İçindekiler:

15 Mart 2022
Sayı: KB 2022/10

Kriz-savaş sarmalında derinleşen yıkım
NATO halklara düşman bir savaş ve suç aygıtıdır
Ukrayna savaşı ve küresel ekonomik kriz
Pandeminin ikinci yılı geride kalırken
Dinsel gericilik tırmandırılıyor
İEKK'den 8 Mart eylem ve etkinlikleri
Taksim'de 8 Mart
Ankara'da 8 Mart
Almanya'da 8 Mart
Paris 8 Mart'ı
Yasin Keskin röportajı
İşçiler arayışta
Emperyalist dünya ve Gürcistan krizi
Ukrayna savaşı ve AB
Ukrayna'da savaşın yıkımları
"Nükleer tehlike"
Putin'in SSCB düşmanlığı
Ukrayna'da Neonaziler
Paramiliter çeteler ve Ortodoğulaşma
Versay'da AB zirvesi ve enerji tartışmaları
Dünya işçi ve emekçi eylemlerinden
IPCC'den 6. İklim Raporu
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Emperyalist dünya ve Gürcistan krizi

KIZIL BAYRAK

Rusya’nın Ukrayna saldırısı başladığından beri tüm dünya Ukrayna Krizi’ne odaklanmış durumda. Savaş dar bir coğrafyada sürüyor, ama etki ve sonuçları tüm dünyada hissediliyor. Bu şaşırtıcı değildir. Zira Ukrayna Krizi olarak yaşananlar, gerçekte emperyalist dünyanın çelişkiler ve gerilimlere dayalı iç ilişkilerinin bugünkü yoğunlaşmış ifadesinden öte bir şey değildir. Otuz yıllık çalkantılı bir sürecin bugünkü tepe noktası da denebilir buna.

2008’de patlak veren Gürcistan Krizi (ve savaşı), emperyalist dünya bünyesindeki bu çatışmalı sürecin temel önemde bir başka kritik halkasıydı. Dahası bir ilk önemli kırılma noktasıydı. Bu nedenle, bugünkü Ukrayna Krizi’ni yerli yerine oturtmak ve böylece daha derinlemesine anlamak için, Gürcistan Krizine dönüp bakmak her açıdan yararlı olacaktır. Süreçler, sorunlar, çelişkiler, çatışma dinamikleri, taraflar, tutumlar, özetle hemen herşey, bugünkü tablonun bir benzeridir. Bugünkü Ukrayna Krizi, dünkü Gürcistan Krizi’nin daha da olgunlaşmış biçimiyle bugüne yansımasından başka bir şey değildir. Burada birleştirerek sunduğumuz üç makale, bunu yeterli açıklıkta ortaya koymaktadır inancındayız.

Makaleler, Gürcistan Krizi’nin savaş boyutları kazandığı günlerde, Kızıl Bayrak’ta birbirini izleyen Başyazılar olarak kaleme alınmıştı. Dört makalenden oluşan seri yazıların dördüncüsüne, Gürcistan Krizi ve Türkiye başlıklı olanına, yer darlığı nedeniyle burada yer veremiyoruz. Günlük sitemizdeki yayında, birleştirilmiş metin bu dördüncüsünü de kapsayacaktır.

1

Kafkasya’da emperyalist nüfuz mücadeleleri

Gürcistan’ın Güney Osetya’ya keyfi ve kuralsız saldırısı ile başlayan ve anında Rusya’nın sert müdahalesine yol açan yeni savaşın en dolaysız sonucu, yoksul ve mazlum Kafkas halkları için yarattığı yeni yıkımlar ve acılar oldu. Yıkımın fiziki görünümü yıkılan kentler, ölen ya da yaralanan binlerce sivil insan, yerinden yurdundan edilen büyük insan gruplarıyla halen gözler önündedir. Şimdilik göze görünmeyen ama etkisi fiziki ve insani yıkımdan da derin ve kalıcı olacak olan ise halklar arası ilişkilerde yarattığı ve daha da yaratacağı tahribatlardır.

Kabalığı hemen açığa çıkan bir takım ince hesaplara dayalı olarak Çin’deki Olimpiyat oyunlarıyla aynı güne denk getirilen ve onu anında gölgede bırakan bu yeni savaş, daha ilk gününden itibaren burjuva dünyasında hararetli tartışmalara konu oldu. Amerikan piyonu Gürcistan yönetimi üzerinden sergilenen oyun çok kaba ve çıplak olduğu için de birçok burjuva yazar, uzman ya da gazeteci görüntünün ötesindeki gerçeğe işaret etmekte bir sakınca görmedi. Kafkas halkları üzerinden oynanan bu yeni oyunun gerçek nedeninin hiç de kendi içinde bir takım yerel sorunlar değil, fakat dünya egemenliği üzerine süren emperyalist mücadele olduğu bir biçimde dile getirildi. Gürcistan yönetiminin oynadığı kumardan, giriştiği maceradan, yaptığı ciddi hesap hatasından çokça söz edilmekle birlikte, onu buna yıllardır hazırlayıp bugün de itekleyenlerin, onu bu olmayacak macera için cesaretlendirenlerin gerçekte ABD ve NATO olduğu da şöyle veya böyle ifade edildi.

