20 Mart 2009
Sayı: SİKB 2009/11

  Kızıl Bayrak'tan
  Seçimler, Kürt sorunu ve devrimci sınıf tutumu
  ABD’nin Kürt politikası gündemde...
Ankara’daki işbirlikçi rejim “yeni taşeronluk” görevine dört elle sarıldı!
Dünya Su Forumu’na hayır!
Ergenekon değil kirli savaşın içyüzü!
  BDSP’nin seçim faaliyetlerinden...
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Güncel gelişmeler ve sol hareket
  “Hüseyin Hoca” sosyalizmin günışığına uğurlandı…
  Kentsel değil rantsal dönüşüm
  16 Mart, Halepçe ve Gazi katliamlarını protesto eylemlerinden...
  Gençlik hareketinden…
  Emekçi Kadın Komisyonları’ndan tüm işçi ve emekçi kadınlara çağrı:
  Çarlık Duması’nda Bolşevikler...
  Tokat Eğitim-Sen yönetimi gericiliğin bayraktarlığını yapıyor!
  Dünyadan...
  Newroz’a doğru... -
M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Ölüm kuyularının karanlığından çıkan, Ergenekon değil kirli savaşın içyüzüdür!

H. Eylül

Ergenekon soruşturmasının medyatik ismi Tuncay Güney ile itirafçı Abdülkadir Aygan’ın, 90’lı yıllarda öldürülen birçok Kürt’ün cesedinin Silopi’deki BOTAŞ kuyularına atıldığı iddiası üzerine soruşturma başlatılmış, mahkeme de bölgede kazı yapılması için izin vermişti. Ancak 5 Mart’ta başlaması gereken kazılar DTP Kadın Kolları’nın bölgede gerçekleştireceği 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinlikleri gerekçe gösterilerek ertelenmiş, 9 Mart tarihinde başlatılmıştı. Silopi Cumhuriyet Başsavcılığı’nın arama kararı ise 27 Şubat tarihliydi. 3 kuyudan kemik parçaları, bir kafatası, elbise parçaları ve düğümlü ip vb. şeyler bulundu. Ölüm kuyularındaki kazılar üç günde tamamlandı.

Kamuoyuna yansıtılmak istenen devletin kendi içindeki bir temizlik hareketidir. Yapılmakta olan ise, “adı yasak bir ülke” halkının, kayıp evlatlarının ölüm tarlalarından, ölüm kuyularından çıkarılması değil, gerçekte üzerlerinin Ergenekon’la kapatılmasıdır. Ergenekon perdesinin arkasında ise kirli bir savaş gerçeği yatmaktadır. Zira adı geçen asit kuyuları onyıllardır bölge halkı için ölülerin eritildiği bir kayıp mezarlık olarak kullanılmıştır. Bölgede daha birçok kimsesizler mezarlığı ve ölüm tarlaları bulunmaktadır.

Bu ölüm kuyularının ilk açılışıysa 1996’ya kadar uzanmaktadır. Silopi asit kuyularında kazı yapılması için çabalayan avukat Tahir Elçi ile yapılan bir röportajda Elçi şunları söylemektedir: “1996’da açılıyor. Ancak karşılaşılan korkunç manzara ve o tarihteki psikolojik ortam nedeniyle üzeri yeniden kapatılıyor. Tanıklar var. Korucubaşı ve aşiret reisi Osman Demir’in bir akrabası, Jitem’ce öldürülüp bu kuyuya atılıyor. Ama Demir’in adamları, Jitem’cileri takip ediyor. Sonra bu kuyu açılıyor, 5-6 ceset çıkartılıyor. Ama baktılar ki, cesetlerin sonu yok, kuyu hemen geri kapatılıyor. Bu kuyular faili meçhul cinayetlerin simge ve sembolü.”

Bu kuyuların açılmasının şimdi gündeme gelmesiyse geçmişle bir yüzleşme değil, kanlı bir geçmişin hafızalardan silinmeye çalışılmasıdır. O dönem bölgede görev yapan tetikçilerin bugün Ergenekon’la anılıyor olmaları bu iş için uygun bir örtü işlevi olmaktadır. Ergenekon operasyonu sayesinde sermaye devleti kanlı sicilini “devlet içine sızmış bir çeteye” yüklemek istemektedir. Zaten yapılmakta olan da öyle amatörcedir ki, katili bu beceriksizlik ele vermektedir. Ölüm kuyularının inceleneceğinin açıklandığı tarih 27 Şubat iken, 5 Mart’ta yeniden ertelenerek kuyular 9 Mart’ta incelenmektedir. Aradan onca yıl geçtikten, 1996’da fevri olarak açığa çıkartılmışken üzeri örtülen ve 2009’un Martı’nda yeniden eşelenen ölüm kuyularından katledilenlerin, kaybedilenlerin tümünün cesetlerinin çıkarılacağına kim inanabilir. Katiller bir-iki kendini bilmez olmadığı gibi, cesetleri bir-iki kuyuda biriktirmeye gerek duymayacak kadar da rahattır. Tetikçilere görev veren, maşayı tutan ve arama kararını çıkartan da tek bir merkezdir: Sermaye devleti. Dolayısıyla her ihtimale karşılık kuyuların temizlenmesi için de ek bir zaman yaratmayı da ihmal etmemişlerdir. Hatta daha 96’da kuyuların temizlendiği bölge halkı tarafından dile getirilmektedir.

