı: SİKB 2011/04

 Kızıl Bayrak'tan
Ağır saldırı zayıf eylemlerle göğüslenemez!
Sermayenin ‘torba’sı mecliste
emekçiler sokakta
Kıdem tazminatının
gasbı için hazırlıklar
Çürüme ve bürokratikleşmede
son nokta!
Belediye işçisi örgütlülüğüne
sahip çıkıyor
İş Bankası Kuleleri önünde direnen Nemtrans işçileri ile konuştuk
PTT işçileri baskı ve
tehditlere karşı direniyor
İzmir’de işçi kurultayı çağrısı
Öztiryakiler işçisi direnişte
Art’de patron ve uşaklarından
faşist saldırı
Torba yasa ve metal işçilerinin
grev kararlılığı
Metal işçileri kararlı
Cahit Atalay serbest bırakılsın!
Gençliğe “iğrenç” saldırı
Genç-Sen’liler uğurlandı.
Emperyalistler silahsızlanma değil egemenlik peşinde!
Almanya’da Afganistan işgaline protesto eylemleri.
Tunus’ta emekçi halkın
isyanı devam ediyor
Arnavutluk'ta sosyal öfke kabından taştı
Lübnan halkları gerici
güçlerin hedefinde
Dünyadan
Kapitalizmin Dilovası felaketi
Tecrit derinleştiriliyor
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Lübnan halkları
gerici güçlerin hedefinde

Eski başbakanlardan Refik Hariri’nin öldürülmesini araştırmak gerekçesiyle, ABD’nin emriyle Birleşmiş Milletler tarafından kurulan mahkeme, Lübnan halklarına karşı üstlendiği uğursuz rolü oynuyor. 

Halkları birbirine karşı kışkırtıp güçten düşürmek ve böylece emperyalist/siyonist güçlerin Lübnan üzerindeki tahakkümlerinin tam tesisi için çalışan mahkemenin, Hariri’ye suikast yapan katilleri bulmakla herhangi bir ilgisi bulunmuyor. Zira bu yönde ciddi bir çaba harcasaydı, asıl katillerin bizzat mahkemeyi kuranlar olduğunu bulmakta güçlük çekmezdi. Zaten CIA’nin paravan kurumu gibi çalışan bir mahkemenin gerçekleri açığa çıkartmak için çalışması da beklenemez. Nitekim Hariri suikastının İsrail tarafından gerçekleştirildiğine dair güçlü kanıtlar sunan Hizbullah’ı dikkate almayan mahkeme, kimden yana olduğunu baştan göstermişti. Dahası, Hariri suikastını soruşturmakla görevli birinci savcı, İsrail istihbaratıyla işbirliği yaptığının ortaya çıkmasından sonra istifa etmek zorunda kalmıştı. Ancak bu istifanın, mahkemenin niteliğinde herhangi bir değişikliğe yol açtığına dair hiçbir veri bulunmuyor. 

Paravan mahkeme, öncelikle Suriye’nin Lübnan üzerindeki etkisini kırmayı esas aldı. Hariri’nin öldürülmesinden Suriye yönetimini sorumlu tutan mahkeme, Beşar Esad yönetimini Lübnan’da bulunan askeri güçlerini çekmek zorunda bıraktı. Ancak Esad yönetiminin ABD ile işbirliğine girmesi üzerine, Suriye’yi hedef alan suçlamaları geri plana iten mahkeme, bu sefer namluları Lübnan Hizbullahı’na çevirdi.

Salt bu örnek bile, söz konusu mahkemenin Hariri’nin öldürülmesiyle ilgili olmadığını ortaya koymaya yeter. Fakat dahası da var. Bu mahkemenin CIA ajanlarını tanık olarak dinlediği, bir takım düşkünlerden para karşılığında ifade sipariş ettiği daha önce ortaya çıkmıştı. 

Türk devletinin de desteği ile kurulan ve hırsızları, düşkünleri, ajanları tanık tayin eden mahkemenin hangi güçlere hizmet ettiği, kimse için bir sır değil.

Lübnan halkının açığa çıkan tepkisi ve emperyalist güçlerin basıncı altında kalan Beşar Esad yönetiminin Lübnan’dan çekilmesine katkıda bulunan mahkeme, bu sefer Lübnan’ın iç dengelerinde Hizbullah’ı zayıflatıp, ABD-İsrail işbirlikçilerini güçlendirme çabasına girişti.

Göründüğü kadarıyla mahkemeyi paravan olarak kullanan emperyalist/siyonist güçler, bu defa baltayı taşa vurdular. Zira Hizbullah’ı zor durumda bırakacak bir karar almaya hazırlanan mahkeme, oğul Saad Hariri liderliğindeki ABD-İsrail işbirlikçilerini, güçlendirmek bir yana zayıflatmış görünüyor.

Saad Hariri hükümetine mahkemeyle işbirliği yapmaya son verme çağrısında bulunan Hizbullah, olumlu yanıt alamayınca, on bakanını çekerek Hariri başkanlığındaki hükümetin düşmesini sağladı.