Amerikan emperyalizmi ve emperyalist NATO ittifakı tarafından her yolla desteklenen ve Rusya’ya karşı kullanılan işbirlikçi Gürcistan yönetiminin yol açtığı bu savaş, tüm taraflar yönünden gerici ve emperyalist bir savaştır. Gerici bir savaştır, zira ön plandaki tarafların hiçbiri açısından haklı ve meşru bir nedene dayanmamaktadır. Emperyalist bir savaştır, zira Kafkasya üzerine süren emperyalist nüfuz mücadelesinin biri ürünü ve uzantısıdır.

Bu emperyalist nüfuz mücadelesinin taraflardan biri olarak Rusya açıkça savaşın içinde ve dolayısı ile gözler önündedir. Fakat öteki tarafını oluşturan ve asıl saldırgan güç konumunda bulunan Amerikan emperyalizmi ise görünüm olarak geri plandadır, kendi değil kendisi hesabına piyonları sahnededir. O kendi hesabına bu savaşa küçük, yoksul ve güçsüz bir ülke olan Gürcistan’ı sürme yoluna gitmiş, böylece onu ağır bir yenilgi ve yıkıma eşlik eden bir aşağılanma ile yüz yüze bırakmıştır.

Rusya’nın Gürcistan ile savaşı, gerçekte Kafkasya üzerine süren çok yönlü emperyalist nüfuz mücadelesinin yalnızca yeni bir muharebesidir ve bunu şimdilik Rusya kazanmıştır. Gürcistan’a değil fakat dosdoğru ABD’ye karşı. Gürcistan’ın ordusunu fiziki ve moral açıdan perişan durumda bırakarak, askeri altyapısını tahrip ederek, bazı kentlerini işgal ederek ve böylece ona kendi koşullarını dayatacak bir konum elde ederek savaşta ezici bir üstünlük sağlayan Rusya’nın bu zaferi, birçok burjuva gözlemcisinin de dile getirdiği gibi, gerçekte ABD’ye karşı elde edilmiştir. Halen savaşın seyrine dolaysız olarak karışacak güç ve zeminden yoksun bulunsa da, onun en üst kademeden döne döne gösterdiği sert tepki de bunun böyle olduğunun bir tescilidir aslında.

NATO’nun Avrupa’nın doğusuna doğru sonu gelmeyen genişleme politikasının asıl mimarı olan Amerikan emperyalizmi, böylece bir yandan AB oluşumunu ve genişlemesini denetim altında tutmaya çalışırken, öte yandan da sistemli biçimde Rusya’yı kuşatmak ve kendi dayattığı sınırlara hapsetmek amacı gütmektedir. AB’nin başını çeken Almanya ve Fransa’yı bu yolla denetim altında tutmak, ABD’ye, bu ülkelerin Rusya ile kurabilecekleri bağımsız ilişkilere belli sınırlar getirmek olanağı da sağlamaktadır doğal olarak.

Rusya’yı kuşatmaya yönelik bu politikada bugüne kadar büyük bir başarı sağlandı. Eski Doğu Avrupa ülkeleri, Baltık ülkeleri ve Balkanlar’da hedefe adım adım ulaşıldı. Rusya tüm bu alanlardan dışlandı ve iyice kuşatıldı. Buna karşı her aşamada sergilediği direnişe rağmen sonuçta her seferinde olup bitenleri çaresizce sineye çekmek zorunda kaldı. (Aynı kuşatmanın Doğu’dan da Afganistan işgali ile gündeme getiriliğini, bu doğrultuda önemli mevziler kazanıldığını da geçerken hatırlatmış olalım).

Batıdan ilerleyen bu kuşatmanın son halkaları Ukrayna ve Gürcistan oldular. Sorosçu “renkli devrim”ler sayesinde ABD bu ülkeleri de umulmadık bir kolaylıkla avucunun içine almayı başardı. Artık gündemde bu ülkelerin NATO’ya alınması ve böylece Rusya’ya yönelik kuşatmanın bu yeni halkalarının iyice pekiştirilmesi vardı. Oysa bu, Rusya’nın olup bitenleri sineye çekme sınırlarının da zorlanması anlamına geliyordu. Vladimir Putin’in 43. Münih Güvenlik Konferansı’nda (Şubat 2007) ABD ve NATO’yu hedef alan alışılmışın ötesindeki açık ve sert konuşması bunun önemli bir ilk işareti idi. Fakat ABD bildiğini okumayı sürdürdü ve bunu yeni adımlarla birleştirdi. Rusya’yı dışlayarak Kosova’nın bağımsızlığını tanıdı ve Rusya’ya karşı Doğu Avrupa üzerinden füze kalkanı oluşturma projesini hayata geçirmekte ısrar etti.

Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya alınması ise bu kuşatmayı daha ileri boyutlara taşıyacak yeni halkalar olacaktı. Gürcistan’ın küçücük bir Kafkas halk topluluğu olan Güney Osetya üzerine saldırtılması, tam da buna yönelik sürecin bir parçasıydı. Rusya bunu da sineye çekseydi ardından saldırı sırası Abazya’ya gelecek, böylece sözüm ona iç sorunlarını çözmüş ve bütünlüğünü sağlamış Gürcistan’ın NATO’ya alınmasının önünde bir engel kalmayacaktı.

Güney Osetya ve Gürcistan halkı için ağır bir faturaya dönüşmüş bulunan bu yanlış hesap Rusya’dan dönmüş bulunuyor. Gürcistan-Rusya savaşının esas anlamı budur.

