24 Temmuz 2009
Sayı: SİKB 2009/28

  Kızıl Bayrak'tan
  Amerikancı rejimin sahte hayallerine karşı devrimci sınıf mücadelesi!
  HSYK kararları gecikiyor…
Düzen içi çatışma yargı üzerinden sürüyor!
  “Kürt açılımı”nda son perde
Kürdistan’dan yansıyan kirli savaş hikayaleri...
Ne “23 sentlik asker”
ne de emperyalizmin suç ortağı olacağız!
Hasta tutsaklar ölüme giderken, kontrgerillacılar tahliye ediliyor...
  Entes dinenişinden...
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Beşeli ile kriz, sınıf hareketi, mücadele ve örgütlenmenin sorunları üzerine konuştuk...
  Kapitalizm can almaya devam ediyor!.. Sağlıkta özelleştirme öldürüyor!..
  Bir cinayet ve devlet gerçeği
  Gençlik eylemlerinden...
  Alevi Çalıştayı aynasında yansıyanlar
  Parlatılan Nabucco ve
üstü örtülen gerçekler
  Mollalar rejimi, din ve emekçi halk hareketi...
  Honduraslı emekçilerin
faşist cuntaya karşı
mücadelesi devam ediyor!
  Amerikan savaş makinesi “Irak-ABD Güvenlik Anlaşması”nı tanımıyor...
  İsrail savaş gemileri Kızıl Deniz’de…
Irkçı-siyonist rejim
savaşı kışkırtıyor!
  Dünyadan işçi ve emekçi eylemlerinden...
  Neyin yol haritası?
  ‘96 Zindan Direnişi 13. yılında...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Mollalar rejimi, din ve emekçi halk hareketi...

İran emekçi halk hareketinin
“kökü dışarda” mı?

K. Ali

İran’daki son seçimlerden sonra İran emekçi halkları, mollaların gerici diktatörlüğüne karşı tepkisini yaygın sokak prostestolarıyla ortaya koydu. Dinci rejim, emekçi halkların taleplerine devlet zoruyla yanıt verdi. 30 yıldır hüküm süren islami rejim böylece herhangi bir burjuva rejimden farklı bir yol tanımadığını ortaya koydu. Kendi iktidarını ayakta tutmak için kan dökmekten geri durmadı. Emekçi halkların taleplerinin haklı ve meşru olup olmadığından bağımsız olarak, ortaya konan tepkiyi “batının kışkırtması” olarak lanse etti.

Oysa, 19 Haziran günü islamcı bir yayın olan Haksöz-Haber geçtiği haberde, emekçi halkın harekete geçmesine neden olan sorunları şöyle sıralıyordu: “Enflasyon-pahalılık, ev fiyatlarının ve kiraların artması, işsizlik, gençlerin evlenememesi, üretimin azalması, ithalatın artması, dış politikada İran’ı zor durumda bırakan keskin sözlerde ülkeye menfaatinin bulunmadığı, özgürlük ve insan hakları konusunda geride kalındığı, çoğulcu katılımcılığın engellendiği” vb... Eksik de olsa, ileri sürülen gerekçeler, bugün herhangi bir kapitalist ülkedeki sorunların aynısıdır. Hangi ideolojik biçime bürünürse bürünsün, sömürücü egemen sınıf devletlerinin emekçi halkların taleplerine karşı tavrı aynıdır; sınırsız şiddet ve terör. Mollalar rejimi de başka bir yol tanımadığını kendi pratiği ile bir kez daha ortaya koymuştur.

Humeyni’ci diktatörlüğün sınıfsal temeli

ABD emperyalizminin uşağı Şah’ın faşist diktatörlüğüne karşı yükselen halk hareketi, Şubat 1979’da Şahlık rejimini yıktı. Bu, halkçı devrimci hareketin zaferiydi. Ne var ki orta sınıflara ve şehir küçük-burjuvazisine dayanan bu hareket, iktidarı alma ve sürdürmede aynı başarıyı gösteremedi. Şahlık rejimine karşı verdiği kavgadaki başarıyı iktidar olma ve devrimci programı uygulamada ortaya koyamadı. Şubat devriminde önemli ve tayin edici rolü üstlenen İran proletaryası da güçlü bir komünist örgütlenmeden yoksundu. Genel grev ve ayaklanmayla Şahlık rejimin ipini çekmesine karşın, iktidarı alacak örgütlülüğe sahip değildi. Reformist TUDEH ve devrimci-halkçı Halkın Fedaisi güçleri de, Humeyni’yi altedecek strateji ve taktikler geliştirmek yerine, sürüp giden ikili iktidarı Humeynici rejim lehine tasfiye ettiler.

