24 Temmuz 2009
Sayı: SİKB 2009/28

  Kızıl Bayrak'tan
  Amerikancı rejimin sahte hayallerine karşı devrimci sınıf mücadelesi!
  HSYK kararları gecikiyor…
Düzen içi çatışma yargı üzerinden sürüyor!
  “Kürt açılımı”nda son perde
Kürdistan’dan yansıyan kirli savaş hikayaleri...
Ne “23 sentlik asker”
ne de emperyalizmin suç ortağı olacağız!
Hasta tutsaklar ölüme giderken, kontrgerillacılar tahliye ediliyor...
  Entes dinenişinden...
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Beşeli ile kriz, sınıf hareketi, mücadele ve örgütlenmenin sorunları üzerine konuştuk...
  Kapitalizm can almaya devam ediyor!.. Sağlıkta özelleştirme öldürüyor!..
  Bir cinayet ve devlet gerçeği
  Gençlik eylemlerinden...
  Alevi Çalıştayı aynasında yansıyanlar
  Parlatılan Nabucco ve
üstü örtülen gerçekler
  Mollalar rejimi, din ve emekçi halk hareketi...
  Honduraslı emekçilerin
faşist cuntaya karşı
mücadelesi devam ediyor!
  Amerikan savaş makinesi “Irak-ABD Güvenlik Anlaşması”nı tanımıyor...
  İsrail savaş gemileri Kızıl Deniz’de…
Irkçı-siyonist rejim
savaşı kışkırtıyor!
  Dünyadan işçi ve emekçi eylemlerinden...
  Neyin yol haritası?
  ‘96 Zindan Direnişi 13. yılında...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kapitalizm can almaya devam ediyor!.. Sağlıkta özelleştirme öldürüyor!..

Parasız, nitelikli sağlık hakkı
için mücadeleye!

Yine bebek ölümleri yaşanıyor. Son dönemde kapitalizmin faturasını henüz bebekken ödeyen örneklere hiç de az rastlanmıyor. Son olarak Şanlıurfa Kadın Hastalıkları ve Doğum Hastanesi’nde 12 gün içerisinde 8 bebek öldü. SES, bebeklerin hastane enfeksiyonu nedeniyle hayatlarını kaybettiğini belirtirken, Sağlık Bakanlığı olayı yalanlıyor.

Hatırlanacağı üzere, Ankara’daki bebek ölümlerinden sonra geçtiğimiz Eylül ayında İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 23 saat içinde 13 prematüre bebek hayatını kaybetmişti. Ölümlerin nedeni ise, bebeklerin mamalarında rastlanan ‘entrobakter kloase’ adlı bakterinin neden olduğu enfeksiyondu. Hazırlanan rapora göre, taşeron şirkete hazırlatılan sıvı beslenme ünitesinden üreyen bu bakteri nedeni ile bebekler ölmüştü. Ama üzerinden aylar geçmesine karşın sorumlu ya da sorumlular bulunmadı. Sağlık alanının bir “sektöre” dönüştürülmesinin doğrudan sonuçları olarak yaşandı bu ölümler. Sağlıkta özelleştirmenin insan yaşamına malolan faturasının son örneği ise Şanlıurfa’daki bebekler oldu.

Sağlıkta dönüşüm programıyla sağlık sisteminin piyasa mantığıyla işletilmesi ve temel bir hak olmaktan çıkartılması sonucu hastaneler bir işletme gibi çalıştırılmaktadır. Böyle olunca da hastaneler tüm işlerini ucuza halletmek için “işi” taşeronlara ihale etmektedirler. Sağlık hizmeti artık çeşitli isimler altında taşeron şirketler eliyle istihdam edilen sağlık çalışanları tarafından yapılmakta, bu statüde çalışanların kamu hastanelerindeki oranı  %60’ları bulmaktadır. Sağlık hizmetinin bölünüp parçalanarak taşeron firmalara yaptırılması hizmetin niteliğini olumsuz etkilemektedir. Tepecik Hastanesi’nde yaşananlarda olduğu gibi Sağlık Bakanlığı düşük gider amaçlıyla, taşeron şirketse daha fazla kâr amacıyla hareket ederken, bunun faturasını bebekler canlarıyla ödemişlerdir. Bağlık gibi yaşamsal önemde bir “iş” taşeron şirketlere ihale edildiğinde, bu alanda büyüyen sorunlar ölümlere yolaçmakta, kâr hırsı nitelikli sağlık hizmetinin önüne geçmektedir.

