2 Ekim 2015
Sayı: KB 2015/37

Seçim sandıkları Kürt emekçilerin dertlerine derman olamaz!
Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!
Sandıktan çıkan değil, sokağa çıkan değiştirir!
“İllegal” seçimler için oy cambazlıkları
Kürt halkı direniyor!
Cenazeye dahi tahammül yok!
Katliam şebekesi güçlendiriliyor
Basına yönelik sansür ve devlet terörü
MİB MYK Eylül Ayı Toplantısı Sonuç Bildirgesi
Metalde son ‘kaleler’ düşerken...
SeraPool işçileri direnmeye devam ediyor!
Burjuva parlamentosu ve burjuva düzen altında genel oy
Suriye ve Ortadoğu’da yeni bir döneme doğru
Türkiye’nin Suriye politikasında manidar değişiklik
Çin, ABD’nin hegemonya krizini büyütecek - U. Evren
ABD ve AB’nin yeni haydutluk konsepti: TTIP ve CETA
Avrupa’da yükselen ırkçı dalga
Filistin intifadalarından Kürt serhîldanlarına...
ON’lara devrim sözümüz var!
Sermayenin işçi ve emekçi kadınlara yönelik saldırı paketleri
Öğrenci yoksul, eğitim pahalı ve kalitesiz
Katledilen her çocuğun hesabı sorulacak!
Eğitim’de ‘destek’ peşkeşi
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Avrupa’da yükselen ırkçı dalga

 

Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık denilince Avrupa’da ilk akla gelen ülke Almanya olurdu. Ne var ki gerek 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları, gerekse de günümüzde Avrupa ülkelerini bir teyakkuz haline sokan sığınmacılara karşı alınan tutum bu sorunun daha kapsamlı olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin neredeyse tamamında ırkçılık ve yabancı düşmanlığı artmakta ve buna karşı herhangi bir önlem alınmadığından ırkçı hareketlerin toplumsal desteği de aynı oranda artış göstermektedir. Örneğin 2014 yılının Eylül ayında çok hızlı bir şekilde büyüyen ve yaygınlaşan PEGIDA hareketi, politik argümanlarını İslam karşıtı bir söylemle birleştirerek toplumsal desteğini günden güne arttırmıştı. PEGIDA, önümüzdeki seçimlerde partileşerek seçimlere girmeye hazırlanmaktadır. Avrupa Birliği’ne üye 27 ülkeden 16’sında yabancı düşmanı, ırkçı partiler, ulusal ya da yerel parlamentolarda temsiliyet hakkı kazanarak, günlük politik faaliyet yürütebilmekte ve bu faaliyet, burjuva medya tarafından topluma “fikir özgürlüğü” adı altında propaganda edilmektedir.

21. yüzyılın başında daha çok Fransa ve Avusturya’da yükselişe geçen ve hatta hükümete kadar gelen bu tür akımlar, artık bütün Avrupa’nın en temel sorunlarından biri haline gelmiştir. 2008 yılında derinleşen kapitalizmin küresel krizi ve yarattığı sonuçlar hiç kuşkusuz bu tür faşist partilerin güç kazanmasında rol oynamıştır. Bu yükselişin kültürel, güvenlik ve kimlik boyutları da vardır. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasındaki siyasal iklim faşist partiler için bir sessizlik ve geri çekilme dönemi olmakla beraber 1960’lı yıllardan sonra özellikle de eski büyüme trendi giderek yavaşlayan ekonomiler ve Avrupa’ya getirilen göçmen işçiler bu tür akımların tekrardan güç kazanması için yeni bir ortam hazırlamıştır. 1970’li yıllardan itibaren istihdam sorunları yaşamaya başlayan ülkelerde göçmen işçilerin varlığı bu ırkçı-faşist partilerce dile getirilen en temel konu olmuştur. Avrupa’daki ırkçı- yabancı düşmanı hareketlerin bu dönemini daha çok bir toparlanma ve örgütlenme dönemi olarak yaşadıklarını görüyoruz. Bu ırkçı partilerin sesleri daha çok ‘80’li yıllarda duyulmaya başlanarak İsviçre, İtalya ve Avusturya’da koalisyon ortakları ya da destekçileri olarak siyasi arenada yer almaya başlamışlardır. Aynı ‘80’li yıllar emperyalist-kapitalizmin neo-liberal ekonomi politikalarının emekçilere zorla kabul ettirildiği, sosyal saldırıların ve özelleştirmelerin ayyuka çıktığı bir dönemdir. Emperyalist-kapitalist sistem bu yeni neo-liberal saldırılarla hem ekonomik hem de kültürel ve sosyal anlamda kendisine format atarak, yeni muharebelere hazırlanmıştır.

