17 Ekim 2008 Sayı: SİKB 2008/41

  Kızıl Bayrak'tan
   Gerici rejim Kürt halkına ve emekçilere karşı hazırlanıyor!
  Haramiler cephesinde büyüyen korkular!..
Sermaye iktidarı faşist baskı ve terörü tırmandırıyor!..
İş Sağlığı ve Güvenliği Yasa Taslağı meslek hastalıklarına ve iş cinayetlerine davetiye çıkartıyor…

Çukurova Üniversitesi’nde devlet terörü...

İşçi ve emekçi hareketinden…
  Metal sözleşmelerinde uyuşmazlık!
  Metal Grup Toplu İş Sözleşmeleri’nde uyuşmazlık zaptı tutuldu…
Son söz grev meydanında söylenecek!
  Metal işçileri İzmir’de sorunlarını tartıştı!
  İşkencede katliam eylemlerle protesto edildi…
  İşkenceci sermaye devletinden hesabı emekçiler soracak!
  Kot taşlama işçileri anlatıyor...
  Gençliğin faaliyetlerinden…
  Tekelci kapitalizmin krizi yayılıyor…
  Yeni bir tezkere ve sonrası… M. Can Yüce
  Gençlik hareketi ve fiili-meşru mücadele!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kürt sorunu üzerine son tartışmalar tüm burjuva kesimlerin iflasını gösteriyor…

Özgürlük, eşitlik, gönüllü birlik!

Geçtiğimiz günlerde Altınova ve Adana’da bir Türk-Kürt çatışmasının eşiğine gelinmesi, Bezelê’de (Aktütün) PKK’nin karakol baskını sonucu 17 askerin yaşamını yitirmesi, Diyarbakır’da polis servis otobüsüne saldırı sonucu 5 polisin ölmesi vb. gelişmeler, Kürt sorunu üzerine tartışmaları da yeniden alevlendirdi. Görsel ve yazılı medyada öne çıkan tartışmalarda dikkat çeken nokta ise, ölümlere yol açan nedenlerin değil, sonuçların tartışılıyor olmasıdır. Tüm düzen güçlerinin bu tartışmada ortak paydası, Kürt halkının haklı ve meşru taleplerinin inkârıdır. Öte yandan mevcut tablo, Kürt sorununda geleneksel siyasetin artık iyice tıkanma noktasına geldiğini de gösteriyor.

Üzerinde durulması gereken ilk yaklaşım, ordu ve onun medya-siyaset cephesindeki sözcüleri tarafından ifade edilmektedir. Bunlar, ordu ve polis güçlerinin köşeye sıkıştıkları her dönem gündeme getirdikleri “yasalar terörle mücadelede elimizi kolumuzu bağlıyor” klasik söylemini temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp yeniden ileri sürmektedirler. Jandarmanın yetkilerinin arttırılması, acil durumlarda arama yapma yetkisi, mevcut gözaltı süresinin uzatılması, sorgu sırasında avukat bulundurulmaması, operasyona çıkan askerlere de polise tanınan yetkinin tanınması ve jandarmaya polis görev alanında da yetki verilmesi gibi isteklerini açıkladılar.
Ordu ve polise OHAL dönemindeki yetkilerin verilmesini isteyen bu güçler, böylelikle hem dalaşma içinde oldukları düzen güçlerini hedef göstererek kendilerine yöneltilen eleştirilerden kurtulma, hem de yaratılacak baskı ve yapılacak yasal düzenlemelerle kendi konumlarını güçlendirmenin hesabını yapmaktadırlar.

Kuşkusuz ki burada gözden kaçırılan noktalardan birisi, dayatılan OHAL düzenlemesinin zaten EMASYA Protokolü üzerinden sürdürülüyor olmasıdır. Bilindiği gibi, EMASYA Protokolü’nün temel gerekçelerinden birisi, OHAL’in kaldırılmasıyla doğacak boşlukları doldurmaktı. Bu protokol, bu açıdan “askeri iç güvenlik doktrini”nin ve yapılanmasının temelini oluşturmaktadır. “İç güvenlik harekât bölgeleri” buna göre yapılanmakta, bu bölgelerde kolluk güçleri doğrudan en yüksek askeri birimin denetimi ve emri altında hareket etmektedir. Bu çerçevede bugün Kürdistan’da zaten yürürlükte olan da bu EMASYA Protokolü’dür.

