02 Nisan 2005
Sayı: 2005/13 (13)


  Kızıl Bayrak'tan
  1 Mayıs’ı kazanmak için etkili, yaygın bir sınıf çalışması!
  Devrimci gruplardan ortak çağrı: “Birleşik, kitlesel, devrimci 1 Mayıs için ileri!”
  Provokasyon sermaye devletinin mayasında var!
  Burjuva şovenizminin karşısına işçi sınıfının enternasyonal kızıl bayrağıyla çıkalım!
  İncirlik bölge halklarına saldırının “merkezi üssü” oluyor
  Özelleştirme saldırısı ve birleşik mücadele
  Sağlıkta özelleştirme saldırısı hızlandı
  Şovenist histeri ve sendikalar

  KESK'e bağlı sendikaların genel kurulları; Bir kez daha ilkesiz ittifaklar

  Burjuva siyaset döngüsü, AKP ve
seçenekler
  Son gelişmeler ışığında ordu-siyaset
ilişkisi
  İstanbul Üniversitesi af aldatmacasını
boşa çıkartacak!
  Ulusal sorun ve Kürt hareketi/8: Emperyalist savaş ve Ortadoğu halkları
  Kırgızistan’daki darbenin ardındaki
ABD eli
 İşgal ordusuna asker toplamak için
şovenist kampanya
ABD emperyalizmi Suriyeli işbirlikçileri hazırlıyor
 İ.Ü.’nde Kızıldere
anması
 İstanbul Liseli Gençlik Platformu’ndan
(İLPG) Kızıldere anmaları
 Ankara Karşıyaka Mezarlığı’nda
Kızıldere anması
Bültenlerden
Newroz kutlamalarının ardından
Avrupa Birliği Sosyal Şartı ve boş beklentiler
GOP-DER açılış şenliği yapıldı
Tuzla Deri-İş Şube Başkanı Hasan
Sonkaya ile konuştuk
2. Eğitim-Sen Genel Merkez Kurultayı’nda tüzük ihlali
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Ulusal sorun ve Kürt hareketi/8

Emperyalist savaş ve Ortadoğu halkları

H. Fırat

Ortadoğu halklarına müjdeli haber

“... Tüm hiyerarşik toplum düzenlerinin katmerleşen kölelik ve asimilasyon deneyimlerini bağrında yaşayan Kürt olgusuna özgürlükçü ve çözümleyici yaklaşım, ideolojik dönüşüm ve gelişim düzeyimle daha gerçekçi ve umut vareden bir noktaya kavuşmuş durumdadır. Buna sınıflı uygarlığı doğuran Mezopotamya coğrafyasında, bu uygarlığın alternatifinin de doğacağı inanç ve bilinci içinde yaklaşmaktayım. Birini doğuran, alternatifini de doğurmak durumundadır. Kapitalist dünya sisteminin motor gücü ABD ve İngiltere'nin 2000'li yıllardaki aşağı Mezopotamya hamlesini ‘Demokratik Irak' sloganı altında düzenlemelerini adeta kehanetimin doğrulanmasının bir işareti olarak değerlendiriyorum. Şüphesiz sistem bu toprakların demokrasisini bizzat doğurmayacaktır, ancak ona vesile olacaktır. Zaten olmuştur da. Bu gelişme bir tesadüf değildir; AİHM savunmamda öngördüğüm tarihsel sistem analizinin bir sonucu olarak değerlendirilmek durumundadır. Ortadoğu toplumunda ve halklarında tarihsel bir yenilik söz konusudur. 5000 yıllık sınıflı toplum uygarlığından, onun alternatifi ‘demokratik halk uygarlığına' temel atmayla karşı karşıyayız. Tarih uzun uykusundan sonra bu topraklarda soylu bir insanlık çıkışına işlerlik kazandırma sürecindedir. Kürtler de adeta sınıflı uygarlıktan intikam alırcasına, bu yeni demokratik ve ekolojik çıkışa kaynaklık etmenin kaderiyle bağlanmış durumdadır...” (Özgür İnsan Savunması, Mezopotamya Yayınları, Ağustos 2003, s.16, vurgular orijinalinde)