Gürcistan’ın Amerikan emperyalizmi için anlamı ve önemi, Rusya’ya yönelik olarak sürdürülmekte olan kuşatmanın da ötesindedir. Gürcistan bir Kafkasya ülkesidir ve Kafkasya, Hazar’ın ve Orta Asya’nın zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarının önemli bir geçiş noktasıdır. Gürcistan üzerinden Kafkasya’nın kontrolü, bu geçiş hatlarının da kontrolü anlamına gelmektedir. Amerikan emperyalizminin Gürcistan’a yönelik çok özel ilgisinin ve hesaplarının gerisinde aynı zamanda bu vardır. Gürcistan ve Azerbaycan üzerinden bu bölgeyi, enerji kaynaklarının bu kritik geçiş bölgesini kontrole etmek, Ortadoğu’dan sonra bu bölge üzerinden de emperyalist dünyayı, özellikle de Avrupa’yı denetim altında tutmak demektir. Tüm bunlar Amerikan emperyalizminin küresel egemenlik mücadelelerinin bütünleyici parçalarıdır.

Rusya’nın beklenmeyen direncinin gerisinde de bu stratejik konumlar ve sorunlar var. Putin yönetimi ile birlikte kendini derleyip toparlamada, yeniden özgüven ve iddia kazanmada büyük bir mesafe kateden Rusya, Orta Asya’yla bağlantılı enerji geçiş hatları üzerinde olanaklıysa denetim kurmak, değilse etkin biçimde söz sahibi olmak istemektedir. Bu da onun kendi cephesinden izlediği emperyalist politikanın bir gereğidir. Dünya politikasındaki etkin yerini koruması, ABD tarafından sıradan bir bölgesel güç konumuna düşürülme çabalarını boşa çıkarması, aynı zamanda buna bağlıdır.

ABD’nin Gürcistan üzerinden yaptığı son hamleyi boşa çıkararak, bu sınırlar içinde ifade uygunsa ABD’nin burunu sürterek, Rusya bu doğrultuda önemli bir avantaj elde etmiştir. Fakat bu, kapsamlı ve uzun vadeli bir emperyalist hakimiyet savaşında henüz yalnızca bir muharebenin kazanılmasıdır. Yine de, sürekli biçimde gerilemek ve olup biteni hep de sineye çekmek politikasında bir dönüm noktası olmak bakımından fazlasıyla da önemlidir.

Olup bitenlerin kendi dar sınırları içindeki anlamına gelince. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni devletlerden biri olan Gürcistan, şimdiki kukla Mihail Saakaşvili yönetiminden çok önce, daha Eduard Şvardnadze yönetimi döneminde, Amerikan emperyalizminin yörüngesine girmişti. Dolayısıyla Soros’un “kadife devrimi”, yıpranmış ve boğazına kadar yolsuzluklara batmış amerikancı bir uşak yönetimin yenisiyle değiştirilmesinden öte bir anlama gelmiyordu.

Ama yine de bu değişim önemliydi. ABD bu yeni yönetimle Gürcistan’ı derleyip toparlamak, kendi çizgisinde güçlendirmek ve ihtiyaç duyulduğunda saldırgan tutumlara yöneltmek hesabındaydı. Gürcistan’ın başına ABD’den getirilip oturtulan ve tam bir Amerikan ajanı gibi hareket eden Mihail Saakaşvili bu iş için biçilmiş kaftan olarak görüldü. Saakaşvili yönetimi ile birlikte Gürcistan adeta bir ABD eyaleti haline geldi ve bu kukla yönetimi güçlendirmek için bölgedeki tüm amerikancı rejimler, özellikle de Türkiye, İsrail ve çok geçmeden ABD safına katılan Ukrayna, seferber edildi. Amerikan, Türk ve İsrailli uzmanlar tarafından eğitilen ve askeri altyapısı yenilenerek tahkim edilen Gürcistan ordusu, tam da bugünlere, yani “toprak bütünlüğünü sağlamak” adı altında, biçimsel olarak bu ülke sınırları içinde görünen gerçekte ise bağımsız hareket eden öteki halklara karşı hazırlandı. Zira bu halklara boyun eğdirmek ve onları zorla Gürcistan yönetimi altına almak, Rusya’ya vurulacak darbelerin en önemlisi idi. Bir başka ifade ile, Gürcistan’ın, Rusya’nın devasa askeri gücü karşısında birkaç gün bile dayanamayacağı baştan belli ordusu, Rusya’nın kendisine karşı değil, fakat onun etkisi altındaki Abhazya ve Güney Osetya halklarına karşı kullanılacak, ama başarısı ABD hesabına Rusya’ya vurulmuş önemli bir darbe olacaktı.

Rusya da bunu tam da böyle algıladığı içindir ki, Güney Osetya’ya yöneltilmiş kuralsız yıkım saldırısının hemen ardından etkin biçimde harekete geçti. ABD ve AB çevrelerinden gelen uyan ve tehditlere aldırmaksızın, uzun yıllardır hazırlanan bu kukla orduyu ezdi ve Gürcistan’ı adeta teslim aldı. Böylece ABD ve bölgedeki işbirlikçilerinin tüm planlarını bozmuş oldu. Elbette ki Güney Osetya ve Abhazya halklarının özgürlüğü için değil, fakat tümüyle kendi emperyalist çıkarları için.

