24 Temmuz 2009
Sayı: SİKB 2009/28

  Kızıl Bayrak'tan
  Amerikancı rejimin sahte hayallerine karşı devrimci sınıf mücadelesi!
  HSYK kararları gecikiyor…
Düzen içi çatışma yargı üzerinden sürüyor!
  “Kürt açılımı”nda son perde
Kürdistan’dan yansıyan kirli savaş hikayaleri...
Ne “23 sentlik asker”
ne de emperyalizmin suç ortağı olacağız!
Hasta tutsaklar ölüme giderken, kontrgerillacılar tahliye ediliyor...
  Entes dinenişinden...
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Beşeli ile kriz, sınıf hareketi, mücadele ve örgütlenmenin sorunları üzerine konuştuk...
  Kapitalizm can almaya devam ediyor!.. Sağlıkta özelleştirme öldürüyor!..
  Bir cinayet ve devlet gerçeği
  Gençlik eylemlerinden...
  Alevi Çalıştayı aynasında yansıyanlar
  Parlatılan Nabucco ve
üstü örtülen gerçekler
  Mollalar rejimi, din ve emekçi halk hareketi...
  Honduraslı emekçilerin
faşist cuntaya karşı
mücadelesi devam ediyor!
  Amerikan savaş makinesi “Irak-ABD Güvenlik Anlaşması”nı tanımıyor...
  İsrail savaş gemileri Kızıl Deniz’de…
Irkçı-siyonist rejim
savaşı kışkırtıyor!
  Dünyadan işçi ve emekçi eylemlerinden...
  Neyin yol haritası?
  ‘96 Zindan Direnişi 13. yılında...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Beşeli ile kriz, sınıf hareketi, mücadele ve örgütlenmenin sorunları üzerine konuştuk...

Temel sorun, sınıfı kucaklayacak siyasal bir program ve örgütlenme!

- Kapitalist sistem çok boyutlu bir kriz yaşıyor. Türkiye’yi de etkisi altına alan derin bir kriz süreci bu. Sizce kapitalist krizin işçi sınıfına, onun mücadelesine ve örgütlenmesine etkisi nedir?

Kişisel olarak kapitalist sistemin krizinin, kapitalist sistemin işleyişinden ayrılmaması gerektiğini düşünüyorum. Doğal olarak krizi, onunla birlikte ve içsel olan, daha sık aralıklarla kendini göstermeye başlayan bir süreç olarak değerlendirmek gerekiyor. Krizin işçilere etkisi diye ayrı bir alan bence yok. Kapitalizmin işçilere etkisi diye bir alan var. Esas tartışılması gerekenin, güncel bir tanımlama yapacak olursak, kapitalizmin işçilere “ben sizi artık sömüremiyorum. Sömürmemin faydası yok çünkü benim açımdan sizin bir değeriniz yok.” dediği bir sürecin yaşandığıdır (aslında bu kapitalizmin yok olması sürecinin kendisi ve kapitalizm bunu dediği andan itibaren kendi varlık koşulunu ortadan kaldırmış olacaktır). Ve sistemin kendi iç işleyişinde bizzat bunun tekil olarak ülkelerde daha yaygın ya da daha dar biçimde sürekli görülen bir durum olduğu ifade edilebilir. Kapitalizmin krizi aslında onun esas işleyişini ve temel çelişkisini ortaya koyan anlık bir durumdur.

Bundan, kapitalizmi anlayabilmek ve bilinçlenmek açısından faydalanmak gerekiyor. Ama özel bir durum değildir, çünkü kapitalizmin kendisi böyle işler. Ve krizinin içerisinde kendi sonunu da gösterir. Sonuç olarak kendi krizinin içerisinde kendiliğinden boğulup gideceği gibi bir beklenti söz konusu olamaz. Önemli olan kapitalizmin kendi göstermiş olduğu sonu (ben sizi artık sömüremiyorum) dediğinde, genel işçi sınıfı refleksi tüm dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de “beni sömürmeye devam et” üzerine kurulu. Bu böyle olduğu sürece kapitalizm krizlerini aşmaya devam edecek. İşçi sınıfı, kapitalist sistemin ve bu sömürü çarkının işleyişine karşı alternatif bir dünyayı veya toplumu kurgulayamadığı, sömürünün kaçınılmaz ve her koşulda devam etmesi gerektiğini düşündüğü (kapitalistler istemediğinde bile), “beni ne olursun sömürmeye devam et” diyen bir tutum içinde olduğu sürece, bu krizler bir şekilde aşılacaktır.