Irak'a yönelik emperyalist savaştan bir yılı aşkın bir süre sonra kaleme alınmış bu satırlar, toplumsal-siyasal sorunlara bir nebze olsun ciddiyetle yaklaşan herkesi şaşkınlığa düşürecek bir dizi iddiayı birarada içeriyor. “Sınıflı uygarlığı doğuran Mezopotamya coğrafyasında, bu uygarlığın alternatifi”nin de doğacak olması (ve zaten Irak'a yönelik emperyalist savaşla birlikte daha şimdiden doğmakta da olduğu!), bunlardan burada konumuzu da oluşturan en önemlisidir. Bu iddiadaki pek derin anlamı ve kapsamı yerli yerine oturtabilmek için, Ortadoğu'nun, halihazırda “sağ kanadı” AB tarafından temsil edilen “demokratik uygarlığın sol kanadı”nı doğuracak toprakları temsil ettiğini gözönünde bulundurmak gerekir. Hala da duymamış olanlara bu vesileyle duyurmuş olalım; Abdullah Öcalan'ın “yeni sistem”i, dolayısıyla “demokratik uygarlık projesi” içinde Ortadoğu, apayrı bir anlam ve öneme sahiptir. Öteki herşey bir yana, bu anlam ve önem öncelikle sınıflı “toplumun kök hücreleri”nin bu topraklarda olmasından gelir. Sınıflı toplum bu topraklarda doğmuştur, o halde ölümü de bu topraklarda olacaktır, yani yeni sınıfsız toplum bu topraklarda doğacaktır. Öyle ya, “birini doğuran, alternatifini de doğurmak durumundadır”; biyolojinin “kök hücre” teorisinden de anlaşılacağı gibi, bu bir doğa yasasıdır.

Tümüyle rastlantıların ürünü 5000 yıllık bir gecikmeyle de olsa (“kaos aralıkları”ndan her seferinde bir başka şeyin çıkması bunun bilimsel “kuantumik” açıklamasıdır!), bin yıllardan beridir çok çekmiş Ortadoğu halkları için o mutlu gün nihayet gelip çatmış bulunmaktadır. “ABD ve İngiltere'nin 2000'li yıllardaki aşağı Mezopotamya hamlesi” bu mutlu günü muştulayan olayın ta kendisidir. Sanılabileceği gibi bu bir tesadüf de değildir; “AİHM savunmamda öngördüğüm tarihsel sistem analizinin bir sonucu olarak değerlendirilmek durumundadır.” Bugün insanlık olarak “5000 yıllık sınıflı toplum uygarlığından, onun alternatifi ‘demokratik halk uygarlığına' temel atmayla karşı karşıyayız. Tarih uzun uykusundan sonra bu topraklarda soylu bir insanlık çıkışına işlerlik kazandırma sürecindedir.” vb., vb...

Ortadoğu halklarının 5000 yıllık “makus talih”lerinin artık nihayet yenilmekte olduğunu bu şairane sözlerle muştulayan “Atina Savunması”nda yazık ki bunun nasıl gerçekleşeceğine dair herhangi bir açıklama bulamıyoruz. İlk bölümde buraya aktardığımız şekliyle öylesine dile getirilip geçilen konuya, kurulu düzene teslimiyeti ve bağlılığı dile getiren ayrıntılı “yeni sistem” açıklamalarının ardından, ancak 5. ve son bölümde yeniden dönülüyor ve burada, sonradan büyük ölçüde Kongra Gel programına da alınmış bir dizi görüş dile getiriliyor. Fakat bunlar daha çok ABD müdahalesinin kendi cephesinden anlamı ve Kürt sorununa (daha çok da Türkiye'dekine) ilişkin sonuçları üzerinedir. Dolayısıyla burada da Ortadoğu halklarının “5000 yıllık sınıflı toplum uygarlığından, onun alternatifi ‘demokratik halk uygarlığına'” geçişin temellerini nasıl atmakta olduğuna, şiirsel bir havada dile getirilen o “soylu bir insanlık çıkışına” nasıl “işlerlik kazandır”ıldığına ilişkin herhangi bir açıklık bulamıyoruz.

Dahası ortaya konulan “analiz”den yansıyan kısa değinmeler, Ortadoğu halkları konusunda pek de içaçıcı bir tablo koymuyor ortaya. Ortada halklar değil fakat neredeyse tamamen, emperyalist müdahaleciler ile onların muhatabı olarak görülen bölgenin egemen sınıfları/devletleri var yalnızca. Bu kesin olgu karşısında girişe aktardığımız uzun pasajdaki iddialar fazlasıyla göze batar hale geliyor, ama hiç değilse biz kendi payımıza buna artık şaşırmıyoruz. Dağın bu türden fare doğurmasının Abdullah Öcalan'ın savunma-kitaplarında saymakla bitmez örneği var. Bu onun “yeni sistem”inin en karekteristik özelliğidir. Şaşkınlık duymamak için bu “sistem”in özünü ve esaslarını birazcık yakından tanımak, şu veya bu konuda sayfalar dolusu sözün sonuçta gelip bağlandığı ana noktaları gözönünde bulundurmak yeterlidir.