Bütün bunlara şunu da ekleyelim: Gürcistan’ın sözümona “toprak bütünlüğü”nü korumak adına Abhazya ve Güney Osetya halklarına zorla boyun eğdirmeye kalkmasının herhangi bir haklı ve dolayısıyla meşru temeli yoktur. Bir halkı ya da etnik topluluğu şu veya bu devletin sınırlar içinde zorla tutmanın haklı ve meşru bir temeli olamaz. Bu ancak ve yalnızca gönüllülük temeli üzerinde olabilir. Bunun dışındaki her yol ve yöntem gayri meşrudur ve bir başka ulusal ya da etnik topluluğa zorla boyun eğdirmek, bu amaç doğrultusunda ona zulmetmek anlamına gelir. Biz komünistler her zaman halkların en geniş birliğinden yanayız, ama özgürlük, eşitlik ve gönüllülük temelinde olmak kaydıyla. Amerikan kuklası faşist bir dikta yönetimi altındaki Gürcistan’da bugün bunun hiçbir koşulu yoktur.

Öte yandan, sözkonusu halkların Gürcistan’a dahil edilmesinin hiçbir tarihsel ve kültürel temeli de yoktur. Sovyetler Birliği döneminde bu halkların Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti bünyesinde özerk ya da otonom bölgeler olması, bugünkü ABD kuklası Gürcistan Cumhuriyeti’ne bu türden bir egemenlik hakkı vermez. Zira SSCB bünyesinde halkların idari bölünmesini ve ilişkilerini belirleyen ve düzenleyen ilke ve koşullar bugünkünden temelden farklı idi. Dolayısıyla bu döneme sığınarak bugün kalkıp bu halkları egemenlik altına almanın hiçbir mantığı, haklı nedeni ve meşru temeli de olamaz.

2

Emperyalist dünyanın iç ilişkilerinde yeni bir dönem

Rusya-Gürcistan savaşı emperyalist dünyanın iç ilişkilerinde bir dönüm noktasını işaretlemektedir. Savaşı izleyen günlerin uluslararası gelişmeleri, bunu giderek daha açık biçimde ortaya koymaktadır. 18 aydır pazarlıkları süren ABD-Polonya “Füze Kalkanı” antlaşmasının bu savaşı izleyen günlerde apar topar imzalanması, Rusya’nın anında bunu kendisine yönelmiş kaba bir saldırı sayarak Polonya’yı bundan böyle “yüzde yüz hedef’ ilan etmesi ve bu girişime yeni askeri önlemlerle yanıt vereceğini açıklaması, olağanüstü olarak toplanan NATO’nun Rusya’ya meydan okurcasına Gürcistan ve Ukrayna’nın üyeliğe alınma sürecinin hızlandırılacağını açıklaması, Rusya’nın NATO ile askeri işbirliğini askıya alması, yıllardır Karadeniz sularına donanmasıyla çıkmak isteyen ABD’nin Türkiye’deki işbirlikçilerinin sözde direnişini kırarak buna yönelik ilk sembolik adımı nihayet atması, tüm bunlar dünya politikasında yeni bir dönemin ilk işaretleridir.

Artık yeni bir döneme girilmiştir. Bu yeni dönemin temel özelliklerinden ilki, emperyalist dünyadaki hegemonya krizinin derinleşmesi ve bunu adım adım belirli bloklaşmaların izlemesidir. İkincisi, yıllardır kıyasıya bir biçimde fakat örtülü ya da dolaylı olarak sürmekte olan emperyalist nüfuz mücadelelerinin bundan böyle daha açık biçimler içinde seyredecek olmasıdır. Üçüncüsü, bu cepheden karşı karşıya gelişin dolaysız bir sonucu olarak silahlanma yarışının yeni bir düzeyde tırmanmasıdır. Bir dördüncüsü ise bölgesel bunalımların ve zaman zaman savaş biçimini alacak yerel çatışmaların bundan böyle daha da çoğalmasıdır.

Doğu Bloku’nun çöküşü ve Sovyetler Birliği’nin dağılması, ABD emperyalizmini dünyanın rakipsiz tek süper devleti haline getirmiş görünüyordu. Ama bu, sonraki olayların da gösterdiği gibi, emperyalist dünyanın hegemonik gücü olarak onun için sorunların bittiği değil, tersine tam da başladığı yerdi. 11 Eylül olayları sonrasında kaleme alınmış bir değerlendirmede bu sorun alanları şöyle özetlenmekteydi:

“Varşova Paktı’nın çökmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması, bir yandan ABD’yi dünyanın tek süper gücü haline getirirken, öte yandan orta vadede onun bu konumunu tehlikeye düşürecek dinamiklerin de önünü açtı. Bu bir yeni sorunlar alanıydı. O güne kadar Sovyet Bloku’na karşı kendi himayesinde bulunan Avrupalı empryalistler ile Japonya’nın bundan böyle de denetim altında tutulması, ortaya çıkan bu yeni sorunlardan ilkiydi. O güne kadar Sovyetler Birliği’nin etki sahasında bulunan ve yeni durumda iç sorunlar ve dış kışkırtmalarla bir kaosa sürüklenen ülke ve bölgelerin ABD’nin çıkar ve ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirilmesi, bir başka temel önemde sorundu. Düne kadar Sovyetler Birliği’nin varlığının sağladığı denge ya da bizzat ondan güç alarak ABD’nin çıkar ve ihtiyaçlarına aykırı davranabilen ülkelere boyun eğdirilmesi bir başka sorunlar alanıydı. Buna Rusya’nın yeniden toparlanmasını dizginleyerek onu kendi himayesinde bir ülke olarak tutmaktan Çin’in yükselişinin yarattığı tehlikeleri önlemeye kadar temel önemde başka bazı sorunlar da eklenebilir…” (H. Fırat, Dünya Ortadoğu ve Türkiye, Eksen Yayıncılık, s.356-57)