Humeynici güçler, Şahlık rejiminin bürokrasisinde yer alanlara ve bu kanlı diktatörlüğün dayanağı olan özel mülkiyete dokunmayacağını açıklayarak, mülk sahiplerinin ve toprak ağalarının desteğiyle iktidarı gaspetti. 1 Mart 1979’da yaptığı konuşmada Humeyni, mülk sahiplerini ve devlet bürokrasisini rahatlatmak için şu güvenceleri veriyordu:

“Menhus Pehlevi soyunun bütün emlak ve malvarlığı ve onlara mensup olup bu milleti çalıp çırpan kişilerin servetinin müsadere edilmesi, iktisaden zayıf durumda olanlar için mesken yapılması emrini verdim... Sabık Şah’ın kızkardeşi ve erkek kardeşlerinin serveti, bir ülkeyi bayındır ve memur kılmaya yeterlidir.” Ve bürokrasi için şu tehdit ve vaadleri ileri sürüyordu: “Şüphesiz tasfiyeler yapılacaktır... Hırsızlar dışarı atılacaktır. Bütün memurlar hiyanetkar olmadığına göre, emin olanlar ve sevgi-saygı göreceklerdir.” Kendi gerici iktidarını sağlamlaştırtmak için de, “Her konuda sabrettiniz. Sonunda sabrınız tükendi fakat bize de bir sürecik mühlet veriniz ki, devlet, işlerini görsün” diyordu. (Humeyni, İslam Fıkıhında Devlet, s. 214-217)

Şubat devriminden 5-6 ay önce yaptığı açıklamalarda hedefinin, “Ülkenin servet ve kaynaklarını zahmet çeken, yoksulluk ve hastalığa garkolmuş bulunan halka tahsis etmek” olduğunu söyleyen Humeyni, iktidara yaklaştıkça yönünü daha açık olarak egemen mülk sahiplerine doğru dönüyordu. “Ülkenin servet ve kaynakları” yerine “Menhus Pehlevi soyunun bütün emlak ve varlığı ve onlara mensup olup bu milleti çalıp çırpan kişilerin servetinin müsadere edil”eceğini açıklıyor ve bunun “bir ülkeyi bayındır ve memur kılmaya yeterli” olacağı yalanını ileri sürerek, Pehlevi soyunun malına el koymakla yetinileceğini açıklıyordu. Ülkedeki yoksulluk ve zulmün sınıfsal kaynağını gizleyerek, emekçi halkların Şah rejimıne karşı olan nefretini, koruyucusu olduğu sömürücü sınıfların üzerinden alıp, Pehlevi soyuna yöneltiyordu. “Sabık Şah’ın kızkardeşi ve erkek kardeşlerinin serveti, bir ülkeyi bayındır ve memur kılmaya yeterlidir” diyerek, emekçi halkta sahte bir beklenti yaratıyordu. 30 yıllık acı deney ve pratik bu vaadin hiç de yeterli ve inandırıcı olmadığını bütün çıplaklığı ile açığa çıkartmıştır. Bugünkü halk hareketini de mayalayıp açığa çıkartan bu sınıfsal sömürünün kendisi olmuştur.

Halk hareketini kullanarak iktidara gelen burjuva iktidarların, muhalefet döneminde söyledikleriyle iktidara geldikten sonra uyguladıkları programlar hep ters yönde olmuştur. “Biz hem dünyayı, hem ahireti abad ederiz” diyerek iktidara gelen ve halkın binlerce yıllık inanç ve ahiret korkusunu kendi iktidarı için istismar eden Humeyni hareketi de bu genel kuralı bozan bir istisna olmamıştır. Sınıfsal sömürü ve baskıyı gizlemek için, “toplumun her ferdi kardeştir, birlikte olmalıdır, birbirini gözetmelidir” diyerek, efendinin yararına köle-efendi kardeşliğini dillendirmiştir.