AKP ve medyası ise tartışmalara “terörle mücadelede bugüne kadar istenen her şeyi yaptıkları” söylemi üzerinden katılmaktadır. Bu tutumu AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, “Askerden terörle mücadele konusunda gelen hiçbir tavra hayır dememiz mümkün değil” sözleriyle ortaya koymaktadır.

Nitekim bu çerçevede, orduya sınır ötesi harekât izni veren tezkerenin süresinin 1 yıl uzatılması Meclis’te kabul edildi. Öte yandan, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu (TMYK) toplantıları yapılmaya başlandı. Dikkat çeken nokta, 1997 yılında halka keyfi baskı yapma, silah ve uyuşturucu kaçakçılığına bulaşma, çeteleşmelerin yaşanması vb. gibi gerekçelerle Kürdistan’dan çektirilen Özel Harekât Timleri’nin yeniden bölgeye gönderilmesidir. Basına yansıyan haberlere göre, ilk birliklerin Kürdistan’a gitmek üzere harekete geçtiği, sayıları 7 bini bulan bu timlerin yılbaşına kadar Kürdistan’da üsleneceği belirtiliyor.

Tüm bunlar da göstermektedir ki, ordusu ve hükümetiyle sermaye iktidarı, Kürdistan’a yönelik olarak alacakları önlemlerle 1997 öncesinin koşullarına dönmeyi amaçlamaktadır. Bunun anlamı, JİTEM ve Susurluk çetesinde ifadesini bulan Çiller-Ağar konseptinin yeniden önünün açılmasıdır. Bu durum, aynı zamanda AKP hükümetinin Ergenekon davasıyla devlet içindeki çeteleri tasfiye etme iddiasının tam bir sahtekârlık örneği olduğunu da tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.

Öne çıkan bir diğer tartışma ise, özellikle Taraf gazetesi tarafından gündeme getirilen “Bezelê (Aktütün) baskınının Genelkurmay tarafından önceden bilindiği ve buna göz yumulduğu” iddiası etrafında yürütülmektedir. Bu yaklaşıma göre, hedefte AKP hükümeti vardır ve tüm yapılanlar AKP’yi sıkıştırmaktan ibarettir.

Bahsedilen son yaklaşımda ortaklaşanlar, PKK’ye karşı en acımasız mücadele yöntemlerini desteklemekle birlikte OHAL’in hortlatılması türünden önerilere pek sıcak yaklaşmıyor. “Makul Kürtler”i kazanma ve PKK’yı tecrit etme adına Kürtler’e bazı demokratik hakların tanınması, af çıkartılması türünden adımlar atılabileceğini, AB sürecinin hızlandırılabileceğini vb. savunuyorlar.

Milliyet‘teki Hasan Cemal gibileri bu cenahta yer alıyor. O, köşesinde bir yandan,“Yeni yetkilere, yeni yasal düzenlemelere, gözaltı sürelerine, sorguda avukata, yani ‘AB koşulları’na ilişkin istek ve yakınmalar bana pek öyle inandırıcı gelmiyor” derken, öte yandan “devletin şiddet ve terörle haklı ve meşru mücadelesi hiç kuşkusuz sürmelidir. Ama bu bize sorunun sihirli reçetelere yer bırakmayan çok boyutluluğunu kesinlikle unutturmamalı” demeyi de ihmal etmiyor. O, zaten demokrat ya da liberal söylemlerine rağmen ordu merkezli burjuva cenahtan özde hiçbir farkının olmadığını “eğer elde silah dağa çıkıp meydan okursan, karşında devleti bulursun” sözleriyle beyninin gericiliğin ve şovenizmin ne denli etkisi altında olduğunu açığa vuruyor.

Öyle anlaşılmaktadır ki, tüm bu burjuvalar, gerçekte bakış açılarında birbirlerinden zerre kadar farklı değiller. Hepsi gerçek tehditle karşılaştıklarında, burjuva demokrasisinin burjuvazinin sınıf diktatörlüğünden başka bir şey olmadığını, esas dert edindikleri şeyin demokratik hakların genişletilmesi değil, burjuvazinin sınıf egemenliğinin korunması olduğunu geçmişte defalarca gösterdikleri gibi, son tartışmalar vesilesiyle bir kez daha göstermektedirler. Böylece, Kürt sorununa “imha” politikası dışında bir çözüm arayışında olduğu izlenimi veren liberal burjuva kesimlerin de, gerçekte böyle bir niyetlerinin olmadığını bir kez daha görüyoruz.

