24 Ekim 2008 Sayı: SİKB 2008/42

  Kızıl Bayrak'tan
   İnkar ve imha politikası açmazda!
  Kürt halkıyla devrimci dayanışmayı yükseltelim
Irkçı-inkarcı politikanın iflası derinleşiyor…
Çürüyen devlet katillerini aklıyor!

Mehmet Ağar Susurluk davası kapsamında yargılanacak…

Bir tarafta küresel açlık ve ölümler... Diğer tarafta küresel mali zenginler…
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Metal işçileri MESS dayatmalarına karşı yürüdüler!
  Metal TİS’leri üzerine BDSP’li Metal İşçileri Temsilcisi ile konuştuk...
“Grev boş bir tehdit savurmanın ötesine geçecek bir ciddiyetle, somut bir hedef olarak ele alınmalıdır!”
  Gençlikten...
  Emekçi Kadın Komisyonları’ndan çağrı:
  SSGSS’ye karşı mücadelede bir adım ileri!
  Artık kadın işçiler sinmiyor, hak arıyor, baş kaldırıyor...
  KESK’in mücadele programı ve toplu görüşme sürecine ilişkin kamu emekçileri ile konuştuk…
  “Çeber’in katilleri yargılansın!”
  Kapitalizmin krizi ve işçi sınıfı / 1
Volkan Yaraşır
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Finansal tsunami, öncü sarsıntıdan büyük çöküşe mi?

Kapitalizmin krizi ve işçi sınıfı / 1

Volkan Yaraşır

Sermaye krizin bütün yükünü işçi sınıfı ve emekçilerin üzerinden çıkarmaya çalışacaktır. İşsizlik, umutsuzluk ve açlığın yaygınlaşması muhtemeldir. İşçi sınıfı bulunduğu mevzileri korumalı, kendine dayatılan her türlü uygulamayı reddetmelidir. En ufak hak gaspına, işten atılmalara ve tensikatlara karşı bir taban örgütlenmesi olan direniş komiteleri kurulmalıdır. Bu komiteler atölye, işyeri, fabrika, sanayi bölgesi ve havza düzeyinde yaygınlaştırılmalıdır.

İşçi sınıfı “krizin bedelini krizi yaratanlar ödemelidir” şiarıyla hareket etmelidir. Bu aynı zamanda çürümüş ve kokuşmuş kapitalizmin teşhirinin ilk adımıdır.

İşçi sınıfı elektrik, su, doğalgaz faturalarını ödememe, kamu taşıtlarına ücretsiz binme, fatura yakma, banka faaliyetlerini kilitleme, borsayı işlemez hale getirme ve bloke etme eylemlerine hazırlanmalıdır. Sivil itaatsizlik eylemleriyle krizin gerçek müsebbipleri gösterilmelidir.

ABD’de Mortgage kredilerinin ödenmemesiyle başlayan kriz, hızla mali sektöre yayıldı. Ardından etkisini gerçek bir küresel kriz olarak bütün dünyada göstermeye başladı.

2007 yılında geçici ekonomik türbülans, kısa süreli çalkantı gibi tanımlamalarla açıklanmaya çalışılan krizin, finansal bir tsunami olduğu ortaya çıktı. Finansal kriz, 1980’lerin ortalarından itibaren küreselleşme diye tanımlanan bu süreçte yaşanan Meksika, Rusya, Doğu Asya gibi bir dizi krizden farklı olarak, etkisini ve sarsıntısını global boyutta hissettiriyor. Çünkü iflas eden ve çöken tek tek yatırım bankaları ya da Mortgage sistemi değil -hatta bunlar krizin sonucu-, kapitalizmin sinir sistemini oluşturan finansal sistem çöküyor. Uluslararası finans sisteminin simgesi Wall Street batıyor.

Kapitalist kriz sadece sektörden sektöre yayılmıyor, ülkeden ülkeye yayılma özelliği gösteriyor. 2007 yılında % 3,8 olarak gerçekleşen küresel ekonomik büyümenin, 2008 yılında % 1,8’e gerilemesi bekleniyor. Bu açıklamalar bile krizin derinliğini ortaya koyuyor.

1970’lerin başında kapitalizmin içine girdiği kriz yeni bir sermaye birikim rejiminin önünü açmıştı. Aslında bu süreç 1950-1974 arasında izlenen ekonomik politikaların reddiyesi ve reaksiyonuydu. Ve yeni bir konjonktürü ifade ediyordu.