Soğuk savaş sonrası süreçte emperyalist-kapitalizm dizginlerinden boşalırcasına dünyayı yağmalamaya başladığı ve adına “Yeni Dünya Düzeni” dediği gelişmelerle, ülkeler arasındaki ekonomik ve siyasal sorunları daha da birbirine endekslemiştir. Artık bir ülkede yaşanan ekonomik ve siyasal istikrarsızlık, diğerlerini de etkilemeye başlamıştır. Adına “Domino Efekt” denilen, daha karmaşık gibi görünen fakat emperyalizm çağının sendromları olarak bildiğimiz basit ve anlaşılır bir süreç ortaya çıkmıştır. Bu gelişmelerin ardından kapitalist sistem yeni bir bunalımlar ve savaşlar dönemine çok hızlı bir şekilde evrilmiş ve onun yarattığı sonuçlardan biri olan ırkçı-faşist partiler mantar gibi türemeye başlamıştır. Özellikle de 11 Eylül saldırılarının ardından büyük bir Müslüman nüfusa sahip olan Avrupa ülkelerinde “İslamofobi” adı altında ırkçı-faşist propagandayla göçmenler ötekileştirilerek “güvenlik sorunu” ortaya çıkarılmıştır. “Güvenlik sorunu” gibi asılsız bir argümanla polis devleti tahkim edilmiş, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık günlük yaşamda rutin bir politik tutum olarak görülmeye başlanmıştır. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi biyolojik ayrımlar üzerinden örgütlenen ırkçı-faşist hareketler, günümüzde daha çok kültürel ve kimliksel farklılıkları ön plana çıkarmaktadırlar. Bir toplumda işsizliğin artması, yaşam standartlarının eskiye oranla gerilemesi ve mevcut siyasal partilerin toplumun sorunlarını çözme kapasitesinin olmayışı, insanları farklı arayışlara, alternatif söylemlere iter. Unutmamak gerekir ki aşırı sağ partilerin yükselişi ile insanların sosyo-ekonomik pozisyonları arasında birebir ilişki vardır. 2000’li yıllara geldiğimizde Avrupa’da ırkçılık denilince ilk akla gelen Avusturya Özgürlük Partisi ve onun lideri Heider ile Fransa’dan Le Pen’dir. 1999 yılında aldığı %27 oranındaki oy desteğiyle hükümet ortağı olan Heider ve 2002 yılında cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sol Parti adayını geride bırakan Le Pen, Avrupa’daki ırkçılığın toplumsal tabanını ve gücünü anlatması açısından öne çıkan örneklerdir. 11 Eylül saldırıları Avrupa’daki ırkçı-faşist partiler tarafından yabancı düşmanlığının yeni bir argümanı olarak kullanılmış ve başarılı da olmuştur. Bu başarıyı besleyen 2004 yılındaki Madrid Banliyö saldırısı, 2005 yılındaki İngiltere Metro saldırısı vb. olaylar da İslamofobi adı altında yürütülen yabancı düşmanı kampanyaları güçlendiren başka faktörler olmuştur. Yine 2005 yılında Danimarka’da Muhammed karikatürlerinin gazetelerde yayınlanması ve bu yayınların Belçika İsviçre, Norveç, Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, İspanya vb. ülkelerde tekrarlanması; buna karşı gösterilen anormal tepkiler, bu faşist partiler için suistimal malzemesi olmuştur. Fransa’daki Charlie Hebdo saldırısı ile katledilen gazetecilerin Avrupa kamuoyunda yarattığı tepkiyi de mevcut politik atmosferin de etkisiyle yine bu ırkçı-faşist partiler kullanmıştır. Öyle ki 2014 yılının Eylül ayında Dresden’de ortaya çıkan 300 kişilik bir grup, PEGIDA adı altında örgütlenip, on binlerce insanı mobilize ederek Almanya çapında kısa bir süre içinde on binlerce taraftar toplayabilmiştir. Daha çok İslam karşıtı bir söylemle “fikir özgürlüğü” argümanı kullanılarak yapılan Pazartesi eylemleri bir anda on binlerce insanın bir araya geldiği gösterilere dönüşmüştür.