İşçi sınıfı açısından baktığımızda, “işçi sınıfı sömürüyü devam ettir” dediğinde, karşısındaki aktör olan kapitalist “peki hangi koşullarda?” sorusunu soracaktır. Buna işçinin vereceği cevap “ücretimi düşürebilirsin, çalışma sürelerimi uzatabilirsin, esnek çalıştırabilirsin, ara dinlenmelerimi ortadan kaldırabilirsin” olacaktır. Kapitalist de bunları işine gelecek biçimde kabul edecektir.

Ama bu süreç işçilere aynı zamanda şunu da düşündürtebilir: Burada artık tamamen sömürünün üzerine dayanmış bir sistemin onun insan malzemesini kullanmak istemez noktaya doğru gidiyor oluşu toplumsal yaşam açısından da bir yıkım anlamına gelir. Var olan toplumsallığa bu sömürü sayesinde devam ediliyorsa, sömürünün sınırlarına gelindiği noktada bu toplumsallığın da sonu gelmiş demektir. Dolayısıyla işçilerin ilk olarak verdikleri “aman beni sömürmeye devam et” tepkisinin, “oh ne güzel, sömürüden kurtulma fırsatımız oluştu” olması gerekiyor.

Ama ne yazık ki, işçinin içinde bulunduğu koşullarda kapitalizmin yıkılmazlığına ve sonsuzluğuna olan inancı sürekli olarak üretiliyor. Çünkü emek gücünü satarak yaşamını devam ettiriyor ve onun açısından tek satılabilir şeyi o ve onu satamadığı zaman bu onun açısından çok büyük bir yıkım demektir. İşçilerin emek gücünün alınır satılır bir meta olmadığı bir durumun da mümkün olduğunu görebilmeleri gerekiyor.

Aslında işten atılan, emek gücünü satamayan milyonlarca işçi, emek gücünü satamadığı durumun ne olduğunu çok açık görüyor. Ama bu onun insani ihtiyaçlarını ortadan kaldırmıyor. Yaşam devam ettiği için bu ihtiyaçlar devam ediyor ve ancak ölürse kalkar.

Peki o zaman soru şu: Emek gücünün alınır satılır olma durumunun ortadan kalktığı (işsizlik vb.) insanların insani ihtiyaçlarının karşılanması açısından bile bir düzeneğe ihtiyaç var. Bu nasıl sağlanacak? Kapitalizm buna “işsizlik sigortaları” gibi geçici çözümler bulmuş. İşin dışında kaldığı süreleri tazmin edecek, destekleyecek sistemleri kendi içerisinde geliştirmiş. Artan işsizlik ve giderek azalan çalışan sayısı karşısında hep gördüğümüz gibi en gelişmiş örnekler dahi çöküyorlar. Son 20 yıl içinde bunların çöküşüne tanık olduk. Sosyal güvenlik sistemlerinin, “sosyal refah toplumları”nın, işsizlik sigortalarının çöküşüne tanık olduk.

Kapitalizm artık proletaryayı çalıştırıp besleyebilecek bir pozisyonda değil. Daha azını çalıştırdığı noktada kapitalistlerin birçoğu “bu çalışmayan çoğunluğu nasıl besleyeceğiz” sorusuna cevap veremiyor. Bu, bütün toplumların yıkılma nedenidir. Eğer siz toplumu besleyecek düzeneği kuramıyorsanız, o zaman o toplum kendisini besleyecek düzenekleri oluşturur.

Düzen sınırları içerisinde bu nasıl oluyor? Hırsızlık artıyor. Nedir bu? Aslında mülkiyete saldırılıyor. Proletaryanın işsiz kalması durumunda mülkiyete saldırısı oluyor, ama bu doğru yere bir saldırı biçiminde gelişmiyor. Proletaryanın o anlamda cevap verebilmesi gereken soru “beni sömüremiyorsa ben nasıl besleneceğim?” sorusudur. O anlamda şunu söylemek doğru olur: Proletarya tarafından organize edilmiş bir dünyanın, (sosyalizm diyelim biz buna), proletaryanın yönettiği bir toplumun kapıyı çaldığı bir dönemdeyiz. Bunun emareleri 150–200 yıl öncesine göre çok daha güçlü bir biçimde var.