Kapitalist sistem 1950-1974 arasında hem sosyalizm tehdidinden korunmak, hem de 1929 krizini aşmak için bir yeniden yapılanma sürecine girmişti. Sermaye birikimi sorunu, kitlesel üretim ve kitlesel tüketimi esas alan üretim tekniğine geçilmesi ve devletin ekonomik ve sosyal yaşamda aktif rol oynamasıyla aşılmaya çalışıldı. Devlet ekonomik bir aktör olarak sanayi ve ticarette önemli işlevler gördü. Emekle sermaye arasındaki çelişki refah toplumu uygulamalarıyla azaltılmaya ve nötrleştirilmeye çalışıldı. Sermayenin sınırsız egemenliği “toplumsal barış” ifadeleriyle süslendi. ABD kapitalist dünyanın efendisi olduğunu gösteren adımlar attı. Bretton Woods sistemine bağlı olarak doların küresel pazarda kullanılması ve parasal sistemin dolar üzerinden biçimlenişi II. Dünya Savaşı sonrası yeni dünya düzeninin temel özelliğiydi. Bu bir yanıyla da ABD’nin efendiliğini ve hegemonik bir devlet olma özelliğini simgeliyordu. Ayrıca kültürel, ideolojik, askeri hegemonyasını da taçlandırıyordu. Kapitalist sistem bu dönemde muazzam bir büyüme trendi yakaladı. 1929 krizinin sarsıcı etkilerini aştı. Sosyalizmi bloke edici tedbirler aldı ve bu yönde etkili sonuçlar elde etti. Kapitalizm altın çağını yaşadı. 1960’ların ortalarından itibaren bu durum değişmeye başladı. Üretim kitleselleşip, sermaye birikimi merkezileştikçe kar oranlarında kaçınılmaz düşüşler ortaya çıktı. Bir anlamda kapitalizmin değişmez yasaları işliyordu ve kapitalizmin anarşik yapısı devredeydi. Sistem bir uzun dalga krizi içine girdi. Kısaca kapitalist üretim tarzı önündeki engel yine sermaye oluyordu. Sistemin kriz üreten işleyişi kendini dışa vurmaya başladı. Sermayenin yüksek karlılık ihtiyacı krizi tetikliyordu.

Sermayenin karlılığını hızla artıracak düzenlemeler gündeme sokuldu. Sanayi sektöründe yaşanan kar oranlarındaki gerileme, finansal aktiviteler ve spekülatif kazançlarla giderilmeye çalışıldı.

1950-1974 arasında sosyalizm tehdidi ve sermaye birikim ihtiyacına uygun olarak devletin ekonomik ve sosyal yaşamda üstlendiği rol terk edildi. Başta sağlık, eğitim, sosyal sigorta sistemi, ulaşım metalaştırıldı ve hızla sermayenin hizmetine sunuldu. Yaşamın her alanı sermayenin hizmetine açıldı.

Piyasa anarşisinin doğrudan sonucu olan aşırı üretim, eksik tüketim kaynaklı problemler kredi araçları devreye sokularak engellenmeye çalışıldı. Ayrıca sermaye üretici olmayan sektörlere doğru kaydı. Son 25 yılda üretici ve üretici olmayan sektörler arasındaki denge hızla bozuldu. Üretici olmayan sektörler muazzam oranda gelişti. Üretici olan sektörler ise maliyetlerin yüksekliğinden dolayı ağırlıkla Uzak Asya’ya doğru kaydı. Hatta Uzak Asya merkez ülkelerin tedarikçisi konumuna geldi. Sermayenin üretici sektörlere yatırılmaması, dünya ekonomisinde muazzam bir mali şişkinliğe yol açtı. Türev piyasalarda yaşanan bu süreç dünya ekonomisini sanallaştırırken, krizin mayalanmasına neden oldu. Bunun yanında üretici sektörlerdeki kar oranlarının düşme eğiliminin devam etmesi, krizi tetikleyen faktör oldu. Bu süreçte enerji ve mal fiyatlarında büyük artışlar görüldü ve gıda krizleri yaşandı. Sistem iç kasılmalarını yaşıyordu.