Bu özetin ışığında dönülüp dünya olaylarına bakıldığında, Körfeze yönelik birinci emperyalist savaştan (1991) başlayarak son Gürcistan kışkırtmasına kadar ABD’nin attığı her adımın, bu sorunları kendi lehine çözmek ve böylece emperyalist dünya hegemonyasını süreklileştirmek, hayalini kurduğu emperyalist dünya imparatorluğunu kurmak amacına yönelik olduğu görülür. Körfeze yönelik her iki savaş (1991 ve 2003), Yugoslavya savaşı (1999), Avrasya hamlesinin ifadesi olarak Afganistan savaşı (2003), bu politikanın gereği olarak gündeme getirildiler. NATO’nun Doğu Avrupa’ya ve eski Sovyet cumhuriyetlerine yönelik olarak AB genişlemesini bir adım önden izleyen sürekli genişlemesi, bu aynı amaca yönelikti. “Renkli devrimler” olarak sunulan kışkırtma ve komplolarla elde edilen başarılar, Doğu Avrupa’ya ve Balkanlar’a yeni üs ve tesislerle yerleşmeler, İsrail’in her yolla desteklenerek sürekli tahkim edilmesi, savaş tehdidi eşliğinde İran’a yönelik saldırganlık, son olarak Rusya’ya karşı büyük bir kışkırtma anlamına gelen sözde savunma amaçlı füze kalkanı projesi, tüm bunlar şaşmaz biçimde aynı emperyalist dünya imparatorluğu stratejisinin ürünüydüler.

ABD emperyalizmi tüm bu adımlarla bir yandan bir dizi yeni stratejik mevzi ve üstünlük elde etmeyi, öte yandan ise bunun da yardımıyla muhtemel rakiplerini denetim altında tutmayı ve onları kendine tabi kılmayı amaçlıyordu. Onun geride kalan yıllar içinde bu amaçlar doğrultusunda önemli bir dizi başarı elde ettiği bir gerçektir. Doğu Avrupa ve Balkanlar adım adım ele geçirilmiş, Rusya Kafkasya’yı içerecek tarzda kuşatılmış, Irak ve Afganistan’a el konulmuş, NATO’ya bu amaçlar doğrultusunda yeni bir biçim verilmiş, dahası, tüm bunlar arada baş gösteren çeşitli sorunlara rağmen Avrupa ve Japonya üzerindeki denetim korunarak başarılmıştır.

Ama bu aynı politikada belirli sınırlara gelindiği ve kaçınılmaz bir gerilemenin başladığı da bir başka gerçektir. Bu tersine dönüşün temel dinamiği, hiç kuşku yok, emperyalist müdahale ve işgallerin hedefi olan halkların ezilemeyen direniş oldu. Irak ve Afganistan, ele geçirilmiş iki mevziden çok, ABD’ye sürekli güç ve itibar kaybettiren iki bataktır artık. Filistin ve Lübnan halklarının ABD destekli siyonist savaş makinesine karşı direnişi tüm çabalara rağmen ezilemiyor. Öte yandan, Avrasya seferine çıkarak dünya imparatorluğu kurmak isteyen ABD, uzun onyıllar kendisi için uyumlu bir “arka bahçe” oluşturduğu Latin Amerika’da giderek daha çok güçlenen ve gücünü de dolaysız halk desteğinden alan bir muhalefetle yüz yüze kalmıştır ve halen buna karşı ne yapacağını bilememektedir.

Halklar cephesinden gelen tüm bu direnmeler, etkilerini emperyalist dünyanın iç ilişkileri üzerinde de dolaysız olarak gösterdiler. Irak savaşına bazı emperyalist güç odaklarının muhalefetine rağmen ve onları hiçe sayarak giren Amerikan emperyalizmi, çok geçmeden bir batağa battığını görünce, dönüp onların desteğini istemek ve atacağı yeni adımlarda onların çıkar ve beklentilerini hesaba katmak zorunda kaldı. Küstah bir meydan okumanın ve dünya politikasını bundan böyle tek yanlı olarak kendi başına belirleme iddiasının ardından düştüğü bu durum onun için ciddi bir zaafiyetin göstergesi oldu.

Gelinen yerde ise, bugüne kadar kendi gerici-emperyalist çıkarlarını ABD ile bağdaştırmaya, herşeye rağmen onun suyundan gitmeye, onu cepheden karşıya almamaya, bu kaygıyla onun çeşitli emperyalist girişimlerini desteklemeye ya da en azından sineye çekmeye özen gösteren emperyalist güçlerden birinin ilk kez olarak açık bir meydan okuması sözkonusudur. Rusya’nın Gürcistan’a yönelik ezme harekâtı bunun ifadesi oldu ve emperyalistler arası ilişkilerde yeni bir dönemin başlangıcını işaretledi.

Emperyalist dünyanın kendi iç ilişkileri bakımından bu son gelişmenin açık anlamı, sistemde kendini giderek daha belirgin bir biçimde gösteren bir hegemonya krizidir. İlk kez olarak emperyalist güçlerden biri, fiili bir tutumla, sıcak bir savaşla, hegemon güç olan Amerikan emperyalizminin karşısına dikilmiştir. Bu yeni bir durumdur ve kendi türünden bir ilk örnektir.

