02 Temmuz 2005
Sayı: 2005/26 (26)


  Kızıl Bayrak'tan
  Yolunu bulamayan öfke!
  Genelkurmay'dan itiraflar; ABD'nin her istediğini yerine getirdik
  İmam hatipler ve türban tartışması
  Tüm düzen kurumları ABD emperyalizminin hizmetinde
  Telekom çalışanları eylemde; İşçi-memur elele genel greve!
  Kamu TİS'lerinde özelleştirme ağırlığı
  Sendika şubeleri Ankara'da ortak mücadele platformu oluşturdu
  Tariş'te grev başladı
  Samsun'da gözaltı ve tutuklama terörü
  Saldırı ve katliamlara karşı protesto eylemleri
  Mercan katliamını protesto eylemleri
  MKP'nin Mercan Şehitleri'ne ilişkin açıklamasından... 17'ler ölümsüzdür! (Orta sayfa)
  Dersim şehitlerinin ardından.. /M. Can Yüce
  DİSK: 35 yıl önce, 35 yıl sonra / Yüksel Akkaya

  Kayseri Sosyalist Kamu Emekçileri'nden panel

  DTCF'de dekan, polis, faşist çeteler işbaşında... Üniversitelerimizi savunacağız!
  İran'da Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı
  Bulgaristan'da seçimlerden sosyalist parti galip çıktı...
  Irak Dünya Mahkemesi Bush-Blair ve savaş çetesini mahkum etti
  Özelleştirme saldırısı ve kadın
  Şakirpaşa İşçi Kültür Evi'nin coşkulu kampanya şenliği
  Kazım Koyuncu'nun ardından
  Basından: İran'da sınıf savaşları
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

DİSK: 35 yıl önce, 35 yıl sonra

Yüksel Akkaya

DİSK'i solda tutmak isteyen

işçilere, sendikacılara, sosyalistlere, aydınlara...

Türkiye emek tarihi efsaneleri, mitleri kadar boşlukları ile de ünlüdür. Özellikle 1970'li yıllarda yazılmış propaganda yanı ağır basan, ajitatif kitap ve broşürlerle anlatılmaya çalışılan emek tarihinde ne 15-16 Haziran başkaldırısı, ne de bu başkaldırının nedeni olan DİSK yerli yerine oturtulabilmiştir. 15-16 Haziran'ı anlatan eserler DİSK'i, DİSK'i anlatan eserler de 15-16 Haziran'ı “es” geçerek bu işi yapmaya çalışmışlardır. Oysa, nedenleri ve sonuçları açısından her ikisi birbirinden ayrılmayacak kadar iç içedir. Bu yazıda, 15-16 Haziran başkaldırısı üzerinden DİSK'in evrimi, bu evrimde emek ile sermaye arasındaki yıkıcı mücadelenin sonuçları ele alınmaya çalışılacak, 35 yıl sonra nereden nereye gelindiği açıklanmaya çalışılacaktır. Kuşkusuz, tarihin tekil olaylardan değil, sınıflar arasındaki bir mücadeleden oluştuğu temel ilkesinden hareket ederek.

19. yüzyılın sonunda örgütlülük ile tanışan Osmanlı işçileri, 1908-1909 döneminde örgütlenmeye büyük bir açlık ile koşarken, sermaye cephesinin de ilk büyük saldırısını yaşamış, sendika yasağı ile tanışmıştır. Bu yasağı dernekleşerek aşmaya çalışan emekçiler bu kez de Cumhuriyet yönetiminin “sınıf esasına dayalı dernek” yasağı ile karşılaşmıştır. Bu yasağın sanayileşmede önemli gelişmelerin yaşandığı bir döneme denk gelmesi sermaye ile emek arasındaki mücadelenin yönetenlerce ne kadar önemsendiğini ve işçilerin sınıf mücadelesinde en önemli araçlarından biri olan örgütlerinden ne kadar çekinildiğini gösterir. 1946 yılında dernek kurma yasağının kalkması ile kontrol dışında kurulan sendikaların kapatılarak, 1947 yılında çıkarılan sendikalar yasası ile sıkı bir denetim altına alınması ise sermaye cephesinin işi ne kadar ciddiye aldığını gösterir. Bu üç deneyim Osmanlı'dan Cumhuriyet'e sermaye cephesinin işçi sınıfına ve onun örgütlerine nasıl baktığını oldukça iyi gösterir. Kuşkusuz bir potansiyel tehlikeye dönüşmeden de nasıl ortadan kaldırılacağını ya da kontrol edileceğini de... Yasaktan kontrol edilebilir alanda kabule geçiş, sermaye cephesi için önemli bir “gelişmedir”!... Zira, daha demokratiktir. Ancak, bu daha “uygar”, “demokratik” davranışın işçiler açısından sonuçları çok da farklı değildir, küçük bir nüans olmanın ötesinde.