Biz bu yalanı iyi tanıyoruz. Irkçı-faşist Hitler’den M. Kemal’e, onlardan dinci gericilere kadar uzanan kesimler hep aynı yalanı, “milletimiz yek vücut kardeştir” yalanını söylemişlerdir. Humeyni de, kendisinin dayandığı sınıfsal güçleri gizlemek ve bilinç kayması yaratmak için, “toplumun her ferdi kardeştir” demagojisine sarılmıştır.*

Dinci hareketin temel demagojisi: “Sömürüye karşıyız”

Sınıflı toplumlarda ütopik de olsa, emekçi halk hareketlerinde eşitlik özlemini açık veya silik olarak hep görmekteyiz. Bundan dolayıdır ki, her siyasal-muhalif akım emekçi halkların desteğini almak için halkların bu ortak özlemlerini istismar etmişlerdir. Bu aynı istismar olgusunu mülk sahibi veya mülk sahiplerine dayanan dinci hareketlerde de görüyoruz.

“İslam ... sömürüye karşı olan halkın okuludur“ diyen Humeyni, ekliyor: “Fakat bunlar İslam’ı başka bir yüzle tanıttılar, tanıtmaktadırlar”. Gerçek böyle mi? Humeyni hareketi gerçekten sömürüye karşı hangi program ve uygulamaya sahipti? Bir hareket sömürüye karşı olduğunu açıklayabilir. Hitler de ve A. Türkeş de sömürüye karşı olduklarını açıkladılar! Ancak toplumsal yaşamın şaşmaz ölçüsü pratiktir, laf değil.

Zenginlik, canlı emeğin sömürüsüyle elde edilir. Sömürüye karşı olduğunu açıklayan bir siyasal hareket, hangi ideolojik saiklerle hareket ederse etsin, (Humeyni gibi islam adına da olsa) özel mülkiyetin tasfiyesini programına ve uygulamalarına temel almak zorundadır. Muhalefet yıllarında “sömürüye karşı“ olduğunu açıklayan Humeyni, iktidara yaklaştıkça, gerçek özünü yalın olarak açığa vurdu. “İslam ... sömürüye karşı olan halkın okuludur” diyen Humeyni, servet sahiplerinin desteğini alabilmek icin, servet karşıtlığını “mantık dışı” ilan etti. “Servet farklılıklarını akıllıca ve uygulanabilir, gerçekleştirilebilir ölçüde giderecek olan sadece islamdır ve mantık dışı yorumlara İslam’ın ihtiyaci yoktur...” denildi ve sömürüye karşı olmanın yerine, sömürüyü “akıllıca ve uygulanabilir, gerçekleştirilebilir” politikalar uygulamaya sokuldu.

İslamın halkçı yorumunu yapan kimi dinci akımlar da, nedense Humeyni’nin bu ikiyüzlü politikası karşısında hep suskun kalmaktadırlar. Bu bir tesadüf müdür? Hiç de değil. Bir siyasi veya ideolojik akım hangi sınıflara dayanıyorsa, kaçınılmaz olarak onların politikasını yapar. “Bütün müslümanların kardeş” olduğunu ileri sürenler, isteseler de sömürüye karşı mücadele edemezler. Sömürüye karşı mücadeleyi toplumun bütün fertlerinin değil ama sadece işçi sınıfı ve işçi sınıfının önderliğindeki emekçi halkların zafere taşıyabileceğini söyleyen komünistler, sömürüye karşı savaşabilirler. Tarihsel deneyim de bu olguyu döne döne doğrulamıştır.