Sağlıkta taşeronlaştırma hastanelerin her bölümü için geçerli hale getirilmiştir. Bunun sonuçları itibariyle en olumsuz etkiler üreteceği bölüm ise acil servislerdir. Sağlık Bakanlığı bu konuda “pilot” uygulamasına başladı bile. Alınacak sonuçlara göre bunun da yaygınlaştırılacağı belirtiliyor. Bursa Sağlık Müdürlüğü’nün 22 Nisan’da yaptığı bir ihaleyle, araç, gereç ve personeliyle birlikte üç tane “112 Acil İstasyonu” özel sektöre satılmıştır. İhaleyi kazanan şirketse aslında çöp poşeti imal eden bir şirket! Acil servis gibi önemli bir alanda “denemeyi” göze alabilen bir Sağlık Bakanı ise rahatlıkla koltuğunda oturmaya devam edebiliyor.

Daha fazla kâr hırsı sadece sunulan “hizmete” yansımamakta, hizmeti sunan sağlık çalışanları açısından da kölelik getirmektedir. Taşeronlaştırma çalışanlar için ağır ve güvencesiz çalışma koşulları, artan emek sömürüsü demektir. Taşeronunun insafına terkedilen işçilerin yaşadığı pek çok örnek çeşitli eylemli tepkilerle gündeme getirilmektedir. Örneğin, geçtiğimiz günlerde Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki taşeron işçileri şirket patronunun ve başhekimin hakaretlerine karşı tepkilerini eylemle ortaya koydular. Kendilerine “bunlardan fuhuş bile beklenir” diyen başhekim ise eylem yapan işçilere soruşturma açılacağını söylemektedir. Aynı hastanede daha önce de taşeron şirket patronu işçileri tehdit etmiş ve işçilere hakaretler yağdırmıştır. Yine geçtiğimiz günlerde Hacettepe Hastanesi taşeron işçileri son iki aydır maaşlarını almadıkları için iş yavaşlatma eylemi yaptılar. Üç yıla yakın süredir maaşlarını düzenli alamayan ve iki aydır da maaş almayan Hacettepe Üniversitesi’nde çalışan yaklaşık 300 taşeron işçi, hastane ve taşeron şirket yetkililerinin baskılarına maruz kaldılar.

Önümüzdeki günlerde ise sağlık çalışanlarını daha kötü çalışma koşulları beklemektedir. Çünkü Sağlık Bakanlığı’nın 12.05.09 tarih ve 2009/32 genelgesi ile, halen hastanelerde taşeron şirketlere bağlı olarak çalışan sağlık emekçilerinin sayılarının azaltılacağı, tamamının ücretlerinin asgari ücret düzeyine çekileceği belirtiliyor. Bu genelge ve yakın zamanda çıkartılması planlanan Kamu Hastane Birlikleri Yasası ile birlikte kamu hastanelerindeki tüm sağlık çalışanları güvencesiz hale getirilecek ve her türlü kazanılmış hak ortadan kalkacaktır.

Sağlık sisteminin özelleştirilmesi ne sağlık çalışanları için iyi çalışma koşulları ne de bu “hizmeti” alanlar için nitelikli sağlık hizmeti getirmektedir. Tamamen kâra dayalı bir bakışla sağlıkta “işler” yürütülmektedir. Sermaye düzeninin sahipleri için “işler” iyidir kuşkusuz. Çünkü her kademesinde paralı hale getirilen hastaneleri düşündüğümüzde, ortada büyük paralar dönmektedir. Onlar için önemli olan da budur. Sıkça yaşanan bebek ölümleri, Bursa’da olduğu gibi hastane yangınları vb. onların önceliğinde değildir. Bir “işletme” sahibi olarak onlar öncelikle kazanacakları kârları düşünmektedirler, insan yaşamını değil!

Kapitalist düzenin bu gerçekliği karşısında yapılması gereken, en temel hak olan sağlık hakkı için mücadelenin yükseltilmesidir. İşçi ve emekçiler herkes için parasız, nitelikli ve kolay ulaşılabilir sağlık hakkı için örgütlü mücadele etmelidir. Tepkiler, bu sorunun esas kaynağı olan, sağlığı paralı hale getiren, daha fazla kâr hırsı uğruna nitelikli sağlık hakkımızı gaspeden kapitalist düzene ve devlete yöneltilmelidir.