Ortadoğu “analiz”inde halklara yer yok!

Yine de biz sözünü ettiğimiz 5. bölüme biraz daha yakından bakalım. Ortadoğu halklarının demokrasiye kavuşmalarına “vesile” olan ABD müdahalesi konusunda söylenenlerin çoğunu daha önce (öteki konuları tartışırken) aktardığımız için burada yinelemek istemiyoruz. Daha önce Kongra Gel Programı'ndan aktardığımız, “ABD'nin Irak müdahalesini, salt petrole, İsrail güvenliğine bağlamak dar bir yaklaşımdır. Dünya hegemon-sistemi olarak sistemin iç ihtiyaçları ve zorlamaları bağlamında köklü ve uzun süreli bir yeni aşama olarak değerlendirmek daha gerçekçidir.” biçimindeki değerlendirme de gerçekte burada yeralmaktadır ve zaten kelimesi kelimesine de buradan alınmadır (s. 77). Doğal olarak bunu tamamlayan tüm öteki görüşler de.

Buna göre; ABD kendi bencil çıkarları ya da dar anlamda İsrail'in güvenliği için değil fakat sistemin genel çıkarları için Ortadoğu'ya müdahale etmektedir. Sistemin lideri olarak bu onun hiç de “yadırganmaması gereken” en temel sorumluluğudur. Bu “köklü ve uzun süreli bir yeni aşama” olarak yaşanacaktır (demek ki 5000 yıldır sabırla bekleyen bölge halkları hiç değilse bu “uzun süreli yeni aşama” bitene kadar daha da beklemek durumundadırlar). Amaç her biçimiyle çağdışı despotik tüm rejimleri aşmak ve bölgede sistemin çıkarlarına olan bir demokratikleşmeyi gerçekleştirmektir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'da, 1990 sonrasında Doğu Avrupa ülkelerinde yapıldığı gibi. Özetle; “200 yıldır süren Batı kültür sızması, yeni aşamada köhnemiş ve sistemin ihtiyacına cevap veremeyen siyasi ve askeri yapıları dağıtıp, yeniden ‘demokrasi' eksenli bir yapılanmaya tabi tutmak istemektedir.” (s. 80 ve 81).

“Halkların insan hakları ve demokrasiye susamışlıkları”nı vurgulayan ve bunu ABD'nin yapmak istedikleriyle birleştirerek (“iç ve dış dinamikleri”n çakışması!) böylece başarılı bir yeni tarihi “sentez” olanağının doğduğuna bağlayan düşünce de (ki buraya kadar bu düşünceye de daha çok Kongra Gel programı üzerinden işaret etmiştik) bu bölümde yeralmakta ve burada yaptığımız özetlemeyi izlemektedir (s. 82). Fakat işte daha önce sözünü etmiş bulunduğumuz gariplik ya da düşünülmesi, akıl erdirilmesi gerçekten zor tutarsızlık da burada kendini göstermektedir. İnsanlığın toplamı karşısında “5000 yıllık sınıflı ve devletli toplumu aşmak” gibi muazzam bir tarihi misyonla onurlandıran Ortadoğu halkları bu “analiz”in herhangi bir yerinde görünmemektedirler, “demokrasiye susamışlıkları”na yapılan vurguyu bir yana koyarsanız (ki bu vurgu olmasa varlıklarını bile farketmeyeceğiz) yaşanan çatışmada neredeyse bir hiçtirler. “5000 yıllık sınıflı toplum uygarlığından, onun alternatifi ‘demokratik halk uygarlığına'” geçişin temellerini atmak üzerine o şairane sözler, Ortadoğu'ya yapılan emperyalist müdahalenin ele alındığı bahiste tümden unutulmuştur. Oysa bizzat bu müdahalenin kendisi değil miydi, halkların o “soylu çıkışına” daha şimdiden vesile olmuş bulunan!