Liberalizm şampiyonu Hasan Cemal’e göre, “eksiği gediği var ama bu ülkede demokrasi işliyor.” Yazının devamında tamamlanması gereken “eksik gedik” de ifade ediliyor: Hükümet, “Hiç kuşkusuz demokrasinin, hukukun, insan hakları ve özgürlükler düzeninin gerektirdiği adımları atmalıdır. Kürt kimliğini, kültürel farklılıkları tanıyacak reformları gerçekleştirmelidir. Bunun için ‘AB yolu’nu hızlandırmalıdır.” Anlaşılacağı üzere burada iddia edilen, Kürt sorununun mevcut devlet yapılanmasının temel ayaklarına dokunmadan çözülebileceğidir.

Oysa ulusal sorun, kültürel boyutlara da sahip olmakla birlikte asla bu boyutlara indirgenebilecek bir sorun değildir. Ulusal sorun temelde, bir ulusun, bağımsız bir ulusal devlet kurabilme hakkı da dahil olmak üzere, temel ulusal haklarından zorla yoksun bırakılmasından kaynaklanan siyasal bir sorundur. Dolayısıyla Kürt sorununun çözümü, Kürtler’in tüm temel ulusal haklarına kavuşması, aynı anlama gelmek üzere, ezen ulusun bütün ayrıcalıklarının kaldırılmasından geçmektedir. Ulusal sorunun siyasal özünü ve kapsamını gözardı ederek onu salt kültürel bir soruna indirgeyen yaklaşımlar, Kürtler’e ulusal baskı ve tahakkümün bir biçimi yerine bir başka biçimini dayatmak peşindeler yalnızca.

Liberal takımının çözüm yolunun önşartı, Kürt sorununu Kürt halkı olmadan çözmektir. Kürtler’den, sessizce beklemeleri ve kendilerine hangi kırıntılar verildiyse bu kırıntılarla yetinmeleri isteniyor. Kürtler sessizce beklediği sürece demokrat kesilenler, onlar konuşmaya başlayınca “şahin” kesiliveriyorlar. Eğer Kürtler kendilerine sunulanlarla yetinmeye niyetli değillerse ve hele de beklentilerini militan bir kitle hareketiyle ortaya koyarlarsa, liberallerin gözünde de bu bir “terör”dür ve en sert önlemlerle bastırılmayı hak etmiştir!

Hasan Cemal ve Ruşen Çakır’ın “PKK, önkoşulsuz olarak silah bırakmalıdır” çağrısına, Ali Bayramoğlu da, “Şiddet musluğu ne yazık ki, PKK’nın elinde, istediği zaman kısıyor, istediği zaman açıyor” diyerek destek veriyor. Hepsi de AB sürecinin nimetlerinden, ne denli demokratikleştiğimizden ve Kürtler’e tanınan haklardan bahsederek, “PKK neden ısrarla terör saçmaya devam ediyor” diye soruyorlar. Sonra da kendi söyledikleri yalanlara kendileri de inanarak, türlü türlü açıklamalar getiriyorlar: PKK güç gösterisi peşinde, hâlâ var olduğunu kanıtlamaya çalışıyor, eylemden vazgeçilmesi örgütü tamamen silecektir ve etkinliğini yok edecektir vesaire...

Bu amerikancı burjuva liberal takımı yüzsüzlüğü o kadar ilerletmiştir ki, tüm olup bitenlerin sorumlusu olarak Kürt hareketini görüyor ve devlete operasyonların durdurulması çağrısı bile yapmadan Kürt hareketine “kayıtsız, şartsız silah bırak” çağrısı yapabiliyor. Anlaşılan, onların böylesine önemli bir sorunda, incelmiş zihinsel yetenekleri de haklı ve haksızı, ezen ve ezileni ayırt etmekte pek bir işe yaramıyor. Gerçek şu ki, bu liberalizm şampiyonlarını karakterize eden soyut şiddet karşıtlığıpratikte her zaman şiddetin gerçek sorumlularına, yani Kürt halkını zorla köleleştiren Türk sermaye devletine hizmet etmiştir.