Bugün finansal krizin kaynağını oluşturan ABD’de 1960’ların ortalarından sonra üretici sektörlerde kar oranları düşmeye başladı. Önlem olarak sermaye hızla finansal yatırımlara yöneldi. Bu gelişmeye bağlı olarak 1980’lerin ortalarında üretici sektörlerde kar oranlarının yükseldiği görüldü. Bunun temel nedeni sektörlerin bir rantiye gibi davranması, karlarının büyük bir kısmını finansal spekülasyonlarla elde etmesiydi. Finansal spekülasyon ve rantlar, sanayi karlarındaki gerilemeyi telafi ediyordu. Kapitalizmin mabedi ABD’deki bu olgu aslında bir anlamda dönemin genel eğilimini simgeledi. Bugün finansal spekülasyonun boyutu inanılmaz bir noktaya ulaştı. Bazı yorumlara göre dünya yıllık üretimi 60 trilyon doları buluyor, bu rakamın on katı, yani 610 trilyon dolar dünya finans piyasalarında dolaşıyor. Kısaca finansal şişkinlik ya da köpük dünya ekonomisini giderek sanallaştırıyor.

Bugün kapitalizmin merkez ülkelerinde sermayenin kar oranlarını sürdürebilmesi için finansal spekülasyonlara ihtiyacı var ya da finansal spekülasyona bağımlı durumda (bu durum kapitalizmle belirli bir entegrasyon düzeyi olan çevre ülkeler için de geçerlidir. Türkiye dahil, bu ülkelerde sermaye sanayi sektöründeki gerileyen karlarını faaliyet dışı finansal spekülasyonların getirdiği karlarla besleyerek ayakta kaldı). Kısaca yaşananlar küreselleşme diye tanımlanan dünya ekonomisinin doğrudan ürünüdür. Dünya ekonomisi depresyon karakteri taşıyan bir krize doğru sürüklenmektedir. Ve kriz konjonktürel değil, kapitalizmin ontolojisinin dışavurumudur. Bu ontoloji anarşi ve kaos sistemidir.

Denetimli kapitalizm

Neo-liberalizm, devletin ekonomik aktörlüğünü devre dışı bırakıp, işlevini minimal düzeyde tutan adımlarla kendini inşa etti.

Devletin ekonomik aktörlüğü (geçmişteki kapitalist sermaye birikiminin bir göstergesi olsa da) sosyalizmle, komünizmle ve arkaiklikle eş tutuldu. Piyasanın kuralları her şeyi düzenleyecek ve piyasa özgürlüğü, adaleti ve ekonomik zenginliği yaratacaktı. Ekonomik politikalar o devlet prensibine göre devreye sokuldu.

Çeyrek asır bu yönde derin, yoğun bir propaganda yapıldı.

Fakat ABD’deki krizde sadece tek tek bankaların ve finans kuruluşlarının çökmediği, asıl olarak finans sisteminin çöktüğünün anlaşılmasıyla devlet var oluşuna uygun biçimde harekete geçti. Ve dün liberalizmin şatafatlı sözlerinin arkasına saklanan sermaye kesimi devleti göreve çağırdı. Zaten devlet kendi ontolojisine uygun, sermayenin konsantre gücü olarak devreye girdi. İflas eden bankalar devletleştirildi. Benzer gelişmeler İngiltere’de yaşandı. Kıta Avrupası’nda AB’ye üye birçok ülke iflasların önüne geçmek için mevduat sahiplerini teskin edecek ve borsalardaki büyük alt-üst oluşu engelleyecek önlemler aldı. Çeyrek asırdan beri ekonomik alanın dışına çıkarılan devlet, bir “efsane” gibi geri dönerek, ekonomik alanın temel ve en güvenilir aktörü olarak devreye girdi.

Bu süreç aslında bize belki bu zamana kadar yakalayamadığımız düzeyde devletin niteliğini ve özünü kitlelere anlatma fırsatı vermektedir. Devletin parazit bir aparat olduğu kadar, sermayenin tahakkümünü kuran, onun güvenliğini sağlayan ve ona özgürlük alanları açan bir baskı aygıtı olduğu, bugün kitlelere çok rahatlıkla anlatılabilir. Devletle sermaye arasındaki çıplak ilişki bütün dolayımsızlığıyla ortaya konulabilir. Her dönem sermayenin bekçiliğini yaptığı gösterilebilir.

Küresel finans krizi sonrasındaki gelişmeler, kapitalist sistemin ancak devlet güvencesiyle korunduğu ve bu sistemin devletsiz işleyemeyeceğini ortaya koyuyor. Devletin sermaye birikiminin en önemli unsuru olduğu bir kez daha anlaşılıyor. Bütün devletsizlik vurgularına rağmen gerçek anlamda kapitalist piyasanın kurumsallaşmasını sağlayan, aynı zamanda bu işleyişin meşruluğunu oluşturanın devlet olduğu ortaya çıkıyor. Yani “görünmez el” hiçbir şeyi dengelemiyor ve düzeltmiyor. Kapitalist iktisatçıların göklere çıkardığı “her arz kendi talebini yaratır” paradigması çöküyor. Sistem kendi anarşisini ve kaosunu örüyor. Kapitalist sistem bütün çürümüşlüğüyle ortada duruyor.