Söylenenlere biraz daha yakından bakalım. “ABD ve İngiltere'nin 2000'li yıllardaki aşağı Mezopotamya hamlesi”nin gerçekleştiği bölgede başlıca Arap, Fars, Türk ve Kürt halkları bulunmaktadır. Bunlardan ilk ikisi payına yaşanmakta olan çatışmada umabileceğimiz hiçbir şey olmadığını, bize bizzat “analiz”in kendisi dolaysız olarak bildirmektedir. Türkler sözkonusu olduğunda ise “halk”ın esamisi bile okunmamakta, söylenen herşey yalnızca Türk devleti ve burjuvazisi üzerinden dile getirilmektedir.

Bu durumda geriye kala kala Kürtler kalmaktadır. Onlar ise önceki bölümlerden hatırlayacağımız (ve birazdan yeniden hatırlatacağımız) gibi, halklar değil fakat daha çok emperyalist müdahaleciler cephesinde tanımlanmaktadırlar. Üstelik “stratejik müttefik” ve “Ortadoğu'nun yeni güçlü sopası” olarak. Sapını bizzat emperyalizmin ve siyonizmin tuttuğu bir “sopa” olarak! Düşünün ki daha önce bize Kürtler'in “adeta sınıflı uygarlıktan intikam alırcasına, bu yeni demokratik ve ekolojik çıkışa kaynaklık etmenin kaderiyle bağlanmış” bulundukları bildirilmişti (girişe aldığımız pasajın son cümlesine bakınız). Ve bu “kader” onları tam da emperyalist müdahale vesilesiyle bulmuştu. Oysa şimdi bu aynı Kürtler'in emperyalist müdahalecilerin müttefiki ve “güçlü sopası” olduğunu öğreniyoruz. Bu durumda geriye “5000 yıllık” rüyayı gerçekleştirebilecek herhangi bir halk dinamiği de kalmıyor!

Yine de biz Kürtler'i şimdilik bir yana bırakalım ve öncelikle öteki halklar için söylenenlere bakalım: “Ortadoğu tarihinin bu hızlanan döneminde rol oynaması, gereken güçlerin stratejik mevzileşmesi, sonucun hangi yönde olacağını belirler. Temel stratejik güçler; dıştan ABD-İngiltere koalisyonu ve önemsiz diğer bölge dışı güçlerle içte Türkiye, İran ve dağınık Arap güçleridir. İsrail'i ABD içinde saymak daha doğrudur. Arap tavrı tüm gücüyle son yüzyıllık statükoyu korumaya çalışmaktadır. Arap milliyetçiliğinin yapabileceği bir tarihi misyonu yoktur. Demokratikleşmeye soğuk bakmaktadır. Saddam örneğinde görüldüğü gibi, çağı ve günü doğru yorumlayıp zamanında reform yapabilecek yeteneği göstermemektedir. İslamiyet'in geleneksel tutuculuğu radikalleşip daha da gericileşmektedir. İsrail ile olan çelişkileri kavrama ve siyasal çözüme taşıma yetenekleri de yoktur. Bu durumda ancak dıştan dayatmalar etkili olabilecektir. Arap yığınlarının demokratik bir programla ortaya çıkmaları zayıf bir olasılıktır. İran kendi iç reformcuları ve ABD ile gittikçe artan gerginlikler nedeniyle nötralize olmuş durumdadır. Mevcut haliyle varlığını korumak esas endişesidir. Irak türü dağılmamak için hazırlıklı olmak başlıca gündemidir.” (s. 82)

Açıkça görülebileceği gibi, “Ortadoğu tarihinin bu hızlanan döneminde rol oynaması, gereken güçlerin stratejik mevzileşmesi” içinde Arap ve İran halklarının herhangi bir yeri/rolü sözkonusu değildir, dolayısıyla bunların oynayabileceği herhangi bir tarihi rol de “analiz”de görünmemektedir. Arap halkları için bu açıkça dile getirilmiş, İran halklarının ise sözü bile edilmemiştir, söylenenler tümüyle İran molla devleti ile sınırlı tutulmuştur.

Yukardaki anlatım sözün Türkiye'ye (dolayısıyla hakkında söylenebilecek bir şey varsa eğer Türk halkına) bağlandığı yerden şöyle devam ediyor: “Geriye Türkiye kalmaktadır. Geleneksel ABD-İsrail çizgisinde güçlü bir müttefik olduğu halde, bu ittifak sarsıntı geçirmektedir. Temel nedeni ise Kürt sorunudur. Kürt sorunu hiçbir dönemle kıyaslanmayacak biçimde Türkiye'yi derinden endişelendirmektedir. Bu hususun nasıl doğduğu ve ne tür içeriğe sahip olduğu ayrıntılı yaklaşmayı gerektirir.”