Çelişik olan nokta şurası: Proletarya hareketi, bugün bir siyasal hareket hüviyetine bürünememiş durumda. Kapitalizm artık kendisini ve toplumu yönetemez pozisyona gelmiş durumda. Ama proletaryanın buna karşı çıkışı konusunda çok geri bir noktadayız. Geri olmamız da doğal aslında. Çünkü 150-160 yıl önceki proletaryayla bu dönemki proletarya arasında çok ciddi farklar var. Bir kere proletarya o dönem dünya nüfusunun azınlığı, bu dönem ise çoğunluğu durumunda. O dönem kapitalizm ve proletarya arasındaki çelişki bu boyutta değildi. Ama o dönemin proleterlerinin kendisinden önce gelen emekçi sınıflardan devraldıkları güçlü örgütler (sendika, dernek vb.) vardı. Bunlar aslında o dönemin etkili örgütleri ve bir kısmı partilere vb. dönüşüyor.

Bugün açısından baktığımızda, proletaryanın içerisindeki bölünmeler, gerek küresel gerekse yerel anlamda bölünmeler, mesleki temelde iç bölünmeler var. Dolayısıyla proletaryanın iç organik birliğini sağlamak düne göre bugün daha zor. Geçmişin siyasi hareketleri daha şanslılardı. Çünkü kapitalizm bir şekilde proletaryayı birleştiriyor, başka kesimlerden devşirdiği, mülksüzleştirdiği insanları fabrikaya götürüyordu ve bunlar fabrikada örgütleniyorlardı. Çok daha rahat iletişim kurarak güçlü hareketler yaratabiliyorlardı. Sermayenin merkezileşmesi elbette var ama dağınık vaziyette. İşbölümü, meslekler çeşitlenmiş vaziyette ve üretim süreci de parçalanmış durumda. Proletaryanın üyesi olan bireylerde bunun getirdiği, kendisinin bir sınıfa ait olduğunu hissetme ve o sınıfın kaderiyle kendini bağlama durumu dediğimiz siyasal bilinçlilik daha geç gelişiyor. O anlamda bir sorun yaşıyoruz, ama normal bu. Bugünkü dünyada sosyalizmin programının, bir proleter hareketin eskisi kadar güçlü olmamasının nedeni esas olarak bu. Yoksa ne duvarın yıkılması ne de başka bir şey. Herkes bunu böyle görmek zorunda. Bu böyle görülmezse sınıf hareketi üzerinden bir sosyalizm kurgusu olmaz. Duvarın arkası ve önü diye bir sosyalizm kurgusu yaparsın, o da işe yaramıyor.

- Kuşkusuz sınıf hareketinin gerilemesinde Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Avrupa’nın yıkılışı da önemli bir etkendir. Çünkü kapitalizme alternatif bir toplumsal sistem düşüncesi geniş işçi ve emekçi kitlelerin toplumsal algısında önemli bir darbe almış oldu. Sizin de ifade ettiğiniz gibi, bir de nesnel süreçlerden gelen işçi sınıfının iç bölünmesi ve farklılaşması vb. güçlükler sınıf hareketine olumsuz biçimde etki ediyor. Kuşkusuz ki, bu olumsuz tabloyu bugün işçi sınıfının üst kimliği ile (sınıf kimliği ile) düşünüp davranıyor olmaması ve alt kimliğinin (etnik, dini, mezhebi, hemşerilik vb.) daha belirleyici bir rol oynaması tamamlıyor. Sınıfın tüm bu zayıf yanları aynı zamanda karşıt bir sınıf olarak burjuvazinin elinde önemli bir silaha da dönüşüyor. Sanırız sınıf hareketinin mevcut tablosunu anlamada tüm bu etkenleri birlikte düşünmek gerekir.

Bu ikisine birbirinden çok kopuk olarak bakmamak gerektiğini düşünüyorum. Bir süreçtir bu ve biz herhangi bir sürecin herhangi bir anını sürecin bütününü gözden kaçırarak konuşursak eksik yapmış oluruz. Buradaki problem bence şu: Öznel diye (sosyalizmin programı) adlandırdığımız şey aslında o günkü koşullar içinde o günün nesnelliği tarafından belirlenen bir şeydir. Bugün kapitalizmin krizine proletaryanın durumu açısından bakıldığında, bunu derinleştiren alternatifler olacaktır. Bütünün yaşam koşullarının daha kötüye gittiği bir durumla karşı karşıya kalacağız. Kapitalizm, “çalışmama durumu”nun yaygınlaştığı bir dünya yaratıyor.