Hizbullah’ın manevrası, emperyalist/siyonist güçlerle bölgedeki işbirlikçilerini tedirgin etti. Türkiye, Katar, Mısır, Suudi Arabistan gibi Amerikan işbirlikçisi rejimlerin, “Lübnan krizi”ne çözüm bulmak üzere seferber olmalarına yol açan gelişmeler, bu ülkede ABD-İsrail adına at koşturmanın eskisi kadar kolay olmadığını gösterdi.

Hükümetin yıkılmasından sonra baş gösteren krizin uzaması, Amerikancı rejimlere, Hizbullah tarafından önerilen çözümleri, -en azından şimdilik- kabul etmek zorunda bıraktı.

BM mahkemesinin Lübnan hükümeti tarafından dikkate alınmaması ve Saad Hariri’nin başbakan olmaması şeklinde özetlenen Hizbullah’ın talepleri kabul edilince, Haririler’den sonra Sünni burjuvazisinin önde gelen temsilcilerinden Necib Mikati, hükümeti kurmakla görevlendirildi.

Bu karara muhalefet eden tek taraf, Saad Hariri liderliğindeki 14 Martçılar oldu. Ancak destekçilerini sokaklara salan Hariri, umduğu sonuçları alamadı. Yollara barikatlar kuran ve lastik yakan Hariri destekçileri, Hizbullah’ı darbe yapmakla suçluyor. Ancak bu çıkışın bir sonuç yaratma gücünden yoksun olduğu anlaşılınca, Hariri destekçileri sokakları terk etti.

Hariri’nin destekçisi olan Suudi Arabistan ise, vatandaşlarını Lübnan’a gitmemeleri konusunda uyararak, dolaylı tepki gösterdi.

Hariri destekçileri dışındaki güçlerin Mikati’ye destek vermesi, ABD-İsrail ikilisini de rahatsız etti. Hizbullah’ı “terör örgütü” olarak niteleyen gericilik odağı ikilinin, olağan yollarla amaçlarına ulaşması mümkün görünmüyor. Zira Mikati’nin hükümeti kurması durumunda, Hizbullah’ın Lübnan siyasi yaşamındaki etkisi daha da artacak.

Halkları vesayet altına almaya çalışan ABD ile suç ortakları, Lübnan Hizbullah’ını hedef alarak İran’ı da taciz ediyor. Son gelişmelerle Hizbullah’ın yeni kurulacak hükümette daha etkin bir konum elde edecek olması, emperyalist/siyonist güçleri de saldırganlaştıracaktır. Bu durumda ABD-İsrail ikilisi ile Lübnan’daki işbirlikçilerinin, provokasyonlara başvurma olasılığı yükselmiş oldu. 

Hizbullah’ı zayıflatıp manevra alanlarını genişletmeye çalışan 14 Martçı Amerikancılar, utanç verici bir duruma düştüler. Zira Dürzi lider Velid Canbolat’ın da Hizbullah’ı desteklemeye başlaması, ABD-Suudi Arabistan işbirlikçisi 14 Martçılar’ın daha da köşeye sıkışmasına yol açtı.

Lübnan’da kritik gelişmeler yaşanırken, bu ülkeye giden Türk Dışişleri Bakan’ı Ahmet Davutoğlu’nun, “tüm taraflar ile yakın diyalog içindeyiz, çözüm için etkili bir rol oynayacağız” türünden açıklamalar yapması, görüntüyü kurtarma çabasından öte bir anlam taşımıyor. Nitekim Lübnan’daki tarafların temsilcileriyle görüştükten sonra Ankara’ya dönen Ahmet Davutoğlu’nun, iddialı söylemlerden uzak durması dikkat çekti. 

Aynı günlerde hem Lübnan krizine müdahale etmeye çalışan hem İran’la yapılan nükleer müzakerelere ev sahipliği yapan AKP iktidarı, her iki olayda da “etkisiz eleman” durumuna düşmekten kurtulamadı. “Etkin taşeronluk” açısından iyi bir fırsat sayılan her iki olayda yaşanan başarısızlık, Ankara’daki işbirlikçilerin etkin taşeronluk emellerine ulaşabilmeleri için henüz erken olduğunu, “etkin tetikçilik” gibi alçaltıcı bir misyona devam etmek zorunda olduklarını bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. 

Mikati’nin hükümeti kurması durumunda, kriz geçici bir şekilde aşılmış olacak; tabi Hariri kliği ortalığı karıştırmazsa…

Belirtmek gerekiyor ki, bu kadarı, çatışma potansiyeli taşıyan Lübnan’daki kronik sorunları ortadan kaldırmayacaktır. Kalıcı bir çözüme ulaşabilmek için, Lübnan’daki halkları birleştiren demokratik, anti-emperyalist/anti-siyonist bir yönetimin kurulmasından başka yol yoktur.