Sermaye cephesi açısından, işçi sınıfı 1967 yılında tehlike doğuracak bir çıkış yapma cesareti daha göstermiştir. Ağırlıklı olarak kamu kesiminde örgütlenmiş olan Türk-İş özel kesimde örgütlenmeye pek yönelmeyerek, sermaye cephesini tehdit etmediği gibi, devlet sendikacılığı politikası işbirliğine açık olduğundan bir tehlike oluşturmamaktaydı. Öte yandan kamu kesimindeki işçilere daha yüksek ücretler ödenmesi özel kesim için bir pazar oluşturduğundan sermaye cephesini rahatsız etmek bir yana, memnun da ediyordu. Zira, kamu kesimi ücretleri özel kesim ücretleri üzerinde bir baskı oluşturmuyor, buralarda radikal ücret artışlarına yol açmıyordu. İşte böyle bir ortama doğuyordu DİSK. Türk-İş'in içindeki bazı ileri sendikaların koparak kendi üst örgütlerini kurması, sermaye cephesince ilkin basit bir sendikal “kapris”, “çekişme” olarak algılanmıştı. Ancak, 1970 yılına gelindiğinde grevlerin artması, grevci işçilerin sayısında neredeyse patlama yaşanması (1963-1966'da 26.161 işçi, 1967-1970 de 48.544 işçi) ve daha da radikalleşmesi, örgütlenmenin özel kesimde giderek yaygınlaşmaya ve ücret artışları üzerinde bir baskı oluşturmaya başlaması, kâr oranlarını düşürecek bir tehdide dönüşmesi, sosyalist ve devrimci hareketin canlanması, radikal kopuşların yaşanacağı bir sürece girilmiş olması, işçi sınıfının DİSK aracılığı ile kendinden sınıf olmaktan çıkıp, kendisi için sınıf olmaya yönelmesi sermaye cephesini hem sınıfsal bilinci, hem de tarihsel mirası ile harekete geçirmeye yetip de artacak nedenlerdi. Şimdilik potansiyel bir tehlike düzeyinde olan bu gelişimi, büyümeden etkisizleştirmek, kontrol altındaki bir örgütlenmeye ve harekete çekmek gerekiyordu. Kuşkusuz, bu da “demokratik”, “uygar” bir şekilde yapılmalıydı. Yasa bunun için biçilmez bir kaftandı. Bir yasa çıkarılır, sorun halledilirdi. 1909 yılında Tatil-i Eşgal Kanunu ile yapıldığı gibi, 1938'de dernekler yasasındaki değişiklik gibi, 1947'deki sendikalar yasasındaki gibi. Sorun sınıf sorunu olunca AP gibi CHP de sınıfını bilerek, ortaklaşa bir yasa hazırladılar, işçilerin üçte birini örgütlememiş olan sendikaya, federasyona, konfederasyona faaliyet hakkı tanımayarak esasında DİSK'i tasfiye etmeyi amaçladılar.