Son gelişmelerden hareketle Kürt sorunu üzerine onca laf edilmesine karşın gerçekliğin kıyısından olsun geçen değerlendirme bulmak zordur. Bu, akıl fukaralığından ziyade düzenin çürümüşlüğüyle ilgilidir. Ordu merkezli burjuva cenah, hâlâ “kart-kurt”tan bahsederek koskoca bir halkı “sözde vatandaş” ilan edip inkâr ediyor ve onun özgürlük taleplerini kanla bastırmaya çalışıyor. Diğerleri ise, “Kürt sorununun varlığını” kabul ettiklerini açıklayarak bir takım kırıntılarla idare edilmesini istiyorlar. Hepsi bu!

Burjuvazinin çeşitli kesimlerinin Kürt sorununa yaklaşımındaki söylem, tarz ve yöntemleri kimi farklılıkları barındırsa dahi, gerçekte en gericisinden en demokrat geçinenine kadar burjuvaziyi bir arada tutan ortak payda değişmeksizin varlığını sürdürüyor. Bu ortak payda, “TC devletinin bölünmez bütünlüğü”dür. Faşistinden sosyal-demokratına, muhafazakârından liberaline kadar tüm burjuva siyasal akımlar, Misak-ı Milli’de hemfikirdirler. Kimileri kanla beslenmeyi sürdürmek isterken, diğerlerinin programı bu devlet aygıtının çirkin yüzünü güzel bir makyajla bir parça daha katlanılır hale getirmenin ötesine geçmiyor. Burjuvazinin hiçbir kesimi Kürt ulusal sorununun gerçek çözümünü (ayrılma hakkını da içeren kendi kaderini tayin hakkı) ağzına bile almamaktadır.

Liberallerin bu utanç verici durumu, çağımızda komünistler dışında temel demokratik hak ve özgürlükleri sonuna kadar tutarlı biçimde savunan başka bir politik bir akımın mevcut olmadığını bir kez daha göstermektedir. Özgürlüğün tutarlı savunucuları olarak komünistler zulmün her türüne karşıdırlar. Onlar, başka bir ulusu ezen bir ulusun böylece kendini de köleliğe mahkum ettiğini ısrarla vurgularlar, birliğin yalnızca gönüllü olanından yanadırlar. Birleşmeye ya da ayrılmaya karar verecek olanın, ancak ve ancak ezilen ulusun kendisi olduğunu savunurlar. Ayrılığı kötü bulanlara ise diyeceğimiz, öncelikle en kötü şeyin zora dayalı birlik olduğunu unutmamalıdırlar. Ezilen ulusun ezen ulusa karşı beslediği tarihsel temellere dayalı haklı güvensizlik ancak onun özgürlük hakkının kabulüyle aşılabilir.

Önce özgürlük ve her alanda tam eşitlik! Ve ancak bu temelde, gönüllü birlik! Bu, geride kalan yüzyılın sınavından başarıyla geçerek doğrulanmış bir çözüm programıdır aynı zamanda.

Özel harekatçılarla kirli savaş derinleştirilecek!

Sermaye devletinin kirli savaşı derinleştirme politikaları bir bir hayata geçiriliyor. OHAL ilan edilmesi tartışmaları yapılırken, OHAL uygulamalarının ilk işaretlerinden olan Özel Harekâtçıların Kürdistan’a yollanacağı öğrenildi.

1983’te Kürdistan’a gönderilen özel harekâtçılar, ‘87’de ilan edilen OHAL ile birlikte Kürt halkına yönelik pek çok insanlık dışı muamele ile anılır olmuşlardı. İşledikleri cinayetlerin, keyfi işkencelerin, tacizlerin haddi hesabı olmayan özel harekât ekiplerinin Susurluk ile bağları da ortaya çıkmıştı. Kamuoyunun yoğun tepkisi ile karşılaşan Özel Harekatçılar 1997 yılında Genelkurmay’ın isteği ile bölgen çekilmiş ve 2003 yılına kadar da bölgeye sevkiyat yapılmamıştı. Bu yıllar boyunca bölgedeki özel harekatçıların sayısı sınırlı tutulmuştu.

HPG tarafından gerçekleştirilen Aktütün eylemini gerekçe gösteren düzen güçleri, Özel Harekâtçıların yeniden bölgeye gönderileceğini duyurdu. İçişleri Bakanı Beşir Atalay yaptığı açıklama ile ,Ankara Gölbaşı’ndaki eğitim tesislerinden yeni mezun olan 485 özel harekâtçının başta Şırnak ve Hakkâri olmak üzere Kürt illerine konuşlandırılacağını belirti.