Zaten proleterleşme, vasıflı emeğin vasıfsızlaşmasıdır. Artık taşıdığı değeri de kaybetmesi, kapitalistin gözünde de bir değer, bir anlam ifade etmemesidir. Bu bütün meslekler için böyledir, ama fabrika işçisi için çok önceden başlamış bir süreçtir. Bugün büyük fabrikalarda işçi görmezsiniz. Yaptıkları iş ya paketleme ya taşıma ya da başka bir şeydir. Bu herkesin 2 saatlik eğitimle yapabileceği işlerdir. Vasıflılık her geçen gün önemini kaybetti. Öznellik nesnellik anlamında bugün yaşadığımız krizlerden biri de emeğin değerliliği üzerinden işçilerin haklarının kabulüne dayanan bir sosyal-demokrat ya da reformist bir felsefenin maddi temelinin çökmüş olmasıdır. Emeğin değerliliği veya kutsallığı kalmamış durumda. Hiçbirimizin emeği, kapitalistler açısından değerli ve kutsal değil.

Artık işçi sınıfının “Benim emeğim kutsaldır. Dolayısıyla siz bunun hakkını vermek zorundasınız” biçimindeki burjuva ideolojisinin zemini de çökmüş durumdadır. Biraz önce söylediğim gibi temel sorun şu: Bu işçiler nasıl beslenecek? Sen bu işçilerin beslenmesini emek gücünü satma şartına bağlamışsın. Bugün diyorsun ki, “almıyorum kardeşim.” Ne yapacaksın bu adamı? Fiziki varlığını yoketmediğin sürece bu adama bakmak ve beslemek zorundasın. Kapitalist sistemin içerisinde bu açmaz var. “Emek gücü eski değerini yitirdi buna bakalım.” diyor. “Çocuklar belli bir yaşa kadar gelmesinler” diyor. Sakatlara vs. bu kesimlere çalışmadıkları halde bakalım.” diyorlar. Hayatının baharında olan ve ana gövdede yer alan genç, dinamik adamlara “ben seni çalıştıramayacağım. Benim için hiçbir değerin yok” diyorsun. Burada kapitalistin verebileceği bir cevap yok artık. Burada proleterlerin vermesi gereken bir cevap var. O da şu: İnsanlığının parçası olan emeğinin alınır satılır eşya olmaktan çıkartabileceği ve kendine yaşam güvencesi sunacak bir düzeneği kurup kuramayacağını sormasıdır.

- Bu da bizi bu düzenin dışında bir arayışa götürecek...

Proletarya açısından “acaba paçamı kurtarabilir miyim?” arayışı her zaman olacaktır. Dolayısıyla sınıf hareketi önce bunun nasıl gerçekleşeceğine cevap vermek zorunda. Bunun nesnel koşulları açısından (maddi zenginlik, teknolojinin ulaşmış olduğu düzey) baktığımızda bugün çok daha kolay. Yani nüfusu besleyebilmek, çalışmadan da yaşama garantisi veya toplumun üyesi olmaktan kaynaklı yaşam ve gelir garantisi bugünkü düzeyle çok mümkün. İşçilerin eliyle bunu yapabilmek mümkün.

Esas zorluk şurada: Proletarya bugün dünya nüfusunun herhalde üçte ikisine ulaştığı için (emekgücünü satarak yaşamak zorunda olan nüfustan bahsediyorum, köylüleri falan katmıyorum bunun içine) bu nüfus eskisine göre daha zor bir araya gelir ve örgütlenir durumda. Çünkü artık onu belirli mekânlarda birleştiren bir kapitalizm modeli yok. Küçük atölyelere, hizmet sektörüne vs. birçok yere dağıtıyor. Bir sınıf hareketinin oluşabilmesi için ilk önce sınıfın bireylerinin belirli mekânlarda, yaşam alanlarında bulunabilmeleri gerekiyor. Bu alanlar da sermayenin ideolojik ve kültürel egemenliği içerisine girdiği için, proletarya bugün kendisini bulmakta zorlanıyor. O nedenle geçmişin siyasi hareketlerinden ve siyasi programlarından farklı olarak burjuvazinin hegemonyasını kırmayı siyasal bir örgütlenmenin parçası haline getirmek gerekiyor. Bu dağınıklığın nasıl bir araya geleceği konusunda çok çeşitli görüşler var.