Kuşkusuz yıllardır sonu gelmeyen bir kuşatma saldırısına maruz kalan Rusya her aşamada buna bir biçimde itiraz etmiş, tepki göstermiş, kendi hak ve çıkarlarına özen ve saygı gösterilmesini talep edip durmuştur. Fakat ilk kez olarak, bunu ABD’den dilemek yerine, onun piyonu durumundaki bir devlete karşı kendi savaş makinesini harekete geçirmek ve kendisine yönelik kuşatmayı pekiştirmeye yönelik ABD destekli bir saldırıyı püskürtmek yoluna gitmiştir. Tümüyle yeni ve büyük anlam yüklü olan gelişme budur. ABD yönetiminin gösterdiği sert tepki ve savurduğu ağır tehditler de, bu gelişmenin taşıdığı özel anlam ve önemin bir doğrulanmasıdır.

Emperyalist dünyanın kendi iç ilişkileri bakımından bugünkü durumun kendine özgü yanı şudur: Gerileyen, güç, etki alanı ve prestij kaybeden ABD’nin emperyalist dünya üzerindeki hegemonyası sarsıntı geçirmektedir. Fakat bunu ondan devralmaya yeltenecek, bu amaçla onunla başa güreşmeye yönelecek herhangi bir emperyalist güç de ortada yoktur. Bu anlamda ABD hala da rakipsizdir. ABD’den rahatsız olan, çıkarları onunla çelişen emperyalist güçler, bugün için daha çok da Rusya ile Çin, yeni hegemon güçler olarak onun yerine geçmeyi değil fakat dünyaya hükmetme gücünü onunla paylaşmayı talep etmektedirler. Vladimir Putin’in 43. Münih Güvenlik Konferansı’ndaki (Şubat 2007) büyük yankı yaratan konuşmasında dile getirdiği “çok kutuplu dünya” istemi de bunun ifadesi idi. İstem yeni değildir, fakat ilk kez olarak fiili bir tutumla somut bir anlam kazanmıştır, yeni olan budur.

ABD gerileyen bir hegemon emperyalist güçtür, fakat bunu rağmen de halen çok güçlüdür ve kendi yerini almaya heveslenecek çapta bir emperyalist rakipten de yoksundur. Bu ikili durum onun saldırganlığını şiddetlendiren bir etki yaratmakta, son kriz vesilesiyle de görüldüğü gibi uluslararası ortamı tehlikeli biçimde germektedir.

Olayların yakın gelecekte tam ne yönde seyredeceği henüz belli değildir. ABD peş peşe attığı adımlarla (Polonya antlaşması, Ukrayna ve Gürcistan’a NATO üyeliği vaadi, Gürcistan’ı yeniden silahlandırma hazırlığı, Karadeniz sularına çıkma isteği ve girişimi vb.) halen gerilimi fütursuzca tırmandırmaktadır. Yine de, özellikle çıkarları bugün için Rusya ile bu türden bir karşı karşıya gelişe uygun düşmeyen Almanya ve Fransa’nın girişimleriyle, olayların belirli bir düzeyde ve bir süreliğine yatıştırılması da ihtimal dahilindedir. Fakat her halükarda Rusya-Gürcistan savaşı öncesine dönmek olanağı yoktur.

Emperyalist dünyanın iç ilişkilerinde yeni bir dönem kesin olarak başlamıştır.

3

Gerilim, militarizm ve silahlanma yarışı

Son gelişmelerin bugünkü gerilimli uluslararası ortamın ötesindeki en dolaysız sonuçlarından biri, militarizmin dizginlerinden boşalması, tüm dünyayı hummalı bir yeni silahlanma yarışının sarması olacaktır. Bu yöndeki eğilimin özellikle Balkanlar’a emperyalist müdahaleden, yani son on yıldan beri zaten sürekli tırmanmakta olduğu gözönünde bulundurulursa, son gelişmelerin ardından bu hiç de şaşırtıcı bir sonuç olmaz.

Gürcistan savaşı ile başlayan yeni uluslararası gerilim halen tırmanışını sürdürüyor. Rusya, ABD ve NATO cephesinden birbirini izleyen uyarılara ve tehditlere aldırmayarak, Gürcistan savaşı ile yaptığı çıkışı tüm sonuçlarına götürmek kararlılığını gösterdi. Abhazya ile Güney Osetya’yı bağımsız devletler olarak tanıdı. Bu ise başta ABD olmak üzere batılı emperyalistleri çileden çıkaran yeni bir adım oldu.

Batılı emperyalistler, özellikle de ABD ile İngiltere ikilisi, bu çıkışların karşılıksız kalmayacağını, Rusya’nın mutlaka etkili biçimde cezalandırılacağını yineleyip duruyorlar. Fakat göründüğü kadarıyla bu tehditi nasıl somutlayacaklarını da henüz bilemiyorlar. Zira bunu uygulamaya dökmek kuru tehditler olarak savunmak kadar kolay bir iş değil. İlkin karşılarında hiç de güçsüz, çaresiz, savunmasız bir güç yok. Tersine, ekonomik açıdan hızla toparlanmış bulunan, büyük bir nükleer kapasiteye dayalı askeri gücünü ise zaten koruyan, özgüvenini yeniden kazanmış bir büyük emperyalist devlet var. Onu cezalandırmak, Taliban Afganistanı’nı ya da Saddam Hüseyin lrakı’nı cezalandırmaya benzemez.