Ve “analiz”in tüm geriye kalanı, sözü edilen “ayrıntılı yaklaşma”ya ayrılmıştır. Buradaki sözlerin akışından da tahmin edileceği gibi, tıpkı İran gibi Türkiye sözkonusu olduğunda da, ortada halk/halklar dinamiği yoktur. Herşey ama herşey Türk burjuvazisi ve devleti üzerinden ele alınmakta, bu çerçevede ortaya konulmaktadır. ABD'nin bölgeye müdahalesinin Türkiye'nin geleneksel Kürt politikasını nasıl boşa çıkardığından hareketle ve Türk devletine yönelik olarak, ortadaki “deprem”in nasıl atlatabileceği, dahası bunun onu bölge liderliğine yükseltecek bir yeni tarihi fırsata nasıl dönüştürülebileceği üzerine yoğun bir ikna çabası (yaranmayla içiçe bir tür akıl hocalığı) sergilenmektedir. Burada konumuz henüz Türkiye'deki Kürt sorununu ele alışın esasları ve ayrıntıları olmadığı için bunu sonraya bırakmak durumundayız. Yalnızca bir ön fikir vermek üzere ve buradaki konumuzla bağlantılı yönleriyle sınırlı tutarak, bazı noktalar üzerinde kısaca durmakla yetinebiliriz.

“Ortadoğu'nun yeni güçlü sopası”

Abdullah Öcalan'a göre ABD'nin Irak'a müdahalesi bölge ülkeleri/devletleri için bir uyarı olmakla birlikte bunun anlamı tümü için aynı değildir ve bu konuda Türkiye açıkça farklı bir konumdadır. Bu müdahale “Suriye ve İran'a uyarı, Türkiye'ye ise eleştiri” olarak değerlendirilmelidir. Kendi başına alındığında ABD teslimiyet dayatıyor gibi görünse de, gerçekte “Mezopotamya hamlesi”, “özünde geniş bir uzlaşma olanağını da içinde barındırmaktadır.” Bütün sorun bu uzlaşmanın gerektirdiği esnekliği gösterebilmek, dolayısıyla hakkını verebilmektedir (s. 81)

Öte yandan, Türkiye'yi yönetenler sorunun ciddiyetini ve önemini de anlamak zorundadırlar. Zira “İsrail, ABD'deki Yahudi lobisiyle uzun süredir hazırlattığı Irak hamlesini tarihi ve can alıcı önemde görmektedir.” Amaç “ikinci bir İsrail” yaratmaktır ve bölgede buna uygun biricik güç de Kürtler'dir (s. 83) “ABD ve İsrail'in Kürt yaklaşımı taktiksel olmaktan uzaktır. Kalıcı, stratejik ve giderek tüm Kürtler'i bağrında toplayacak tarihsel önemde bir gelişmedir. (Kürtler) Ortadoğu'nun değiştirilmesinde başta gelen stratejik güç olarak görünmekte ve hazırlanmaya çalışılmaktadır... Esas amaç, ikinci bir İsrail rolüdür... Özcesi, Ortadoğu'nun artık güçlü sopası Kürtler olacaktır. Kürtler'in özellikle ilkel milliyetçi kanatları da buna dünden hazırdır ve her şeyi sunmaya can atmaktadırlar. Kürtler'in Irak'taki rolü, tüm Ortadoğu'nun dönüşümlerinde gündemden düşmeyecektir.” (s. 84)

Burada öncelikle, Irak'a ve Irak üzerinden Ortadoğu'ya yapılan emperyalist müdahale ile İsrail'in hesapları ve planları arasında kurulan organik ilişkiye dikkat edilmelidir. Demek ki sorun, halkların çıkarına olan bir demokratikleşmeyi tesis etmek üzere Ortadoğu'daki köhnemiş yapıları aşmak değil, fakat emperyalist bir güç olarak ABD'nin kendi öz çıkarlarının yanısıra, onun bölgedeki temel gücü ve dayanağı olarak İsrail'in hesap ve çıkarlarıymış. Demek ki “ABD ve İngiltere'nin 2000'li yıllardaki aşağı Mezopotamya hamlesi”nin öteki yüzü, siyonist İsrail'in “ABD'deki Yahudi lobisiyle uzun süredir hazırlattığı Irak hamlesi”ymiş.