Proletaryanın bölünmüşlüğüne, proletaryanın içindeki hareketler çeşitli cevaplar vermek zorundalar. Bu anlık durumları mutlaklaştırdıkları için, parçalar üzerinden giden bir eğilim içerisinde oluyorlar. Ben, siyasal hareketin parçaları birleştiren, sınıfı oluşturan bir hareket olduğuna inanıyorum. O nedenle de birleştirici ve bütünleştirici bir program etrafında sınıfı toplayan bir hareket olmaksızın, sınıfının kendisinin anlık mücadeleleri ne kadar devrimci, radikal ve vurucu olursa olsun, bu sorunun (biz proleterler olarak bu toplumu nasıl besleyeceğiz) yanıtını vermekte zorlanacağını düşünüyorum.

Her dönemin kendine özgü taktikleri ve stratejileri olur. Ama yaşadığımız temel sorunun buradan kaynaklandığını bilmemiz gerekiyor. Ben “sosyalizm yıkıldığı için işçiler uzaklaşmış” düşüncesine katılmıyorum. O günkü var olan ve hakim olan program proletaryanın çeşitlenmesine yanıt verecek bir program değildi. Bunu yapamadığı için yıkıldı.

- Kriz  sürecinin sınıf içerisinde yarattığı en temel olumsuz etki nedir?

Maddi sürecin yanında manevi çürümesinin en önemli problem olduğunu düşünüyorum. Bunu da gözlüyoruz zaten. Proletarya maddi olarak yoksullaşır, zaman zaman kazanımları olabilir, ama esas itibariyle özellikle de kapitalizmle girdiği ilişki açısından manevi bir çürüme de yaşar. İnsanlığından uzaklaşır.

Sömürünün mağduru bir sınıfın kriz dönemlerinde “beni sömürmeye devam edin” formülasyonları üretmesi kadar aşağılık bir durum yoktur. Bu kendine ve insanlığa yabancılaşmanın bir sonucudur. Bunu proletaryanın nasıl davrandığını belirtmek için vurguluyorum. Çünkü ona kimse “bu yaşam başka türlü de olabilir ve sen de bunu yapabilirsin” demiyor. Ona sürekli, birisinin emrinde çalışmanın kaçınılmaz ve kader olduğu veya olacağı söyleniyor. Bu bilinçle davranıyor ve kapitalist egemenlik işçinin bilincinde de sürekli hale getiriliyor. Bunu ortadan kaldırabilmek bir işçi açısından baktığınızda kolay bir iş değil. En temel olumsuz etki açısından baktığımızda, bu zaten normal dönemlerde de olan bir şey.

Bu dönemde krizin etkilerine karşı bir karşı çıkış örgütleyemezse, çürüme sınıfın tüm kesimleri arasında çok daha yaygınlaşıyor. Özellikle “dayanışma” her geçen gün daha çok azalıyor. Aynı sınıftan olan insanların sorunlarına karşı duyarsızlık yükselmeye başlıyor. Kriz dönemleri bu yüzden bir yandan da bilinç körelmesi yaşatıyor. Bu ülkede de görmeye başladık; fuhuş, soygunlar, hırsızlık ve suç oranları artıyor. Bir proleter çözüm olarak bunları buluyor. Bu sistemin pisliklerine karşı kendisi de pislenerek bunları buluyor. Bu sonuçlara karşı tepkilerini örgütlü olarak çözebileceklerini anlatabilmek gerekiyor.

- Bugünkü kriz sürecinden metal sektörü ve metal işçileri nasıl etkileniyor? Sizin bu konudaki gözlemleriniz nelerdir?