İslamın halkçı yorumunu yapanlar sömürüye karşı mücadelede tarihsel bir referans olarak Ebuzer’e başvuruyorlar: “Evinde yiyeceği olmayıp da kılıcını alıp sokağa fırlamayana şaşarım!” diyen Ebûzer el-Gıfarî’nin bu devrimci ve halkçı özlemlerini gerçekten kim temsil ediyor? “Servet farklılıklarını akıllıca ve uygulanabilir, gercekleştirilebilir ölçüde giderecek olan sadece islamdır” diyen ve komünistlerin mülkiyetin bireyselliği yerine toplumsallığı geçirme önermelerini “mantık dışı yorumlar” olarak suçlayan Humeyni temsil edebilir mi? Humeynici gerici hareketin sınıfsal çapı buna yeter mi? Humeyni ve benzerileri olsa olsa Osman’ın temsilcisi olabilirler. 3. Halife Osman’ı yiyicilik ve sömürücülükle suçlama cesaretini gösteren Ebuzer’in ilerici özlem ve hayallerini ise ancak komünistler hayata geçirebilirler.

3. Halife Osman ile Ebuzer arasındaki kavganın sınıfsal temellerini Ali Şeriati şöyle açıklıyor: “Ebuzer ve Osman arasında mücadele başladı ve Ebuzer sonunda canını bu yolda verdi. Ebuzer haykırıyordu: ‘Topladığınız bu sermaye, bu servet, bu altın ve gümüşler bütün müslümanlar arasında eşit paylaşılmalıdır. Eşitlik ve İslami ekonomik ve ahlaki sistemin gölgesindeki yaşam imkanlarından herkes faydalanmalıdır.’ Ama Osman İslam’ı zahiri merasim, protokol ve takva tezahürü olarak görüyordu. Ona göre din, çoğunluğun yoksulluğu ve azınlığın zenginliğine karışmıyordu. Ebuzer İslami katılımcılığın ilerlemesi için başlattığı mücadelede rahat durmuyor ve düşmanını da rahat bırakmıyordu... Osman’ın karısının boynunda Afrika vergisinin üçte biri değerinde mücevher vardı.” (Ebuzer, Ali Şeriati)

“Topladığınız bu sermaye, bu servet, bu altın ve gümüşler bütün müslümanlar arasında eşit paylaşılmalıdır.”, “Evinde yiyeceği olmayıp da kılıcını alıp sokağa fırlamayana şaşarım!” diyen Ebuzerler’in, “gelin canlar bir olalım, yoksulun hakkını alalım” diyen Pir Sultanlar’ın, “yarin yanağından gayrı, her şeyde her yerde, hep beraber diyebilmek için” diyen Şeyh Bedrettinler’in  özlemleri bugün proletaryanın elinde bir kızıl bayrak olarak yükseliyor. Er veya geç haramilerin saltanatını yıkacağız.

Dinci kesimin dayandığı vurguncu, soyguncu, tüccar, emperyalizmin uşağı burjuvazi ve toprak beyleri sınıfı bu özlemin hedefi olmak zorundadırlar. Biz komünistler bunu açıkça ilan etmiştik, yeniden ilan ediyoruz.

Dipnot:

* Kemalizm “biz imtiyazsız, sınıfsız bir toplumuz” der.

“Nazi korperasyonu bir sınıf kavgası organı değildir. Nazi devleti hiçbir ‘sınıfı’ tanımaz ve kabul etmez.” (Hitler, Kavgam, s.356)

“Millet ... soy birliğidir. Bunun sınıflara bölünmesi, ... belirli fertlerin hakimiyetine terkedilmesi mümkün değildir. Buna müsade etmeyeceğiz... Milli devlet, bir sınıf devleti olmayıp, Türk Milletini meydana getiren bütün fert ve dilimlerin devleti olacaktır.” (Türkeş, Dokuz Işık, s. 41-46)

“Sınıflı bir nizamın yarattığı toplu sözleşme düzeni İslama yabancıdır... İslamda ... emek ile sermaye ayrımının tayin ettiği içtimai sınıf ortaya çıkmaz.” (Büyük Islam Ilmihali, s. 285-286)

Gerek ırkçı-milliyetçi faşist ideoloji gerekse dini gericilik adına politika yapanların ortak noktası, yalan ve demagojidir. Tümünün ortak noktası, sermaye adına yaptıkları politikayı, “sınıfsız-kaynaşmış toplum” adına sunmalarıdır. Humeyni bunu, “toplumun her ferdi kardeştir, birlikte olmalıdır, birbirini gözetmelidir” diyerek yapıyordu...