1980’lerde neo-liberal politikaların en atak olduğu dönemde, “devlet karşıtlığı” gündemdeydi. Sermayenin sınırsız kar tutkusu devletin sosyal ve ekonomik aktörlüğünün içini hızla boşalttı. 1990’ların ortalarında özellikle Doğu Asya kriziyle birlikte devletin tümden devre dışı bırakılması anlayışı terk edildi. Devletin piyasanın işleyişinde zorunlu olduğu ifade edilmeye başlandı. Hatta Dünya Bankası, raporlarında devletin rolü üzerine vurgular yaptı. Bir anlamda piyasa riskleri ve piyasanın meşruiyeti için devlet yeniden göreve çağırıldı. Bugün yaşanan finansal kriz devletin etkin müdahalesinin önemini ortaya koydu. Bush yönetimi krize açıkça devlet eliyle müdahale etti. Devletin piyasanın güvenliğini, selametini ve meşruluğunu sağlayan vazgeçilmez araç olduğu gösterildi. Aynı zamanda kapitalist devletin en büyük piyasa oyuncusu olduğu da ortaya çıktı. Çünkü devlet yalnızca bir “zor aracı” değil ya da yalnızca bir “gece bekçisi” değil, sermayenin ekonomik hegemonyasını kuran bir araçtır. Sermayenin bütün hareketlerinde ve konsantrasyonunda kapitalist devlet dün olduğu gibi bugün de aktif rol oynamaktadır. Kapitalist işleyişin başından itibaren devlet etkin ve belirleyici bir role sahiptir. Sistemi ayakta tutan çelik bir iskelettir. Kriz süreci devletin bu çok yönlü içeriğini bütünüyle açığa çıkaracaktır. Kapitalist devlet sermayenin riskini toplumsallaştırıyor ve halka yüklüyor. Karın özelleştirilmesini sağlarken, zararı kamulaştırıyor.

“Tarih geri döndü”: Neo-liberal ideoloji çöküyor

Finansal krizin en büyük sonuçlarından biri sistemin ideolojik krizini açığa çıkarması oldu. Neo-liberal ideolojinin on yılları kapsayan muazzam hegemonyası Wall Street’in “çöküşüyle” kırıldı. Sermayenin dünyaya ve topluma ilişkin tasavvurunun acımasız yansıması olan neo-liberal ideoloji; karın sürekliliğini esas alan, yoğun bir yabancılaşmayı sağlayan, rıza ve itaat üreten tekno-ideolojik bombardımanlarla kendini var etti. Hobbes’un “insan insanın kurdudur” tanımlaması hayatın gerçeği, sosyal darwinizmin yıkıcılığı doğallık, ekonomik darwinizm ise gelişme olarak lanse edildi. En temel dayanışma ve paylaşma duyguları ilkellik, hırs ve rekabet erdem olarak sunuldu.

1970’lerin sonlarında önce sistemin ekonomik mimarı olarak M. Friedman’ı gördük, arkasından F. Hayek’in piyasayı kutsayan felsefi açılımlarıyla karşılaştık. Özellikle 1989’da Doğu Avrupa rejimleri, 1991’de Sovyetler Birliği’nde reel sosyalizmin çöküşüyle neo-liberal ideoloji muazzam bir ideolojik hegemonya kurdu.

Bu dönemde bazı isimler neo-liberal ideolojinin ya da kapitalizmin ebediliğinin propagandasını ve düşünsel militanlığını yapmaya başladı. Bu isimlerden F. Fukuyama “Tarihin sonu”nu ilan etti. Evet artık tarih sonlanmıştı! Sosyalizm çökmüş, kapitalizm zaferini ilan etmişti. Ve kapitalizm ebedi bir rejimdi. Fukuyama, neo-liberalizmin agresif, yıkıcı, tarumar edici yönlerini meşrulaştırıyor, tarihe son noktasını koyuyordu. Gerçek buydu ve bundan ötesi yoktu. İnsanoğlu için en iyi sistem liberalizmdi.