Metal sektörü birbiriyle bağlantılı bir sektördür. Bir bütün olarak metal sektöründe aynı etkiyi yarattı mı bu kriz? Evet, aynı yoğunlukta yaratmamış olsa bile zincir ilişkisinin daha gelişkin olduğu bir sektör olduğu için, bir yerde yaşanan bir sorunun diğer taraflara etki etmesi gibi bir zincirleme etkileşim durumu söz konusu oldu. Metal sektöründe, gerek dünyada gerek Türkiye’de krizin etkilediği alanlardan birisi otomotiv sektörü olarak gözüküyor. Çünkü otomotivin içerisinde binin üzerinde parça var. Bir sürü yerde üretilen parçaların birleştiği merkezi konumda ve oraya taşınan kanallar açısından belirli etkiler yaratmaya başladı. Buradan çıkan etkiler de sektörün diğer kesimlerine ve diğer sektörlere bir biçimde domino etkisi yarattı.

İşçilerin yaşadıkları açısından bakacak olursak ikiye ayırmak lazım. Birinci olarak sendikalı işçilerin yaşadıkları, ikinci olarak da sendikasız alanda yaşananlar var. Şunu söyleyelim; sendikasız alanda yaşananların sendikalı alana doğru yaygınlaştırılmaya çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Sendikasız işyerlerinde ücretsiz izinler, işten çıkartmalar, ücret indirimleri gibi uygulamalar krizin ilk günlerinde çok yaygın ve çok çabuk uygulanmaya başlandı. Metal işkolundaki sendikalı işyerlerine biraz daha gecikmeli olarak yansıdı. En son Erdemir’de yaşananlar (18 aylık süre boyunca %35’lik ücret indirimi) o lafı söylememize olanak veriyor. Sendikasız tarafta yaşananın bu tarafa model olarak alınıp uygulanması ve yaygınlaştırılması…

Bizim elimizde metal sektöründe toplam kaç işçinin çıkarıldığına dair bir veri yok. Ama çok sayıda işçinin çıkartıldığını söyleyebiliriz. Türk Metal’de bunun oldukça fazla olduğunu söyleyebiliriz, bizde bu oran aynı değil. Ama bizde de azımsanmayacak bir oranda. İçinden geçtiğimiz süreçte bizim bulunduğumuz işyerlerinde bir parça bu işten çıkartmaları geriletebildik. Daha yaygın ve kitlesel olabilecekken olmadı. Kapanan, iflas eden işyerlerinin etkileri var. Toplu sözleşmelerde bu dönemi kriz koşulları açısından da çok kötü geçirdiğimizi söyleyemeyiz. Toplu sözleşmelerde geçtiğimiz dönemlere oranla bir düşme söz konusu ama idari maddelerde çalışma koşullarına ve sürelerine ilişkin düzenlemelerde şu ana kadar geri adım atılmış değil. Bunu ileriki dönemde krizin sertleşmesine bağlı olarak göreceğiz. Dolayısıyla şu anda bizim açımızdan bakıldığında bir rölanti dönemi söz konusu. Ama gelen işaretler açısından bakıldığında, işçilerin tavırları açısından söylediğimiz eksiklikler eğer giderilemez ve kriz sertleşirse, sorun çok daha büyür.

- Bugün sınıf hareketinde belli çıkışlar dışta tutulursa belirli bir tıkanıklık ve dağınıklık söz konusu. Sizce bunun temel nedeni nedir?

En temel nedeni, sınıfın bu kadar kitlesel ve yaygın hale geldiği bir dönemde onu kucaklayacak siyasal bir programın veya örgütlenmenin kendisini sınıfın geniş kesimleri içerisinde kabul ettirememesidir. Şunu söylemiyorum. Her hareket sonuçta kendisinin programı olduğunu söyler ama doğru bir programın olması tek başına bir şey ifade etmez. Bunun sınıfın bütün kesimleri içerisinde yaygınlaşması gerekiyor. Bu tabiî ki bir süreç sorunu. Bugün yaygınlaşmamış olabilir, yarın yaygınlaşabilir. Proletaryanın kurtuluşu açısından esas program budur diyorsak, eşitsiz gelişen ve bilinç bulanıklığının olduğu bir durumda bu programın işçi kitleleri içerisinde benimsetilmeye çalışılması gerekiyor. Bir sınıf hareketi ancak böyle oluşabilir.