Kuşkusuz bütün bunları kendi çapında bir Ortadoğu uzmanı olan Abdullah Öcalan birçok kimseden de iyi biliyor. Fakat o buna rağmen kalkıp Ortadoğu halklarına emperyalist müdahaleyle bağlantılı “demokratik uygarlık sentezi” masalları anlatabiliyor. Dahası var. Aynı Abdullah Öcalan yüzünü Türk devletine dönünce, bu kez tehlikenin büyük ve hesapların karanlık olduğu üzerine uyarı üstüne uyarı sıralıyor. Halklar sözkonusu olduğunda göze kül serpme tutumu izliyor, Türk devleti sözkonusu olduğunda akıl hocalığı yapıyor. Kültürel sınırlarda reform düzenlemeleriyle Türkiye'deki Kürt sorunu yumuşatılmazsa (ki o bunu “çözüm”ün kendisi sayıyor), Güney Kürdistan'da “emperyalizm ve İsrail” ikilisinin kurduğu Kürt devleti başa bela olacak, bir süre sonra “Büyük Kürdistan” hedefiyle Türkiye'nin “birliğini ve bütünlüğünü” tehdit eder konuma gelecek diyerek, Türkiye'yi yönetenleri buna karşı “demokratik” tedbirler almaya çağırıyor.

İşte bütünlüğü içinde buna ilişkin “analiz”in kendisi:

“... Irak Kürdistan'ındaki devletleşme, esas olarak ABD, İngiltere, İsrail ve diğer AB ülkeleri tarafından desteklenmektedir. Bundaki amaç, Ortadoğu'nun kontrolü ve İsrail'e stratejik bir müttefik yaratma ihtiyacıdır. Devlet ister federe ister bağımsız kurulsun, özünde kukla, işbirlikçi niteliğini mevcut haliyle aşamaz. Bunun için gerekli ekonomik, sosyal ve entelektüel temelden yoksundur. Dış güçler olmadan bir gün ayakta durabilecek yeteneği yoktur. Bununla birlikte gittikçe kökleşebilir, bir Kürt burjuva sınıfı Arap, Türk, Acem benzeri ortaya çıkabilir. Emperyalizm ve İsrail bunu sağlama olanaklarına sahiptir. Son Irak operasyonu bunu amaçlamakta olup başarmaya çalışacaktır. Daha sonraki süreç İran, Suriye ve Türkiye Kürtleri'ni bu çekirdek etrafında Büyük Kürdistan biçiminde genişletmeyi programına alabilir. (...) Irak'ta kendini sürekli devletleştirmeye çalışırken, İran, Türkiye ve Suriye'de kendi işbirlikçi kollarını sıkı hakim ulus devletçiliği içinde palazlandırıp, zamanı geldiğinde kendi içine çekmeye ve kendisiyle bütünleştirmeye çalışacaktır. Bunun için emperyalizme ve bölge devletlerine her türlü tavizkarlığı en ince ve kaba biçimleriyle gösterecektir.” (s. 93-94)

Devrimciler olarak bizler, emperyalizmin ve siyonizmin bölge halkları üzerinden tezgahladığı oyunlara dikkat çeken, sırtını bu güçlere dayayan işbirlikçi Kürt akımlarını mahkum eden, metindeki ifadeyle “emperyalizmin ‘böl-yönet' politikası” konusunda Kürtler'i önemle uyaran bu düşüncelere sıcak bakabilirdik. Ne var ki burada buna olanak yok. Zira “Kürt halkının demokratik seçeneği”ni geliştirmek gibi kulağa hoş gelen bir alternatif politikaya bağlanan bu sözler, gerçekte, Türk devletini Kürt sorununda siyasal özgürlük ve eşitlik alanını tümüyle dışlayan kültürel sınırlarda bir reforma ikna etmeye yönelik çabanın bir parçasıdır. “Ortadoğu'nun yeni sopası Kürtler” gerçeğini Abdullah Öcalan da kendince böyle kullanıyor. Ucu Türk burjuvazisinin/devletinin çıkarlarına dokunmadığı sürece Ortadoğu'ya yapılmış emperyalist müdahaleyi bölgeyi demokratikleştirme ulvi niyetlerine bağlayan aynı Abdullah Öcalan, sıra müdahalenin Kürt sorunu üzerinden Türk burjuvazisi/devleti için yarattığı/yaratacağı sorunlara ve risklere geldiğinde, bir anda emperyalizmi ve siyonizmi, bu ikilinin bencil hesap ve çıkarlara dayalı politikalarını hatırlıyor ve döne döne Türkiye'yi yönetenlere hatırlatıyor.