Bölgeye gönderilecek olan özel harekâtçılar şehirlerde gerçekleştirilen eylemlere polisle birlikte müdahale edecek, şehir giriş çıkışlarında 24 saat arama-kontrol yapacak. Özel harekâtçıların TSK ile birlikte operasyonlara da katılacağı belirtiliyor.

Özel Harekat Timlerinin takviye edilmesi, yeni dönemde Kürt halkına yönelik kirli savaşın daha da derinleştirileceğine işaret ediyor.

 

Başbuğ suçlu psikolojisiyle saldırıyor!

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ esip gürlüyor, basına tehditler savuruyor. Kimi medya organları ise haberi “sert konuştu” şeklinde veriyor. Ordunun başında “asker gibi asker”, “vurdu mu oturtan” bir general arzuladığını alenen ifade eden böyleleri açısından, Başbuğ’un kime vurduğu çok fazla bir önem taşımıyor. Kurt izinin kuzu izine karıştığı böyle ortamlarda, basın özgürlüğü havariliği CNN gibi besleme kurumlara kalıyor.

Konu, Aktütün baskını ve baskın konusunda orduya yöneltilen eleştiriler, özellikle de Taraf gazetesi tarafından gündeme taşınan son eleştiridir. Görüntülere de yer verilen bu eleştiriye göre, ordu yönetimi en tepesindekilere kadar bu baskından haberlidir. Baskın ve öncesi hazırlıklar, casus uçakları tarafından düzenli bir biçimde izlenmektedir.

Taraf gazetesinin bu açıklamasının, sabık Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın “BBG evi” benzetmesiyle de tam bir uyum içerisinde olduğu görülüyor. Yeni Genelkurmay Başkanı Başbuğ, eleştirilerin başlangıcında -özelde Hava Kuvvetleri Komutanı’na yöneldiğinde- destek ve dayanışmasını derhal göstermişti. Şimdi eleştiri “en tepedekiler”i kapsadığında ise öfkesine hakim olamıyor. Ordu ve başı cephesinden eleştirilere yanıt olabilecek tek bir sözcüğün bulunmadığı bu histerik çıkış, sadece suçlu psikolojisini açıklamaya yetebilir. Halk dilinde “hem suçlu hem güçlü” tabir edilen cinsten bir kabarma Başbuğ’unki.

Ancak bu öfkeyle sarfedilmiş dikkatsiz sözler de karışmış araya. Basına tehdit savurayım derken, “Ayrıca bu konulara ilişkin bilgileri sızdıranlar ve bu gizli bilgileri kullananlar hakkında da adli işlemlere başlanılmıştır” ifadesinde görüleceği gibi, açıkça itiraf edemediği gerçeği dolaylı yoldan dile getirmiş oluyor.

Yani, Taraf gazetesi bir devlet sırrını ifşa etmiştir. Dolayısıyla cezai yaptırımlarını da üstlenecektir. Ama bu yetmez, Başbuğ’un emri üzre hangi tarafta duracağını da iyi belirlemek zorundadır. Devletin tarafında durursa sorun yoktur. Yok eğer ben gerçeği yazarım, devlet menfaati gösterilse de yalanın yanında olmam diyorsa, sonucuna da katlanacaktır...

Bu gelişme “devlet sırları”nın neden sadece halklar nezdinde sır teşkil ettiği, başka devletler ve ilgili ilgisiz herkesin bildiği şeylerin neden halktan gizlendiği konusuna da açıklık getirmiş oldu. “Devlet sırları” esasta devletlerin kendi yönetimleri altındaki halklara karşı işlediği suçlar silsilesinden ibarettir. Hatırlanacağı gibi, Susurluk meselesinde de Mehmet Ağar, “konuşursam devlet sarsılır” gibi bir söz etmişti. Orada da konu esas itibarıyla halklara karşı işlenen suçları içeriyordu.

Yıllar geçiyor, yöneticiler değişiyor, çetelerin adları, elemanları değişiyor, ancak devletin halka karşı duruşunda milim değişiklik görülmüyor. Yönetici sınıfların kadim halk düşmanlığı her yeni nesil yöneticide kaldığı yerden sürdürülüyor.