Fukuyama milliyetçiliği, faşizmi ve komünizmi ölü ideolojiler olarak ilan etti ama kısa bir süre sonra Bosna, Kafkasya ve Ortadoğu’ya kadar bütün coğrafyalar kana bulandı. Mikro milliyetçilik ve dincilik hortladı. Avrupa’nın göbeğinde faşizm kol geziyordu. Yugoslavya emperyalizmin yeni av sahası olarak mikro milliyetçiliğin yıkıcılığına terk edildi. Kardeşlik coğrafyası olan Kafkaslar’da ise mikro milliyetçilik ve dincilik yayıldı. Bölgenin destabilizasyonu ve emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonu bu yöntemlerle gerçekleştirilmeye başlandı. Irak kan gölüne dönüştü.

Bu gelişmeler Fukuyama’nın tezlerini çok kısa bir zamanda çürüttü. Fukuyama tezlerinden vazgeçerek devletin gerekliliği ve inşası üzerine durdu. Ulus devletin zorunluluğuna vurgu yaptı. Ayrıca “zayıf devletlerin” kapitalist entegrasyonda problem yarattığını ileri sürdü. Bu devletler neo-liberal işleyişi bozuyordu. Fukuyama’nın tezleri yeni emperyal konseptle beslenen ya da yeni emperyal konsepte uygun düzenlemelerdi.

Yine benzer saiklerle hareket eden. S. Huntington, 11 Eylül sonrası emperyal konsepte uygun “Medeniyetler çatışması” tezlerini ileri sürdü. ABD’nin Soğuk Savaş sonrası yeni düşman arayışının ideolojik perspektiflerini Huntington oluşturuyordu. Doğu, İslam ve Budizm yeni düşmandı ya da “bizden olmayan herkes” düşmandı. Böylece kapitalizmin en vahşi ve pervasız uygulamaları meşrulaştırılıyor, sömürgeci saldırganlık, yağma ve talan doğal ve “medeni” bir gereklilik olarak sunuluyordu. Beyaz adamın görevi zaten medeniyet taşımak değil miydi? Irak ve Afganistan işgali bunun somut örnekleri oldu. Beyaz adam kendi efendiliğini tartışılmaz kılıyor, kapitalizm salt askeri anlamda değil ekonomik, kültürel ve ideolojik olarak kendini dayatıyordu. Kapitalizm ve batı tek ve mutlak doğruydu. İnsanların buna boyun eğmekten başka çaresi yoktu. Huntington, sömürgeci kibri, zulmü ve vahşiliği simgeliyordu.

Her ne kadar aynı eğilimlerle hareket edilmese de, bir düzeyde arayışın, umutsuzluğun ya da küçük burjuva savruluşun ifadesi olsa da, A. Gorz’un “Elveda Proletarya”sı tarihin öznesini yok ediyordu. Yani artık proletarya devrimci karakterini kaybetmiş, tarihi yapan bir güç olma özelliğini yitirmiş, farklı özne ve durumlar ortaya çıkmıştı. “Elveda Proletarya” kitlelere çaresizliği dayattı. Bu her şeyden önemlisi kitlelerin kendilerine inançsızlığını tetikledi. Çaresizlik hiçlik hissini kuvvetlendirdi. Teknolojik vurgularla kapitalizm insanileştirildi. “Elveda Proletarya”yla bir anlamda Fukuyama ve Huntington’un tezlerinin besleneceği zeminlerin önü açıldı.

Beyinlerin işgali bu ve benzer operasyonlarla sağlandı. Neo-liberalizm ideolojik hegemonyasını böylece yaygınlaştırdı. İdeolojik ve kültürel hamlelerle kitlelerin ruhu ve beyni esir alındı. Arkasından yıkıcı ekonomik operasyonlar geldi. İdeolojik zor, ekonomik zorla senkronize biçimde hayata geçirildi. Huntington ve Fukuyama ideolojik zorun militanları gibi hareket etti, sermayenin “entelektüel” tetikçileri olarak görev üstlendi.

Fakat yaşanan gelişmeler ve finansal kriz sermayenin çeyrek asırlık saadetinin sonunu işaretledi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

İşçi sınıfı ve müttefikleri kapitalizme karşı mücadelenin gelişmesinde önemli olanaklar yakalayabilir. Her şeyden önce neo-liberalizmin ideolojik hegemonyasının parçalanması, bu alana yüklenme şansı veriyor. “Tarih” yeniden doğuyor. Tarihin öznesi muazzam gücüyle devreye giriyor. Dünya sınıflar mücadelesi açısından yeni bir döneme giriyor.

(Devam edecek...)