Her iki durumda da ortada ne halklar, ne onların gerçek çıkarları ve ne de buna dayalı devrimci çözümleri vardır. Tam tersine, tüm “Atina Savunması” (“Özgür İnsan Savunması”), “yeni sistem”in ayrıntılı sunuluşu üzerinden, halkların (ve elbette en başta Kürt halkının) her bakımdan silahsızlandırılması amacına ve çabasına dayalıdır. Devrim yok, devrimci iktidar mücadelesi yok, egemen sınıflarla/devletlerle uğraşmak yok, sınıfsallık ve sınıf mücadelesi çizgisi izlemek yok, siyasal niteliği ile ulusallık yok, dolayısıyla siyasal özgürlük ve eşitlik istemek yok, vb., vb... Öte yandan, kapitalizmi ve giderek baskıcı yönüyle devleti aşan AB, Ortadoğu'ya demokrasi götüren ve böylece tarihi değerde bir “demokratik uygarlık sentez”ine vesile olan ABD, halkların tüm hak ve çıkarlarını evrensel hukuk olarak kayda geçiren BM vb. üzerine bol miktarda aldatıcı ve uyuşturucu masal var. Ve nihayet bütün bunların olmazsa olmaz tamamlayıcısı olarak, sinsi fakat sistemli bir sosyalizm ve Marksizm düşmanlığı var...

Tabii bir de Türk burjuvazisi/devleti payına özel olarak düşenler var. “Yeni sistem” ihtiyacını bizzat gündeme getiren, “kendi deyişleriyle” herşeyi sen bozdun sen düzelteceksin diyen “Türk devletinin sorgulama yapan güçleri” olur da, Türk devleti ortaya çıkan sonucun aslan payını almaz mı? Bunun ayrıntılarını ve tartışmasını Türkiye'deki Kürt sorununa bırakarak burada yalnızca şu “sonucu” vermekle yetinelim: “Sonuç olarak, demokratikleşmesini Kürt reformu ile tamamlamış bir Türkiye, çağdaş uygarlığın bir gereği olarak AB'de yerini alırken, Ortadoğu başta olmak üzere Kafkasya, Balkanlar ve Orta Asya'ya yönelik etkileme gücünü arttıracaktır. Geçmiş mirasa layık bir rolü böyle oynayabilecektir. Topallaşmadan sapasağlam adımlarla yürüyecektir. Türkiye, Ortadoğu'nun tarihi demokratikleşme hamlesinde kontrolü ABD ve diğer büyük güçlere bırakmak yerine, tarihin tüm kritik aşamalarında olduğu gibi, Kürtlerle stratejik kardeşlik dayanışmasıyla güçlü bir atağa kalkabilecektir...” (s. 88)

Bu değerlendirmeleri hiç değilse ilk İmralı savunmalarından beri Kürt sorunuyla ilgili hemen herkes biliyor. Dolayısıyla söylenenler bir yenilik taşımadığı gibi yeni bir yorum da gerektirmiyor. Türk burjuvazisini “geçmiş mirasa layık bir rol” üzerinden iştahlandırmaya ve Ortadoğu'da bir bölge gücü olarak boy göstermesi gerektiği konusunda pohpoplamaya yönelik bu sözler ile “5000 yıllık sınıflı toplum uygarlığı”nın artık nihayet ve üstelik Kürtler sayesinde aşılmakta olduğuna dair girişteki sözler yanyana konulduğunda, aslında geriye söylenecek fazla bir şey kalmıyor.

Ama beterin de beteri var. Bunu görebilmek için aynı konuya (Ortadoğu'da “demokratik uygarlık sentezi”) bir de “Bir Halkı Savunmak” başlıklı son savunma üzerinden bakmamız gerekecek.

(Devamı edecek...)

--------------------------------------------------------------------------------

Türk-İş Başkanlar Kurulu 22 Mart'ta Zonguldak'ta toplandı...

Türk-İş yönetimi eylemsizliği örgütleme derdinde

Türk-İş Başkanlar Kurulu son toplantısını geçtiğimiz hafta Zonguldak'ta yaptı. Toplantının Zonguldak'ta yapılış amacı kömür madenciliğinin sorunlarını tartışmak ve ERDEMİR'in özelleştirilmesi girişimlerine dikkat çekmek olarak açıklanmıştı.

Gerçekten de toplantıda gerek Salih Kılıç'ın açış konuşmasında, gerekse yapılan diğer konuşmalarda hem bunlara hem de sınıf hareketinin gündemindeki diğer sorunlar bir şekilde tartışıldı. Özelleştirmeler, kamu TİS'leri, İMF ile ilişkiler, Avrupa Birliği gibi pek çok konu toplantıda ele alındı.