Şuradan çıkmaz: Önce işçiler siyasi talepleriyle biraraya gelirler ve sonra “baktık bize bir siyaset gerekiyormuş hadi bir de parti kuralım” demezler. İşçi sınıfı siyasallaşmış veya politik işçiler bir program çerçevesinde birleşmişse, ortak dillerini proletaryanın diğer kesimlerine yayabildikleri oranda sınıfı oluşturmaya katkı verirler. Sınıf bu siyasal faaliyet olmaksızın oluşabilecek bir şey değil. Tarihte de baktığımızda, örneğin İngiliz işçi sınıfının oluşumunda Fransız Devrimi’nin etkisini görürsünüz. Siyasallaşma olmadan sınıf kendisini sınıf diye adlandıramaz. Birinci nokta, bunun olmaması ya da proleter kitleler içerisinde yeterli yaygınlık ve kitlesellik derecesine ulaşamamış olmasıdır. Bunun yöntemlerinin bulunması gerekir. Bu olduğu zaman proletaryanın diğer alanlardaki eksiklikleri (sendikal alandaki veya başka alanlardaki) iyileşmeye başlayacaktır. Ama bu olmazsa bizler kendimizi proletaryanın çeşitli anlık mücadele örgütleri içine hapseder ve orayı düzeltmeye çalışırsak, bunu da bir organize faaliyet veya programın parçası olarak yaparsak çuvallarız. Bugüne kadar bu eksikliğe yanıt verilemediği için olan şey budur.

Mevcut durumdan kastımız, dibe doğru vuran, proletaryanın çalışma ve yaşam koşullarının daha da kötüleşeceği, kurtuluş sorununun tüm proletarya açısından kendini dayatacağı, nesnel bir gerçeklik olarak kendisini dayatacağı bir döneme giriyoruz. Dolayısıyla bu eksiklik tamamlanabilirse, “ben nasıl kurtulurum” sorusuna yanıt verecek bir çalışma ve örgütlenme teorisi ve programı oturtulabilirse, o zaman zaten orada üç kuruş almış, beş kuruş almış, direnişe girmiş girmemiş meselesi de anlamını kaybedecektir.

- Sınıf hareketinin mevcut tablosu karşısında çözüm önerileriniz nelerdir?

Politikleşmiş işçileri politik faaliyet çerçevesinde biraraya getirecek bir sürece ihtiyaç var. Yani bu süreçten işçi sınıfı iktisadi mücadelesini ve örgütlerini güçlendirerek çıkamaz. İşçiler nerede olursa olsunlar mutlaka örgütlü hale gelmek durumundalar. Şimdiye kadar yeni bir formül bulunamadı ve işçiler açısından bu alan hala sendikalardır. İşçiler sermayenin sömürüsüne karşı oralarda elbette örgütlenecekler. Biz biliyoruz ki geçmiş dönemlerden farklı olarak işçi hareketinin önünde kendisinin etkileneceği bağımsız politik düşünce sistematiği yok şu anda.

Politikleşmiş işçi sayısı üzerinden bakıldığında, 1980 öncesinde (daha politik diye iddia edilir) bu kadar politikleşmiş işçi yoktu. Sayısal anlamda söylüyorum. Gerçekten de bunu bütün işçi eylemlerinde görüyoruz. En son Taksim 1 Mayısı’nda gördük. Taksim’e giremeyip çatışanlar mağara kovuğundan çıkmadılar. Sonuç olarak onlar da işçi sınıfının parçasıydılar. Ve onları oraya taşıyanlar örgütsel ilişkileri ve politik bilinçleriydi. Devrimci örgütlerin, partilerin politikalarından etkilenen ve kendini devrimci, sosyalist veya komünist olarak nitelendiren işçi sayısının 1980 öncesine göre oldukça fazla olduğunu düşünüyorum. Bunun, doğru değerlendirildiği koşullarda bir avantaj ve çıkış noktası olacağını düşünüyorum.

Bir biçimde politikleşmiş işçilerin temel eksikliğini giderecek çerçevede veya politik programın yaratılması sürecinde aktifleştirilmesinde fayda var. Başka bir mücadele içerisinde tüketmek yerine politik program etrafında kenetlenmiş işçi sayısını arttıran bir sürecin örülebilmesi şansı var. Geçmişte öğrencilerin üzerinde kalmış politik hareket bugün tamamen proletaryanın egemenlik alanı içerisindedir. Bunu yaratabilecek kadroları var. Bunu görüyoruz ve gözlüyoruz. Önemli olan bunun nasıl bir araya getirileceği sorusuna yanıt verebilmektir. Bu yapılmadığı sürece yetenekli arkadaşlarımızın olduğu yerde başarı, biraz daha az yetenekli arkadaşlarımızın olduğu yerlerde başarısızlık noktasına giden bir süreç yaşayacağız. Ama esas olan iskeleti kurabilme meselesi. Çünkü o bina onun üzerinde yükselecek.