Varlığını ortadan kaldıracak bu düzenlemeye karşı DİSK bir yandan sendika yöneticileri ve işyeri temsilcileri ile ne yapılabileceğini değerlendiriyor, öte yandan Ankara'da sonuç almaya çalışıyordu. Ankara'da sonuç almaya çalışmak, hem tarihsel deneyimsizlikten hem de unutkanlıktan kaynaklanıyor olsa gerek. Zira, sermaye cephesi işçi sınıfının yarattığı her tehlikeyi anında “bertaraf” etmeyi kendine ilke edinmiş bir sınıf olup, bu konuda da hep başarılı olmuştur. Ne yazık ki DİSK yönetimi, bu bilinçle hareket edip, Ankara'da sonuç alamayacağını da bilerek, asıl mücadeleyi örgütlemeyi unutmasaydı 15-16 Haziran'a daha hazırlıklı ve örgütlü girebilirdi. DİSK bunu 14 Haziran'da anladı ve o gün yöneticiler ile işyeri temsilcileri ve militan sendikacıları arasında geçen toplantı, yönetimin pasif tutumunu kırarak, sokağı işaret ederek sonuçlandı. DİSK yönetiminin ikircikli, kararsız eylem tutumu, güçlü büyük bir grev ile yasaya karşı koymak yerine işçi baskısı ile pasif eylemlere rıza göstermesi baştan bir yenilginin de kabulü gibiydi. Çünkü, DİSK yönetimi Ankara'da çok kararlı, sermaye cephesini korumaya kararlı bir yönetimle karşılaşmış olmasına rağmen, bu yasaya karşı çıkışta yürüyüşlerin yeterli kalmayacağını bilecek kadar da deneyimlidir. Eyleme, sürüklenerek katılan DİSK yönetimi, ne yazık ki 15-16 Haziran'da başarılı bir kurmaylık yapamamış, tersine ikinci günün sonunda eylemleri sona erdirme yönünde çaba sarf etmiştir. Özellikle 16 Haziran sermayeyi olduğu kadar DİSK yönetimini de ürkütmüştür, işçi sınıfına büyük bir güven ve cesaret vermesine, bir üst eşiğe çıkacak eylemliliğe hazır hale getirmesine rağmen. 16 Haziran'ın, 17 Haziran'da büyük bir greve dönüştürülmeyerek pasif direnişlere dönüştürülmesi 15-16 Haziran'ın kararlı, cesur, güven dolu işçilerinde hayal kırıklığı yaratmıştır. Ardından gelen militan sendikacı ve işçilerin tutuklanmaları ve işten atılmaları bu düşkırıklığını pekiştirmiştir. Eylemin bir üst eşiğe taşınamamasının işçi sınıfı üzerindeki en büyük tahribatı da bu olmuştur.

Bu nedenle de sendikalarına sahip çıkan işçilerin, İstanbul'u iki gün sarsan, sermaye cephesinde büyük bir korku ve paniğe neden olan bu direnişi sermaye cephesi kadar DİSK yönetimini de ürkütmüştür. Bu ürkeklik ve kaygı DİSK yöneticileri açısından bir geriye çekilmenin başladığı dönüm noktasıdır da. Yani, bir bakıma işçi hareketinde bir zirve olan 15-16 Haziran'ın, bu zirveden inişin de başlangıcıdır. 12 Mart ise bu inişi, düşüşü hızlandıran bir süreç olacaktır. 15-16 Haziran başkaldırısının, özü itibari ile pasif eylem olan yürüyüş de olsa, iki gün boyunca bunun fiili greve dönüşmüş olan bu eylemin çıkmasını önleyemediği yasa, daha sonra TİP'in Anayasa Mahkemesi'ne Anayasa'ya aykırılık gerekçesi ile başvurması sonucunda iptal edilmiştir.

Ancak, yasa ile tasfiye edilemeyen DİSK'i sermaye cephesinin kendi haline bırakmasını beklemek sınıfsal bakışa ne teorik ne de pratik açıdan uygun düşer. Sermaye cephesine düşen görev, kendisini tehdit eden bu örgütlenmeyi tehdit olmaktan çıkarmaktır. DİSK'in 12 Eylül ile kapatılıncaya kadarki 10 yıllık tarihi, sermaye cephesinin istediği noktaya getirilme tarihidir. Burada biri yumuşak, diğeri sert iki operasyon yapılmıştır. 1976 yılında başta Genel-İş olmak üzere sosyal demokrat sendikalar DİSK'e kaydırılarak DİSK'in yapısı değiştirilmiş ve yönetim ile birlikte üye tabanı da sağa kaydırılmıştır. 1977 1 Mayıs'ın da ise sert bir uyarı ile durulması gereken yer işaret edilmiş, devletin “güvenlik belgesine” işçi sınıfı bir tehdit unsuru olarak “not edilmiştir”. Bu iki operasyon ile birlikte DİSK yönetimi safını ve yönünü belirlemiş, iflah olmaz bir sosyal demokrat kimliğe bürünmeye çalışmıştır. 1980 yılına gelindiğinde bu yönde önemli mesafeler katedildiği görülmektedir. DİSK'in tabanında güçlü sosyalist eğilimler esmesine rağmen, yönetimde sosyal demokrat olmayanlar “temizlenmeye” çalışılmış,*CHP'ye daha açık olarak el uzatılmıştır, CHP'nin bu eli reddetmesine rağmen. Zira CHP için de artık gelinen aşamada DİSK'e ihtiyaç yoktur, tıpkı on yıl önce olduğu gibi. Ne yazık ki DİSK bunu anlayamamıştır.