Açış konuşmasında artan yolsuzlukların ve büyük kentlerdeki hırsızlık, kapkaç gibi suçlarda görülen patlamaların arkasında ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik çarpıklığın yattığını belirten Salih Kılıç, bunun çözümünün adil ve dengeli bir gelir dağılımını sağlamak olduğunu belirtti. İMF ve Dünya Bankası'na dayalı politikaları da eleştiren Salih Kılıç “Türkiye artık İMF'den kurtuluş yollarını düşünmek zorundadır” diye konuştu. Kamu TİS'leri konusunda ise amaçlarının işçi çıkarmalara meydan vermeden reel kayıpları geri almak olduğunu söyledi. Özelleştirmelerle ilgili birçok şeye değinen Salih Kılıç, Türk-İş'in, ERDEMİR, TEKEL, TÜPRAŞ, PETKİM gibi kuruluşlar ile limanlar ve enerji sektöründeki özelleştirmelere karşı olduğunu vurguladı.

Toplantıya katılan ve özelleştirme saldırısıyla yüzyüze olan maden işçileri toplantı başlamadan önce sık sık SEKA direnişiyle ilgili sloganlar attılar ve Başkanlar Kurulu'nu eylem kararları almaya çağırdılar. Buna rağmen çok şeyin konuşulduğu toplantıda tek konuşulmayan şey, sermayenin onca saldırısına karşı yapılması gerekenlerdi. Toplantı sonuç bildirisinde yazılı şeyler aşağı yukarı Salih Kılıç'ın açış konuşmasında söylediklerinin tekrarıydı. Bu da toplantıda bu konuların belki de hiç tartışılmadığını, dolayısıyla Türk-İş'in özelleştirmeler ve sosyal hakların gaspı gibi konularda mücadele etmek gibi bir niyetinin bulunmadığını ortaya koyuyordu.

Toplantı sonuç bildirgesinde mücadele ve eylemi anımsatabilecek tek ifade şunlardan ibaretti; “Sosyal güvenlik alanında gündeme gelen dört yasa tasarıları ile sigortalıların hak ve yükümlülükleri ağırlaştırılmaktadır. Mevcut sistemin sorunları sosyal tarafların görüşleri alınarak düzenlenmelidir. Başkanlar Kurulumuz, bu konudaki önerilerimizin dikkate alınmaması ve sigortalıların hak kayıplarına yol açan bu tasarıların TBMM gündemine alınması durumunda etkin bir mücadelenin başlatılacağını ilan etmektedir”

“Bu tasarıların TBMM gündemine alınması durumunda etkin bir mücadelenin başlatılacak” lafını işçi ve emekçiler son olarak SSK hastanelerinin devri gündeme geldiğinde Emek Platformu'nun bir kararında görmüşlerdi. Sonuçta SSK hastaneleriyle ilgili tasarı meclise geldi, geçti ve Emek Platformu birkaç göstermelik çıkış dışında bu saldırıları püskürtmeye dönük ciddi hiçbir şey yapmadı. Eylemi değil eylemsizliği örgütledi. İşçi ve emekçilerde varolan mücadele isteğini de kırıp parçaladı.

Türk-İş Başkanlar Kurulu sonuç bildirgesinde aynı satırların yeralması, Türk-İş'in başındaki ihanet çetesinin özelleştirme ve sosyal hakların gaspı konularında da aynı oyuna başvuracağını gösteriyor. Gene atıp tutacaklar, ama günü geldiğinde mücadeleyi örgütlemek yerine mücadele potansiyelini parçalamak için kolları sıvayacaklar.

Bu yüzden Türk-İş çatısı altında örgütlü olan işçiler özelleştirme ve sosyal hakların gaspı saldırılarına karşı ne yapılacaksa kendileri yapmak durumundadırlar. Aynı şey Türk-İş'in yürüteceği kamu TİS'leri için de geçerlidir. Konfederasyon yönetiminden işçi sınıfına hayır yoktur. Bu, havanda su dövmekten başka bir iş yapılmadığı anlaşılan toplantı vesilesiyle bir kez daha anlaşılmıştır. Türk-İş tabanındaki mücadeleden yana işçiler özelleştirmelere, sosyal hakların gaspına karşı direnişi örmek, TİS'lere sahip çıkmak için bir an önce harekete geçmelidir.