Öte yandan, etkili bir cezalandırma için öncelikle kendi aralarında bir görüş ve davranış birliğine ihtiyaçları var. Ama batılı kampın kendi içinde bunu sağlamak da kolay değil. Almanya-Fransa ekseninin uzun zamandan beridir ABD’den farklılaşan çıkar ve tercihleri var ve Rusya da burada önemli bir yer tutuyor. Rusya halen onlar için bir tehdit olmaktan çok, çok yönlü ve pek karlı bir ekonomik-ticari iş ortağı. Enerji ihtiyaçlarının önemli bir kaynağı, karlı bir yatırım alanı, büyüyen bir ekonomik pazar. Ayrıca Rusya’dan kendilerine yönelen herhangi bir somut tehdit olmadığı gibi, bu ülke onlar için ABD’nin gevşemek bilmeyen tasallutuna karşı dolaylı bir denge unsuru da. Dahası onlar bugün kendileri için tehdit oluşturmayan bir gücün tam da ABD’nin izlemekte olduğu politikalar nedeniyle giderek bir tehdit haline dönüşebileceğini de görüyorlar. Ayrıca halen olup bitenlerin gerisinde ABD’nin Rusya’yı ölçüsüzce ve tahammül sınırlarını zorlayan kuşatma politikasının olduğunu da herkesten daha iyi biliyorlar. NATO’nun genişlemesi olarak da süren ve AB genişlemesini hep de bir adım önden izleyen bu kuşatmanın, ABD payına, aynı zamanda kendilerini ve kendi etki alanlarını denetim altında tutmaya hizmet ettiğinin de farkındalar vb...

Kuşkusuz bütün bunlardan hareketle onlar henüz ABD’nin karşısına çıkacak durumda değiller. Bunu bugün için vakitsiz görüyorlar ve çıkarlarına uygun bulmuyorlar. Bu doğrultuda vakitsiz bir çıkışı Irak savaşı zamanında yapmışlardı ve ABD’den cezasız kalmayacaklarına dair kaba tehditler almışlardı. Neyse ki bunun için bir bedel ödemek yükünden onları Irak direnişi kurtardı ve bu sayede karşılıklı çıkarlara dayalı olarak ABD ile ilişkilerini onarmak olanağını kolayca buldular.

Yine de bu, çıkar çelişkilerinin, bunun sonucu olan politika tercihlerindeki farklılaşmaların ortadan kalkması anlamına gelmiyordu. Genişleyen NATO’nun ağırlaşan iç bunalımı bile bunu başlı başına göstermeye yeter. NATO halen ABD’nin elinde Almanya-Fransa eksenini denetim altında tutmanın ve böylece AB’yi etkin bir rakip güç olarak sivrilmekten alıkoymanın da en etkili aracı. Fakat yaşamakta olduğu iç bunalımın nedeni de tamı tamına bu.

Şimdilerde ABD, Rusya’nın son çıkışlarını bu denetimi sıkılaştırmanın ve Doğu Avrupa’ya daha ileri düzeyde yerleşmenin bir olanağına çevirmeye çalışıyor. Ne de olsa Doğu Avrupa’ya yeni bir düzeyde yerleşmek, AB projesinin de göbeğine yerleşmek anlamına geliyor aynı zamanda. Almanya-Fransa ekseni kuşkusuz bunun da farkında. Bu nedenledir ki onlar mevcut gerilimi tırmandırmanın değil uzlaştırabilmenin ve yatıştırabilmenin yollarını arıyorlar. Bunu bulup bulamayacakları ise ayrı bir sorun. Bu konuda ABD dayatmaları karşısında ayak sürüme dışında fazlaca bir hareket imkanları olduğu söylenemez.

Bu durumda ABD’ye kendi güç ve imkanlarının dolaysız kullanımı kalıyor. Bunun emperyalist açıdan en etkili ve amaca uygun yolu ise militarizmin ve silahlanma yarışının tırmandırılmasıdır kuşkusuz. Rusya’nın cezalandırılacağına yönelik tehditlerin “yeni soğuk savaş” söylemi eşliğinde kullanılması bu açıdan rastlantı değildir. Soğuk savaş sonu gelmez bir silahlanma yarışının eşlik ettiği militarist bir dehşet dengesi üzerinden sürdürülüyordu. Eski “soğuk savaş”ta SSCB’yi bu yolla, çılgınca bir silahlanma yarışı içinde pes etmeye ve giderek yıkıma sürüklediklerini düşünenler, şimdi de Rusya’ya karşı bunun bir yenisini gündeme getirmekten sözediyorlar.

Kuşkusuz gerçekte bu ABD için yalnızca bir bahanedir. Militarizmin ölçüsüzce tırmandırılması emperyalizmin doğasından gelen bir sürekli eğilim olmanın ötesinde, ABD için dünyanın tek süper devleti olarak kalabilme stratejisinin de bir temel gereğidir ve o bu doğrultudaki girişimlerine yıllar öncesinden başlamış bulunmaktadır. Doğu Bloku’nun çökmesi ve Sovyetler Birliği’nin rakip süper güç olmaktan çıkması, ABD’nin militarist politikalarını hafifletemedi. Tam tersine, saptadığı yeni strateji (geleceğin potansiyel rakiplerini bugünden etkisizleştirmek ve denetim altında tutmak) bunun daha da güçlendirilmesini gerektiriyordu. Çöküşün hemen ertesinde büyük bir güç gösterisi halinde sergilenen birinci Körfez Savaşı bunun ifadesi idi. Balkan savaşı ise bu alanda bir dönüm noktası oluşturdu. Yugoslavya’ya boyun eğdiren ve onu bugünkü tam dağılmaya götüren bu savaş ile aynı günlerde, 50. kuruluş yılı vesile edilerek NATO dünya jandarması ilan edildi. Bu gelişmenin silahlanma yarışında yeni bir tırmanmanın da işaret fişeği olduğu bugün daha açık biçimde görülebiliyor.

