16 Ocak 2015
Sayı: KB 2015/02

Metal işçisinin grevi, sınıfın ve sınıf devrimcilerinin büyük sınavı
Düzen cephesi seçimlere hazırlanıyor
Devrimci sınıf hareketini büyütelim!
Hrant Dink cinayeti 8. yılında!
Emperyalist saldırganlığa ve kanlı piyonlarına karşı…
MİB MYK Ocak ayı toplantısı sonuç bildirgesi
15 bin metal işçisi 29 Ocak'ta greve çıkıyor
Sınıf kardeşleriniz yanınızda!
Namet'te sendika düşmanlığına protesto
Ümraniye'de 8 Şubat hazırlıkları
Ülker'in önlenemez yükselişi! - Onur Kara
Sosyalizm ve din - Lenin
Charlie Hebdo katliamı
Zorba rejimlerin ‘insan hakları’ ortaklığı
Katiller de yürüyüşteydi
“Gelecek her yerde sosyalizme ait olacaktır!”
AKP’nin paketinde kadın emeğinin sömürüsü var!
“Kadın sorunu”, ideolojik donanım ve mücadelenin önemi
Sermayenin gözünden ‘aile paketi’ yorumu
İşçilerin Birliği Kurultayı toplandı!
Sincan’da işçiler mücadeleyi yükseltiyor!
Yerel bültenler: Devrimci sınıf faaliyetinin soluk borusu
Türkiye’de “hapishane”lere dair düşünceler - Z. Kaya
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Düzen cephesi seçimlere hazırlanıyor...

Yanıtımız
devrimci sınıf mücadelesi olacaktır!

 

7 Haziran 2015’te yapılacağı açıklanan genel seçimler, düzen açısından oldukça kritik bir önem taşıyor. İlk evresi yerel seçimlerle başlayan 1,5 yıllık seçim döneminin son perdesi yıl ortasında kapanmış olacak. Olağanüstü gelişmeler yaşanmadığı koşullarda sonraki 3-4 yıl boyunca seçim aldatmacası sahnelemek gibi bir ihtiyaç kalmayacak.

Resmi seçim dönemine daha uzun bir zaman olsa da seçim çalışmaları yerel seçimlerin çok öncesinden bugüne kesintisiz bir şekilde sürüyor. Gelinen yerde tüm düzen partilerinin her türlü söz ve davranışı genel seçim hesaplarına endekslenmiş durumda.

Dinci-gerici partinin
seçim başarıları ve final hedefi

Yerel seçimlerin de cumhurbaşkanlığı seçiminin de elbette özgül önemleri vardı. 2013 Haziran Direnişi’yle başlayan süreçten sonraki dönemin kritik birer uğrağıydılar. Haziran Direnişi sonucunda geri dönüşü olmayan bir yıpranma periyoduna giren AKP iktidarının miadını belirleyeceklerdi. Her renkten parlamenter muhalefetin sırasının hangi hızla geleceğini de geçtiğimiz seçimler gösterecekti.

Toplumsal siyasal atmosfer ile düzenin siyasal cephesinde yaşanan gelişmeler, AKP’nin her iki seçimden de özgüven tazelenmesiyle çıkmasını sağladı. Tersinden düzen muhalefeti ile liberal-reformist solun zayıflığını tescilledi. Gerçi ortalıkta, cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş’ın aldığı oy oranının liberal solda yarattığı yeni heyecan dalgası kol geziyor. Fakat bu, Haziran süreci ve dinci-gericiliğin iç iktidar dalaşmasıyla oluşan atmosferi oya tahvil etme hesabıyla büyük beklentilere kapılıp sandıklara toslamanın, yerel seçimlere iktidar alternatifleri çıkarma hayalleriyle girip hezimetle çıkmanın ardından yaşanan bir tür hezeyandan başka bir şey değil.

Genel seçimleri öncekilerden ayıran başlıca özgünlüğü, dinci-gerici akımın hedefleriyle ilgilidir. AKP iktidarı toplumsal yaşamda ve siyasal yapıda adım adım ele geçirmiş olduğu mevzileri ve inşa ettiği rejimi kalıcılaştırmak, anayasal bir formla güvence altına almak istiyor. Bunun yolu ise salt hükümet olmaya yeten bir milletvekili sayısı tutturmaktan öteye geçmeyi gerektiriyor. Genel seçimlerdeki başarı ölçütü, yeni anayasayı yapmaya yetecek bir meclis aritmetiği oluşmasıdır.