Bunu anlamayan ya da anlamak istemeyen DİSK'e düşen ise hükümeti uyarmak oluyordu. Türkiye'nin sola kaydığı ve siyasal hayatın çok hareketli olduğu 1979 yılı sonunda 14 Ekim ara seçimlerine hazırlanan CHP'nin “ilerici ve sosyalistlerden kopmak isteğini açıkça” dile getirmesi, DİSK'i CHP'nin dışında arayışlara zorluyordu. Üstelik, Ecevit, bir konuşmasında Toplumsal Anlaşma'yı eleştiren CHP'li sendikacıların CHP ile ilişkisinin kesileceğini açıklıyordu. Bu gelişmeler üzerine 1979 Eylül'ünde toplanan DİSK Yönetim Kurulu'nun kararlarını açıklayan Abdullah Baştürk zorunluluktan kaynaklanan “yeni bir yönelişin” ipuçlarını da veriyor, Türkiye işçi sınıfının bu seçimlere sosyalist hareketin birliğini sağlamış bir partiden yoksun olarak girdiğini belirtiyor, işçi sınıfının bu seçimleri tek kurtuluş yolunun sosyalizm olduğunu bilerek ileriye dönük olarak değerlendireceğini söylüyordu. Daha önceki seçimlerde CHP'yi açıkça destekleyen DİSK bu açıklamaya rağmen, seçimlerde takınılacak tavra ilişkin açıklamasında CHP'nin dolaylı yoldan desteklenmesi gerektiğini dile getirmiştir. Kuşkusuz, DİSK'in bu ikili tutumu, hiçbir etkisi olmayan bir ara seçimde CHP'ye dirsek göstermek olarak da değerlendirilebilir. Açık olan ise, Türk-İş'le daha iyi ilişkiler kuran CHP'nin DİSK'i sola kayan tabanı ile kabul edilebilir bulmadığıdır. Kuşkusuz CHP'nin bu kabulü, sermayenin kabulü ile eşanlamlıdır, aynı anlama gelir. Ancak, DİSK yönetimi bunu anlayamaz, CHP'de ısrar eder. 1980 yılı ortalarında A. Baştürk'ün CHP Genel Başkanı B. Ecevit'e gönderdiği mektup ise faşizme karşı mücadelede işbirliği içinde olunmak istenen sosyal demokrasiye ne derecede güven duyulup duyulmayacağını, sınıf sendikacılığı yaptığını ileri süren bir sendikanın ne yapmaması gerektiğini gösteren oldukça öğretici bir belge özelliği taşır, ancak şu cümle ise bir aymazlığın ötesinde başka bir şeyi gösterir: “Genel Başkanı bulunduğunuz CHP tarihsel süreç içindeki yeni ve toplumsal konumu gereği siz ne yaparsanız yapınız, burjuvazinin has partisi olamaz”. Bu yaklaşım, 1970'li yıllarda başlayan faşizme karşı mücadelede DİSK'in geldiği noktayı göstermesi açısından önemli olduğu kadar, CHP'nin de DİSK ile yollarını ayırdığının da anlaşılmadığını göstermektedir.

CHP ile DİSK yollarını ayırmak zorunda idi. Çünkü, Türkiye'nin geldiği yol ayrımında, ekonomik ve siyasal krizi aşması için artık DİSK türü örgütlere, epeyce ehlileştirilmiş olsa bile, yer yoktur. İzlenecek ihracata yönelik iktisat politikaları açısından maliyetleri düşürmek için ücretleri kontrol etmek gerekiyordu. Ücretleri kontrol etmek içinse kaçınılmaz olarak işçileri kontrol etmek gerekiyor. İşçileri kontrol etmek için ise öncelikle örgütlerini etkisizleştirmek ve sıkı bir denetim altına almak gerekmektedir. Bu ise biraz korku ve biraz yasal düzenleme işidir. Çünkü bir ekonomi ne kadar dışa açılmak istiyorsa işçilerinin de o denli uysal olması için çaba harcayacaktır. Dış pazarlarda rekabet için gücünü artırmak için yüksek verimlilik ve düşük ücrete ihtiyaç vardır. Bir kapitalist ekonomide en kolay ve rahat kontrol edilebilir değişken ise ücretlerdir.