Kendi içinde çok belirgin ayrım çizgileri olmasa da karşımıza üç türden tanımlanmayı gerektiren ırkçı-gerici partiler çıkmaktadır. Bunların ilki açıkça Hitler faşizmine ait her türlü sembolü, söylemi ve siyasal duruşu kullanan neo-Nazi olarak tanımlanan partilerdir. Bir diğer grubu ise daha popülist söylemler kullanan ve Hitler faşizmine vurgudan çok kültürel ve kimlik eksenli yabancı düşmanlığı yapan partiler oluşturmaktadır. Daha da somutlamak gerekirse; birinci gruba örnek olarak NPD (DVU ile birleşmeden sonra bu kimlikten arınmaya çalışıyormuş gibi bir illüzyon yaratmaya çalışsa da...), Die Rechte gibi partiler; ikinci gruba da AfD, PEGIDA benzeri daha çok kendini (Bürger Bewegung) “masumane halk hareketleri” gibi tanımlayan popülist sağ partiler gösterilebilir. Bir üçüncü grubu da çok hızlı bir biçimde ırkçı sağ söylemleri sahiplenme potansiyeli taşıyan, özellikle ekonomik kriz dönemlerinde klasik muhafazakar sağ partiler oluşturmaktadır. Bu tür geleneksel partilerin söylemleri ile seçmen tabanının duymak istedikleri şeyler arasında açılan makas (bu dönemler daha çok ekonomik, politik ve kültürel anlamda sorun alanlarının çoğaldığı ve bir sistem krizine doğru evrildiği süreçlere denk gelir) ırkçı-faşist hareketlerin güçlenmesine hizmet ederler.

Kapitalist sistemin büyüyen ve derinleşen yapısal krizi, dünyanın farklı coğrafyalarında yaratılan yeni risk alanları, savaşlar ve yağmalarla hafifletilmeye çalışılsa da, krizin boyutları telafisi mümkün olmayan farklı bir aşamaya sıçramış bulunmaktadır. Alındığı söylenen her yeni tedbir, çok kısa sürede farklı bir biçime bürünerek yeni bir krizi tetikliyor ve yapısal kriz döngüsü olarak tanımlayabileceğimiz bu süreç aşılacak gibi değildir. Dışarıda saldırgan ve sınır tanımayan sermaye düzeni kendi içinde de yaşadığı iktisadi krizin yarattığı ve yaratacağı sınıf hareketlerine, toplumsal itiraz alanlarına dönük tahammülsüz şekilde saldırmakta ve olası büyük çaplı toplumsal hareketleri bastırmak için iç savaş pozisyonu almaktadır. Dönem tam da belirtildiği gibi “bunalımlar, savaşlar ve devrimler” dönemidir. Dönemin ruhu anlaşılmadan, ırkçı-faşist hareketlerin yükselişi ile birebir ilişkili olan sorun alanları, ona karşı mücadele yöntemleri de doğru anlaşılamaz. Avrupalı emperyalistler ve özellikle de Almanya, son yirmi yıl içerisinde bütün sosyal hakları budamış, sınıf hareketini paralize ederek toplumdaki direnç alanlarını oldukça geriletmiştir.