Düzen cephesinde seçeneksizlik

Sadece Türk burjuvazisinin kuyruğunu kısmış belli kesimleri değil, ABD-AB eksenli emperyalist efendiler de hoşnut olmasalar da öne çıkarabilecekleri bir seçenekten yoksun durumdalar. Yoksa Haziran Direnişi’nin yarattığı sarsıntılar sonucunda Tayyip Erdoğan ve müritlerinden zaten vazgeçmişlerdi. Türkiye gibi sınıfsal çelişkilerin keskin olduğu, devrimci sınıf mücadelesinin potansiyel bir tehdit olarak derinden derine mayalandığı bir toplumda, toplumsal fay hatlarındaki gerilimi sürekli körükleyen bir siyasal anlayışın, sınıf ve emekçi kitleleri uzun süreli kontrol edemeyeceği bellidir. Toplumdaki yapay taraflaşmaların veya dikey yarılmaların ancak bir yere kadar kullanımı olabilir. AKP’nin elinde ise Haziran’dan sonra bundan başka bir şey kalmadı.

Nitekim ABD emperyalizmi, Tayyip Erdoğan ve ekibinden umudunu kestiği içindir ki dinci-gerici koalisyonun daha sinsi ortağının iktidar kavgasına tutuşmasının arkasında durdu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kendi imalatı olduğu baştan belli bir başka dinciyi sürdü. Fakat 17-25 Aralık yolsuzluk-rüşvet operasyonları ve video-tape sağanağı AKP tarafından püskürtüldüğü, yerel seçimler düzen muhalefetinin hezimetine dönüştüğü ölçüde, cumhurbaşkanlığı için yapılan bu tercih tam bir zavallılık olarak algılandı ve neticede ona dönüştü.

Sonuç itibariyle tüm çabalarına karşın, AKP ile köprüleri atmış olan emperyalistlerin ve Türk burjuvazisinin AKP’den rahatsız olan kesimlerinin ellerinde yeni bir şey yok. Charlie Hebdo katliamıyla oluşan atmosferden ne devşirileceği ise henüz belli değil.

Emperyalist efendileri tarafından gözden çıkarılmasına karşın oy desteğini korumuş olmak, üstüne bir de Cemaat’le kapışmada tüm burjuva düzenini paçavraya çevirebilmenin rahatlığı Tayyip Erdoğan ile avanesini alabildiğine saldırganlaştırmıştır. İpini çekme kudretine sahip olarak gördüğü ABD dışındaki güçlere karşı hiç değilse söylem planında sınırlarını fazlasıyla zorlamaktadır. Tayyip Erdoğan’ın bu sözde efelenmelerinin sarhoş ettiği oy tabanının aklına tabii ki ABD emperyalizmi karşısındaki alttan almayı, daha doğru tabirle uşakça tutumu sorgulamak gelmiyor. Dinsel gericiliğin körleştirdiği kitleler karşısında AB’ye, özellikle de İsrail’e atıp tutmak hala da hatırı sayılır bir prim yapıyor nasılsa. Hele de İslamofobi çığırtkanlığının dinsel bağnazlığın etkisindeki kitlelerde yarattığı tepki ortamında…

Faşist baskı ve gerici zorbalıkla koşullanan
seçim dönemi

Halihazırda genel seçimlerde dramatik değişiklikler yaşanabileceğini gösteren bir belirti olmasa da AKP’nin saldırgan tutumu ve rejimle ilgili hesapları, önümüzdeki dönemin sert geçmesini koşullamaktadır. Zira düzen muhalefeti açısından da AKP açısından da önümüzdeki genel seçimler varlık-yokluk sorunu olarak görülmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçiminin akabinde Tayyip Erdoğan ile müritlerinin saldırganlığı, burjuva hukukunu ayaklar altına almaktaki pervasızlıkları boşuna değil. AKP cephesi düzen muhalefetini nefessiz bırakmak için, yargıda, medyada, toplumsal yaşamın neredeyse her alanında tam bir terör estirmektedir. Düzen muhalefetinin tepkisi ise can havlinin bir dışavurumuna dönüşmektedir.

AKP iktidarı işi şansa bırakmak niyetinde olmadığını toplumsal muhalefete karşı gerici zorbalık ve faşist baskıda gemi azıya almasıyla da gösteriyor zaten. Her yeni gün despotik toplum mühendisliğinin yeni bir icraatıyla, polis şiddetinin ve katliamlarının yeni bir örneğiyle çalkalanıyor. Poliste, yargıda, eğitim sisteminde kendi sultasını kuran dinci-faşist parti, manşetlere devlet terörü ve faşist baskıyla şekil veriyor. Bu konuda sözün bittiği yerdeyiz.