Dış pazarlara açılmak babından gelinen bu noktada ne sosyal demokrat bir iktidarın ne de ona destek veren bir sendikacılığın şansı vardı. Bu yeni süreçte sermaye birikiminin önündeki engellerin ortadan kaldırılması, sermaye için bir gerekliliğin ötesinde bir zorunluluk haline gelmişti. Bu engeller ise geçici olarak değil, tam tersine kalıcı bir şekilde ortadan kaldırılmalıydı. Bunu için de işçi sınıfının ve örgütlerinin hem ekonomik hem de siyasal kazanımları kalıcı bir biçimde geriletilmek zorundaydı. Yeni dönem bunu işaret ediyordu.

Yabancı sermayenin egemen, tekelleşmenin üst düzeye çıktığı, iç pazara yönelik iş kollarında örgütlenmiş olan DİSK, bu iş kollarının dış pazara açılma sürecinde en büyük engel oluşturacağından yeni dönemde mutlaka ortadan kaldırılması gereken bir örgüt olma durumu ile karşı karşıyaydı. Ancak bunu anlamayan, anlamamakta direnen DİSK, faşizm diye diye sınıfsal mücadeleyi ve sınıfsal mücadelenin has örgütü olan sosyalist hareketler ile ilişki kurmayı hiç düşünmedi. Tersine sosyalist hareketin zayıflamasına, tabanın sosyal demokrasiye kaymasına yönelik çabalar içine girdi. 12 Eylül faşizmi, faşizmle mücadelenin nasıl olmaması gerektiğini gösteren büyük bir şiddetle DİSK'in üzerine geldi.

1990'ların başında DİSK tekrar faaliyete başladığında, bırakalım 1970'teki DİSK'i, 1980'deki DİSK'i bile bulmak “mucize” olacaktı. 12 Eylül'ün sermaye cephesi adına tahribatı her şeyi yerli yerine oturtmuş, bir daha “yaramazlık” yapılmamasını herkese öğretmişti, özellikle sendika yöneticilerine. Oyunun kuralları bir kez daha yazılmış, roller serbest bırakılmayarak herkese ezberletilmişti. 15-16 Haziran başkaldırısının 35. yılında DİSK'in Kocaeli'den İstanbul'a yürüyerek sendikal hakları savunmaya çalışması, hükümetin anti-demokratik uygulamalarını protesto etmesi ise olsa olsa 15-16 Haziran'ın kararlı, yiğit, cesur, güvenli, sınıf bilinçli, kendi çıkarlarını savunan direnişçi işçilerinin kemiklerini sızlatır, 15-16 Haziran'da büyük korkuya kapılmış olan kapitalistleri keyifle güldürtür, purosundan keyifli bir nefes çektirir, viskisinden haz dolu bir yudum aldırtır.

Şimdi ölmüş olan DİSK'in küllerinden, ondan daha ileri bir “DİSK” yaratmanın sırasıdır. 1909, 1938, 1947, 1970, 1980 saldırıları ve sonuçları göstermektedir ki, işçi sınıfı tüm olumsuzluklarına rağmen beslendiği güçlü bir damar nedeni ile her zaman küllerinden yeniden yeniden doğabilmektedir. Tarih ana bunun en büyük şahididir.

Şimdi külleri harlamanın zamanı değilse, ne zamandır?

* Onur Kurulu kararlarına göre T. Maden-İş Sendikasının Yürütme Kurulu üyelerinden Murat Tokmak, Kemal Daysal, Halit Erdem ve Mehmet Ertürk'ün DİSK üyeliğinden ihracına, Kemal Türkler, Bahtiyar Erkul ve Şinasi Kaya'nın bir yıl süre ile DİSK üyeliğinden geçici ihraçlarına; Bank-Sen Yürütme Kurulu üyelerinden Metin Denizmen, Erdoğan Arı, Erol Serdar, İlhan Geçit ve Akat Sağıner'in DİSK üyeliğinden bir yıl süre geçici ihracına; Baysen yöneticilerinden Cevat Özhasırcı, Faik Kayagil, Mehmet Nakipoğlu, Gürel Ergev ve Macit Cününoğlu'nun bir yıl süre ile DİSK üyeliğinden geçici ihracına; Yeraltı Maden-İş yürütme kurulu üyelerinden Çetin Uygur, Hüseyin Dağdelen ve Hüseyin Akbulut'un 4 ay süre ile geçici olarak DİSK üyeliğinden ihracına karar verilmiştir. Gerekçe “işçi sınıfının birliğine zarar verici davranışlarda büyük payları olmalarıdır. DİSK, DİSK 7. Genel Kurul Çalışma Raporu , İstanbul, 1980, s. 457-462.