Sonuç itibariyle Avrupa toplumlarında yaşam standartlarındaki gerilemenin artması ve yoksulluk, ırkçı-faşist hareketlerin serpilip gelişmesi için yeterince olanak yaratmıştır. Bir taraftan artan yoksulluk ve işsizliğin sebebi olarak görülen göçmen isçiler, bir taraftan Hristiyan kültürünün tehlike altında olduğu söylemi ile İslamofobi, bir diğer taraftan da Avrupa’ya gelen sığınmacılar sorunu üzerinden kirli bir propaganda yürüten ırkçı-faşist hareketler her zaman olduğu gibi sermaye düzeninin hizmetinde ve kontrolü altındadırlar. Tabi ki bu hareketleri sadece kontrollü, dışarıdan yaratılmış hareketler olarak görmek de sorunu gerçek anlamıyla tanımlamaya yetmez. Her şeyden önce sınıflı toplumların yarattığı maddi zemin üzerinden var olan ve egemen sınıflar tarafından insanlık tarihi boyunca sıklıkla başvurulan bir yöntem olmuştur. Irkçılığın daha genel anlamda tarihi Platon’a kadar uzansa da, siyasal bir hareket olarak örgütlenmesi kapitalizm ile birlikte olmuştur.

AB’nin planlı bir stratejisi olan, tekellerin daha çok kâr marjına ulaşması için ucuz işgücü sağlamak ve bu stratejiye uygun hamleler yaparken, sınıf hareketinin örgütsüz, toplumun kimlik, inanç ve kültürel olarak ayrıştırılmış olması gerekmektedir. Sermaye sınıfının en saldırgan emekçi düşmanı politikaları ancak o zaman hayat hakkı bulabilir ve hayata geçirilebilir. Yani toplumların yaratılan yapay ayrımlar üzerinden atomize edilmesine ihtiyaç duyulur ve bu ihtiyaçlar ölçüsünde de gerici ırkçı-faşist hareketler desteklenir ve beslenirler.

Gerici sermaye düzeninin kirli planlarını, hızlı bir yükselme eğrisi gösteren ırkçı-faşist partilerin toplumda yarattığı şoven zehirlenmeyi ancak devrimci bir işçi sınıfı hareketi geriletebilir. Sermaye gericiliği ve onun paramiliter gücü gibi davranan ırkçı-faşist hareketler, işçi sınıfı hareketinin bilinç ve örgütlülük düzeyinin kısmen geri olduğu siyasal süreçlerde çok daha rahat hareket edebilmekte ve örgütlenebilmektedir. Her şeye rağmen durağan gibi görünse de Avrupa işçi sınıfının tarih bilincine ve devrimci geleneğine sahip çıkmak ve bu geleneği geleceğe taşıyacak işçi sınıfının müfrezelerini örgütlemek, bugün düne nazaran daha kolaydır. Ne var ki ufku anti-faşist mücadeleden, sadece sokaklara salınan faşist sürülerle kavga etmekle sınırlı olan Avrupa’daki mevcut anti-faşist hareketler bu mücadeleyi güdükleştirmekte ve bozmaktadırlar. Sınıf mücadelesinden koparılmış, kendi içinde tek başına ırkçı-faşist hareketlere karşı mücadele ile sınırlandırılmış politik faaliyetlerin çok hızlı tükendiğini ve kriminalize edilerek etkisizleştirildiğini görmekteyiz. Düşünsel anlamda anti-faşist mücadelenin özü itibariyle kapitalizme karşı bir mücadele olduğu, ondan bağımsız ele alınamayacağı anlaşılmadığı sürece, Avrupa’da belli bir gücü olan anti-faşist çevrelerin sınıf mücadelesinde ilerici bir rol oynaması da ne yazık ki mümkün görünmüyor. Faşizm ona nesnel anlamda büyüme olanaklarını sağlayan, büyüten ve semirten kapitalist sistem var oldukça ortadan kalkmayacaktır.