AKP’nin işi şansa bırakmamak konusundaki en belirgin tutumu kuşkusuz ki Kürt sorunu üzerinden yansımaktadır. MİT’in İmralı’da kurduğu görüşme masasında sürdürülen “çözüm süreci” denebilir ki son iki yıldır AKP’nin en büyük dayanağı ve silahı durumundadır. İş başına geldiğinden bu yana silahlı Kürt direnişini tasfiye etmek dışında bir amacı olmadığını defalarca göstermiş olduğu halde, son “çözüm süreci” aldatmacasını iki kritik yıl boyunca sürdürebilmek yabana atılacak bir başarı değildir. Bu aldatmacanın Haziran seçimlerine kadar sürdürülmesi için AKP’nin zorunlu bazı esnemeler göstermesi bile gerekmiyor. Zira Abdullah Öcalan ve Kürt hareketi cephesinde beklentiler bir kez daha seçim sonrasına bırakılmış görünüyor. Öcalan ve HDP’nin 6-8 Ekim Kobanê eylemlerinin yatıştırılmasındaki rolü, “İç Güvenlik Yasası” konusundaki tutumu ve nihayet baraj engeline rağmen seçimlere parti olarak girme açıklaması hiç de hayra alamet değil.

Reformist solun seçim hesapları

Bu, aynı zamanda liberal-reformist solun HDK-HDP çatısı altında, bir başka deyişle “demokratik modernite” olarak kodlanan “demokratik cumhuriyet” programı etrafında toplanan kanadının Haziran ayına kadar nasıl bir çizgi izleyeceğini de göstermektedir. Temel hedef, seçim atmosferini ve “çözüm sürecini” tehdit eden militan ve devrimci kitle eylemlerine mahal vermeden, HDP rüyasına kapılan kitleleri parlamenter hayallere yedeklemektir.

Liberal reformizmin öteki ana kanadı, çeşitli tonlarıyla “ulusal cumhuriyetçiler” ise Birleşik Haziran Hareketi olarak sahneye çıkmış bulunuyorlar. Daha ilk günlerinde Taksim Meydanı'nı boşalttırmaya çalışan, direnişi tek çadıra indirmek için uğraşan, direnişin militanlığı ve barikatları karşısında ürküntüye kapılan reformistlerin seçtiği isimle veya mücadele açıklamalarıyla, Haziran Direnişi’nin militan eylemlerini kast etmediklerini söylemeye gerek yok herhalde. Temel hedef Haziran’da meclise bir miktar vekili hareket ettirmekten ibarettir.

Devrimci bir sınıf hareketi için…

Bu iki reformist kümelenmenin, biz komünistler dışındaki irili-ufaklı tüm solu resmen, dışında kalmış görünenleri ise fiilen yedeklemiş olduğu apaçık bir olgudur ve son iki seçimde yeniden tescillenmiştir. Komünistler ise dönemi devrimci sınıf mücadelesinin ihtiyaçları çerçevesinde değerlendirmeye odaklanacaklardır. Bunun anlamı sınıf mücadelesinin gündemlerine yoğunlaşmak, fabrika eksenli sınıf çalışmasına yüklenmektir.

Çözümün sandıklardan değil, devrimci bir sınıf hareketi geliştirmekten geçtiği işçi ve emekçi kitlelere yönelik çağrımızın da esasını oluşturacaktır. Hazırlıkları devam etmekte olan Greif etkinliği, baharın devrimci gündemlerine sınıf cephesinden müdahalenin bir basamağı olabilmelidir. Metal işkolunda tabanın basıncıyla ortaya çıkan grev iradesi, parlamenter hayallerin zehirlediği atmosferi sınıf cephesinden yarma güç ve olanaklarının dünden daha ilerde olduğunu göstermektedir. Liberal-reformist solun buna bile sandık hesabıyla yaklaşacağından hiç kuşku duyulmamalıdır. Sınıf devrimcileri ise sınıf hareketi üzerinden ortaya çıkan veya sınıf içinde potansiyel olarak var olan olanaklara devrimci bir sınıf hareketi geliştirmek ekseninde müdahale etmeye devam edeceklerdir.

 

 

 

 

AKP’nin iki yüzlü taziyesi!