 

 

 

12 Eylül faşizmi tarafından idam edilen Mehmet Kambur’un son mektubu...

“ Kahrolsun faşizm! Tek yol devrim!”

Gölcük Donanma Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde “Üçüncü Yol’”davasında yargılanan Ömer Yazgan, Mehmet Kanbur, Ramazan Yukarıgöz ve Erdoğan Yazgan, 20 Nisan 1981 günü idam cezasına çarptırıldı. 29 Ocak 1983’e idam edilen 4 devrimciden Mehmet Kanbur’un idam gecesi kaleme aldığı son mektubu, eşine 26 yıl sonra teslim edildi.

Mehmet Kanbur’un mektubu:

“Değerli karıcığım. Biz tarihi son görevimizi yerine getirirken, seni görmek isterdim. Öyle sanıyorum ki hiç haber verilmedi. Veya göstermelik olarak, bilinçli, gecikeceğiniz şekilde haber gönderildi. Bu namussuzlardan farklı bir şey de beklenmez. Göremedim diye üzülmene hiç gerek yoktur. Senden bunu beklerim. Ben hayatım süresince özellikle birlikte olduğumuz zamanlarda gerçek anlamda belli şeyler anlatmaya çalıştım. Ve bu uğurda gücüm oranında üzerime düşen görevleri yerine getirmeye çalıştım. Son olarak da halkımın mutluluğu uğruna canımı severek feda ediyorum. Bu görevimi yerine getirirken size ve halkıma layık olmaya çalışacağım. Son nefesimi verirken dahi köhne düzenin celladına fırsat vermeden halkımın mutluluk sloganını haykıracağım. Bundan hiç kuşkunuz olmasın. Senin bundan sonra özel yaşamın hakkında bir şey söylemek istemiyorum. Sana güveniyorum. Tek başına yapayalnız kalsan dahi doğruluktan, dürüstlükten ayrılmayacağına, namusluca yaşamını sürdüreceğine inanıyorum. Ayrıca sana ve halkıma armağan ettiğim Murat’a da yeterli ilgi göstereceğine, halkına yararlı olacak şekilde yetiştireceğine eminim. Akyazı onurumuz. Yolumuz Akyazı’da düşenlerin yoludur. Devrimciler öldü, yaşasın devrim. Kahrolsun faşizm. Tek yol devrim.”

 

 


Kemal Türkler anıldı!

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) ve T. Maden-İş’in Genel Başkanı Kemal Türkler 22 Temmuz 1980 tarihinde kontrgerilla güçlerince katledilişinin 29. yıldönümünde Topkapı Mezarlığı’ndaki mezarı başında anıldı.

Saat 11.00’de Topkapı Mezarlığı girişinde buluşan DİSK ve bağlı sendikaların yöneticileri sloganlarla Türkler’in mezarı başına yürüdüler.

Önde DİSK ve Birleşik Metal-İş flamalarının yer aldığı yürüyüşte Kemal Türkler’in fotoğrafı taşındı.

Saygı duruşunun sonrasında söz alan DİSK avukatı Rasim Öz, “Katledişinin ardından geçen yıllarda suçlular devlet tarafından korunmaya devam ediyor. Faşizm gelirken önündeki tüm engelleri aşarak geldi. Kemal Türkler’i de katletti. Suçlular devlet tarafından en iyi koşullarda besleniyor. Bizler bulup çıkartıyoruz.” diyerek Türkler davasını sahiplenmeye çağırdı.

Anma töreninde son olarak söz alan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, “Hukuksuzlukla karşı karşıyayız. Hukuk devleti, demokrasi söylemlerini sarf eden devletin yaptıkları göstermiştir ki hukuk sınıfta kalmıştır. Bizler 30 Temmuz günü 13.30’da Bakırköy Adliyesi’ndeki davada bulunarak sorumluların yargılanmasını sağlayalım” diyerek herkesi davaya katılmaya çağırdı

Kızıl Bayrak / İstanbul