ABD bununla da yetinmedi; tüm büyük emperyalist güçlerin kendisi ile uyumlu davranmaya büyük özen gösterdikleri bir evrede, tutup durduk yerde “Füze Savunma Kalkanı” projesini gündeme getirdi. Sanılabileceği gibi şimdiki neo-faşist savaş çetesi döneminde değil, fakat tam da onu önceleyen Clinton döneminde. Bush yönetimiyle birlikte bu proje daha güçlü bir biçimde uygulamaya geçirildi. Böylece ABD yönetimi SSCB ile 1972’de imzalanan Antibalistik Füze Antlaşması’nı (ABM) tek yanlı olarak geçersiz ilan etmiş oldu. Bunun genel bir silahlanma yarışını tırmandıracağını bile bile. Bütün bunlar olurken ortada henüz ne l l Eylül saldırıları ve ne de İran’dan gelen sözde nükleer tehdit vardı.

ABD’nin başını çektiği ve dünya ölçüsündeki saldırgan politikalarıyla çok yönlü olarak kışkırttığı silahlanma yarışının bugünkü tablosu ortadır. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SlPRl) son raporuna göre, askeri harcamalar son 10 yıl içinde yüzde 45 oranında artarak 2007 yılı itibariyle 1 trilyon 339 milyar dolar düzeyine çıkmış bulunmaktadır. Bu rakam resmi savunma bütçesi tutarlarından oluşmaktadır ve dolayısıyla gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır. Ayrıca iç güvenlik adı altında yapılan ve gerçekte militarist aygıtı toplamında büyütmeye ve güçlendirmeye hizmet eden harcama rakamları da bu toplama dahil değildir. Buna rağmen ortadaki rakam devasa boyutlardadır. İki kutuplu dünya, yani dehşet dengesine dayalı o soğuk savaş döneminde bile bu rakama ulaşılmamıştı. Bu, militarizmin ve silahlanmanın hiç de yalnızca iki kutuplu dünyanın bir sorunu olmadığının, tam da kapitalist emperyalizmin özsel eğilimleri ve ihtiyaçlarıyla sıkı sıkıya bağlantılı olduğunun en dolaysız bir kantıdır.

Tahmin edileceği gibi, resmi rakamlara göre 2007 yılı itibarıyla 1 trilyon 400 milyara ulaşmış bulunan bu askeri harcamalarda ABD açık arayla önde bulunmaktadır. Tek başına dünyadaki toplam askeri harcamaların yarısına yakınını (yüzde 45) o yapmaktadır. (SIPRl verilerine göre 2007, ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan beri silahlanmaya en fazla harcama yaptığı yıl oldu). Onu ise, tüm saldırı, savaş ve işgal eylemlerinde onunla ayrılmaz bir ikili oluşturan emperyalist vasalı İngiltere izlemektedir (İngiltere’yi ise sırasıyla Çin, Fransa, Japonya, Almanya ve Rusya...).

Bu emperyalist ikilinin aynı zamanda dünyanın en büyük iki silah satıcısı olmaları da ayrıca dikkate değerdir. Emperyalizm için militarizm yalnızca dünyaya egemen olmanın vazgeçilemez bir aracı değil, aynı zamanda son derece karlı bir ekonomik faaliyet alanıdır da.

Başta ABD olmak üzere batılı emperyalist metropollerde ekonomilerin genel bir durgunluğa ve daralmaya girdikleri şu dönemde, militarizmin tırmandırılması ekonomik bir ihtiyaç olarak da kendini dayatmaktadır.

Bundan yaklaşık 20 yıl önce, Sovyetler Birliği’ni hızlı bir yıkılışa götüren sürecin baş aktörü olarak Gorbaçov, insanlığa “militarizmsiz bir kapitalizm” ve “savaşsız bir emperyalizm” üzerine vaazlar veriyordu.

Kuşkusuz buna inandığından değil, fakat başında bulunduğu devletin o günkü açmazları çerçevesinde gerici ve aldatıcı bir politik söylem olarak. Aradan geçen 20 yıl ve bugün varılan yer, kapitalizmin militarizmsiz, emperyalizmin savaşsız olamayacağını tüm tahminleri aşan bir açıklık ve kesinlikle kanıtladı.

Böylece militarizmin ve savaşların kapitalizmin özüne ilişkin olgular oldukları, kapitalizmin, hele de emperyalist kapitalizmin militarizmsiz ve savaşsız düşünülemeyeceğini ortaya koyan Marksizmin bilimsel teorisini doğruladı.

TKİP Programı bu temel önemde gerçeği şu şekilde ifade etmektedir:

“Emperyalist tekeller arasında dünya ölçüsünde süren kıyasıya rekabet, büyük emperyalist devletler arasında pazarlar, hammadde kaynakları, karlı yatırım alanları ve genel olarak nüfuz alanları uğruna şiddetli mücadele biçimini aldı.

Eşitsiz gelişmenin şiddetlendirdiği bu mücadele, görülmemiş boyutlara varan militarizmin ve dünya egemenliği uğruna verilen emperyalist savaşların kaynağı haline geldi.” (s.21)

Bugünün dünyasında olup bitenlerin özü ve esası, tarihin sınavından geçmiş bu temel önemde bilimsel doğrular üzerinden kavranabilir ancak.

(Kızıl Bayrak, Sayı: 2008/33-35, 14-28 Ağustos 2008)

Parti Değerlendirmeleri-3, Der: H. Fırat,

Eksen Yayıncılık 2009, s.255-77