Emperyalist-kapitalizm iktisadi kriz konjonktürünü, emperyalist savaşları ve faşizm tehlikesini yeniden güncellemiştir. İşçi sınıfının tarihi, egemen sınıfların işçi ve emekçileri kontrol altına almak için her türden kirli araca kolaylıkla başvurabileceklerinin sayısız örnekleriyle doludur. İşçi sınıfını bölen, gerileten ırkçı-şoven düşünceler ve hareketler tam da emekçiler dünyası adına birikmiş sorunların yönetilemez olduğu tarihsel kesitlerde egemen sınıflar dünyasına can simidi olur. Başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada işçi sınıfı mücadelesinin en büyük düşmanı olan ırkçı-faşist hareketlere karşı mücadele kesinlikle hafife alınmamalıdır.

Gerici sermaye düzeninin varlığını sürdürmek adına yapamayacağı akıldışılık, baş vurmayacağı kötülük yoktur. Tıpkı 1929 dünya ekonomik bunalımı ve kara çarşambaların iktidara taşıdığı Hitler faşizmi gibi, bugün de ihtiyaç duyması halinde aynı şeyi yapacağından şüphe duyulmamalıdır. Kapitalist gericiliğin 2008 yılından beri içinde debelendiği benzer kriz atmosferinin yarın dünya halkları ve ezilen emekçiler için aynı sonucu yaratmayacağının hiçbir garantisi yoktur.

 

 

 

 

ABD ‘eğit-donat’ programını durdurdu

 

Suriye’deki çeteleri “eğit-donat” projesi kapsamında eğiten ve silahlandıran ABD, fiyaskoyla sonuçlanan programı durdurduğunu açıkladı.

ABD Savunma Bakanlığı Pentagon Sözcüsü Peter Cook, düzenlediği basın toplantısında Suriyeli çetelere verdikleri eğitime devam edeceklerini, ancak “eğit-donat” programının tekrar gözden geçirileceğini ve yeni alımlar yapılmayacağını söyledi.

Cook, “Daha önce de belirttiğimiz gibi tüm programı gözden geçiriyoruz, bazı değişiklikler düşünülüyor ama şu anda örneğin üçüncü sınıfın eğitimi sürüyor” dedi.

Cook açıklamasına şöyle devam etti: “Ancak gözden geçirmeler sürerken, Suriye’den yeni katılımcıların belirlenmesine dönük mevcut eylemleri durdurduk. Bunun yanında, sahadaki güçlere desteğimiz var ve eğit-donat programında şu anda grupları eğitiyoruz.”

Beklentileri karşılamadı

Öte yandan, “Eğit-donat” programının beklentilerini karşılamadığını belirten Beyaz Saray Sözcüsü Josh Earnest de “Birçok kişi, bizi eleştirenler bile bu gibi eğit-donat programlarının Suriye’deki başarımız için kilit olabileceğini düşüyordu. Onlar da yanıldı” dedi.

Öte yandan “Eğet-donat” projesi için ABD’nin gönderdiği silahların El-Nusra çetesinin eline geçtiği itiraf edildi.

CENTCOM sözcülerinden Yarbay Patrik Ryder, yaptığı yazılı açıklamada ”Yeni Suriyeli Güçler birliği, bugün koalisyon temsilcileriyle temasa geçti ve bizi 21-22 Eylül’de, kendilerine verilen teçhizatların yaklaşık yüzde 25’ine tekabül eden 6 kamyonet ve cephanesinden bir bölümünü şüpheli Nusra Cephesi arabulucusuna verdiği konusunda bilgilendirdi” dedi.

 
§