Kontrgerillanın, JİTEM’in gün ortası, sorgusuz-sualsiz rahatlıkla insan kaçırıp işkenceden geçirdiği, öldürdüğü, “burada kanun benim” dediği günlerden bahsediyoruz. Resmi makamlardan “düşük yoğunluklu savaş” sözlerinin çıktığı, yapılan her resmi açıklamanın Kürt halkı için yeni bir katliam emri olduğu günlerde hayatını kaybeden 45 bin insandan… Tecavüzlerin, kulak koleksiyonlarının yapıldığı günlerden… Yüzlerce köyün boşaltılmasından, yakılıp yıkılmasından, zorunlu göçlerin yanısıra 18 bin faili meçhul cinayetten, kendilerinden bir daha hiçbir haber alınamayan 5700 insandan, onbinlerce insanın gözaltında işkencelerden geçirilmesinden, onlarca aydının, gazetecinin katledilmesinden… Tüm bunlar ve sayılamayan onca vahşet bir-iki kör kuyuya sığabilir mi? 

Türkiye işçi sınıfı ve mazlum Kürt halkını ortak paydada birleştiren sömürünün ve zulmün hedef tahtasında olmalarıdır. Tek merkezden yürütülen bu saldırı, acıların yaratacağı bir kardeşleşmenin de önüne geçmektedir. Türkiye işçi sınıfı ve emekçiler kendi çocuklarını da onyıllardır bu haksız ve kirli savaşa kurban vermişlerdir. Oysa bu ölümlerin sorumlusu da aynı merkezdir. Kürdistan coğrafyası Kürt halkı için ölüm tarlalarına dönüştürülürken, haklı ulusal istemleri için verdikleri direnişle de özgürleşmeleri engellenememiştir. Kürt hareketinin içinde bulunduğu tasfiyeci sürece rağmen ölüm tarlalarında isyan çiçekleri açmaya devam etmiş, bu direniş ruhu yok edilememiştir. Türk halkı cephesindeyse süreç sadece şovenizmin zehrinin yayılmasına yol açmamış, bununla beraber sömürüden kaynaklanan kendi sorunlarının görülmesini de zorlaştırmıştır. Sabah akşam Kürt halkına düşmanlıkla beyinleri yıkanan insanlar, yoksulluklarının sebeplerini göremeyecek kadar körleşmişlerdir. Bu açıdan aslında bir kuyuya tıkılıp kalmış bir şey varsa, o da Türkiyeli emekçilerin göremeyen gözleri, işitemeyen kulaklarıdır. Kör kuyulardan gün ışığına çıkarılması gereken en önemli şey de işte bu körlük ve sağırlıktır.

Bu gerçeklerin ışığında altı çizilmesi gereken diğer bir önemli husus da şudur: Sermaye iktidarı Ergenekon operasyonlarını kendi kirli geçmişini aklama programının bir parçası olarak ele aldığı gibi çok yönlü bir amacı da gütmektedir. Bir sonraki adım, ABD emperyalizmin müdahalesiyle Kürt sorununun, sömürü düzenini tehlikeye sokmadan çözülmesidir. Cumhurbaşkanı Gül’ün son açıklamaları bu gerçeği işaret etmektedir. Bu çerçevede mücadele azmini kaybetmeyen Kürt halkının Türkiyeli işçi ve emekçilerle kader birliğini yaratabilmek için her zamankinden daha fazla çaba harcaması gerekmektedir. Ortak zemin ise bu düzenin sınırlarını aşamayan liberal-reformist platformlar değildir.

* Her türlü ulusal baskı, eşitsizlik ve ayrıcalığın ortadan kaldırılması için,

* Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı için,

* Tüm dillerin tam hak eşitliği… Zorunlu devlet dilinin kaldırılması… Herkese kendi anadilinde eğitim hakkı için,

* Tüm azınlık milliyetlere kendi dillerini ve kültürlerini kullanma, koruma ve geliştirme olanağına kavuşabilmek için kurulu düzen sınırlarını aşan bir mücadele programına ihtiyaç vardır.

Yine Parti programında ifade edildiği üzere, ancak “proletarya iktidarı, ulusların özgürlüğünü ve tam hak eşitliğini tanımak ve gerçekleştirmekle yetinmez; kapitalizmden miras çok yönlü fiili eşitsizliklerin giderilmesi için sistematik bir çaba harcar.” Bu yüzden Kürt halkı bunca zulme haklı olarak “Edi Bese” derken, “Bijî sosyalizm” demeyi de başarmalıdır. Çünkü halkların kardeşçe bir arada yaşayabileceği tek düzen sosyalizmdir.

Sınıfın devrimci programını kendine rehber etmiş sınıf devrimcileri ise, ezen ulusa mensup olmanın sorumluluğuyla hareket etmektedirler. Omuzlarımızdaki yükü daha da ağırlaştıran bu gerçektir.