Ancak, işçi ve emekçilerin sağlık çalışanlarıyla birlikte ortak talepler etrafında yürütecekleri mücadele ile sağlıkta yıkımın önüne geçilebilir.

 

 

 

Yıkım kapitalizmin doğasındadır!

Öğretilmiştir daha en baştan, “Ormanlar bir ülkenin akciğerleridir” diye... Bununla da kalmayıp üzerine şarkılar yapılmıştır; “Kestane, gürgen palamut... Orman ne güzel, ne güzel...” Gelin görün ki yaşadığımız toplumsal sistemin geçekliği hiç de böyle değil. Ağaçtan, ottan, kuştan daha değerli şeyler olduğu için, adeta nefes alamaz hale geldik!

Yaptığımız bu giriş elbette ormanlar ya da ağaçlar üzerine bir güzelleme yapmak maksadıyla değil. Bizi bu sözleri söylemeye iten, bir köşeye sinsice iliştirilmiş bir haber.

Ormanlık alanların meraya dönüştürülmesi, Orman Bölge Müdürlüğü’nün itiraz etmesine rağmen İstanbul Valisi Muammer Güler’in imzasıyla 29 Mayıs 2009’da onaylandı. Bu kararla birlikte Kırbaçbayırı, Gülsuyu Tepesi, Kayışdağı’nın tamamı ve Maltepe Üniversitesi’nin etrafındaki ormanlık alanlar yok olma tehdidiyle karşı karşıya. Sonuç yine birilerinin ağzının suyunu akıtırken İstanbul için ise hiç şaşırtıcı olmayan bir durum oluşacak. Benzer bir olay 2005 yılında Formula 1 pisti için yaşanmıştı. Tapu sicil kütüğünde “orman” olarak belirtilen bölge, birkaç gün içinde orman statüsünden çıkartılıp “meraya” dönüştürüldü. Ömerli içme suyu havzası üzerinde olduğu için İSKİ’nin “asla tesis yapılamaz” kararı da aynı hızla tersine dönüştürüldü. Sonuç olarak ışık hızıyla hareket eden mekanizmalar orman arazisini ve su havzasını büyük bir keyifle sermayenin hizmetine sunmuş oldu. Şimdi benzer durum Kırbaçbayırı, Gülsuyu Tepesi, Kayışdağı için söz konusu. Çevre ve Orman Bakanlığı’nda “orman” olarak belirtilen bu yerler tapu kayıtlarında “mera” olarak geçiyor. Buradan anlıyoruz ki yakın zamanda yeni bir ağaç katliamıyla karşı karşıya kalacağız. Böyle küçük bir kelime değişikliği ile birlikte ağaçtan temizlenen araziler, tesislerle ya da lüks villalarla kaplanacak.

Kapitalizmin kãr hırsı su havzalarını, ormanları, doğal kaynakları vb. hiç durmadan sermayenin hizmetine açıyor. Onlarca yıllık ağaçların, bozulan ekosistemin, suyumuza karışan zehirli atıkların bu noktada hiçbir önemi yok! Her gün yeni bir örnekle karşılaşıyoruz. Acaristanbul, MNG Holding, 2B yasası (6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2’nci maddesi b bendi), göz ardı edilen ÇED raporları (Çevresel Etki Değerlendirmesi), sahte imar paftaları vb. ilk aklımıza gelenler.

Bir de terör bahanesiyle yakılan ormanlar var tabii. Şırnak’ın, Dersim’in, Bingöl’ün vb. yaşadığı kalleşçe askeri stratejiyi de hayatımızın bir köşesine yerleştirmemiz gerekiyor.

Her şeyin metalaştığı, insanın insana ve çevresine yabancılaştığı bu sistemden ağacın, otun, toprağın da nasibini alması gerekiyor elbet. Küçük bir kelime oyunu gibi gözüken durum tam da yasaların, niyetlerin aynası gibi. Özelinde Kırbaçbayırı, Gülsuyu Tepesi, Kayışdağı için, genelinde insanlık için bir yıkım daha!