 

Türkiye’de dinci-gericiliğin dayatmalarının hız kazandığı, Ortadoğu’da IŞİD eliyle bu dinci-gericiliğin ne denli vahşileşebileceğine tanık olduğumuz şu günlerde, Paris’te Charlie Hebdo katliamı yaşandı.

Paris katliamının boyutu ve Fransa’da gerçekleşmesi basında genişçe yer bulmasına neden oldu. Türkiye’de de çeşitli yorumlarla katliam işlendi. Türkiye’deki dinci-gerici kesimden, Charlie Hebdo katliamını açıkça selamlayanlar da oldu. Charlie Hebdo katliamını düzenleyen Kouachi kardeşler için Tatvan’da belediyeye ait panoya, “Selam olsun Allah’ın Resulü’nün öcünü alan Kuaşi kardeşlere. Allah şehadetinizi kabul etsin. Siz vurunca demokrasi, biz öc alınca terörizm” pankartı asıldı.

Aczmendi Dergahı’nda ise, “Şehit Kuaşi kardeşler için gıyabi cenaze namazı” kılındı. habercedid.com sitesinde “Fransa’da Charlie Hebdo’ya yaptıkları operasyonla ehl-i küfrün paçasını tutuşturan, aşağılık karikatüristleri cehenneme yollayan yiğit Kuaşi kardeşler için Aczmendi Dergahı’nda gıyabi cenaze namazı kılındı!” haberi yer aldı.

Bu kadar açıktan sahiplenmeyip de katliamı yapanları meşrulaştıran AKP ve yandaş basın cephesi ise ayrıca dikkat çekti. Kışkırtma sonucu böylesi katliamlar yapılabilirmiş gibi Yeni Akit gazetesi, internet sitesinden haberi “Müslümanları kışkırtan dergiye saldırı: 10 ölü” manşetiyle duyurdu. Çoğu gerici yayın da bu koroya Türkiye gazetesinde olduğu gibi katılarak: “Peygamber Efendimiz’e hakaret eden dergiye saldırı: 10 ölü” diye katliamı işledi. AKP yandaşı Star gazetesi, derginin daha önce merkezinin ateşe verildiğini hatırlatarak “Dergi buna rağmen, 19 Eylül 2012’de Hz. Muhammed’e hakaret içeren karikatürler yayımlamış ve pek çok ülkede büyük tepkilerle karşılaşmıştı” ifadeleriyle adeta saldırıyı meşrulaştırmaya çalıştı.
İslami yazarlarca sorunları doğru değerlendirmenin önüne geçen ve hedef saptıran bir rol oynadığı için “İslamofobi” kavramı bu katliam vesilesiyle sık kullanıldı. Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan Paris katliamına ilişkin, “Fransız derin devletinin İslamofobi’yi tırmandırmak için tezgâhladığı bir saldırı! İslamofobi, İslâm’a karşı postmodern yöntemlerle sürdürülen sinsi bir ‘haçlı savaşı’dır” dedi.

Erdoğan’ın “algı” problemi!

“İslamofobi” ya da “İslami değerlerin aşağılanması” şeklindeki açıklamalarla katliamı mazur ve meşru göstermeye yönelik vurgular AKP’lilerin açıklamalarında da vardı. Erdoğan son açıklamasında şunları söyledi: “Son dönemlerde özellikle Batı’da nefret suçunu tahrik etme noktasında çok ciddi gelişmeler var. Olumsuz gelişmeler. Müslümanlara karşı İslamofobi aldı başını gidiyor. Biz Müslüman olarak barış dininin mensupları olarak böyle bir katliam nereden gelirse gelsin böyle bir terör eylemine olumlu bakmamız mümkün değil. Batı’nın ikiyüzlülüğü ortadadır. Biz Müslüman olarak hiçbir zaman terörün katliamların yanında yer almadık. Bu katliamların arkasında ırkçılık, nefret söylemleri, İslamofobi yatıyor. Lütfen bu konularda camilerimizi saldıranlara karşı o ülkelerin yönetimleri tedbirlerini alsın. Bunlar hep tahriktir. Bunlar boşuna yapılmıyor. Sultanahmet’e kadar gelip polisimizi şehit edenler, Dolmabahçe’de polis kulübesine saldıranlar, bunlar bir senaryonun neticesidir. İslam dünyasının üzerinde de oyunlar oynanıyor.”

Erdoğan “batılı” meslektaşlarıyla ikiyüzlülükte yarışmaktadır. Erdoğan ve AKP’sinin IŞİD çetelerine ve diğer gerici örgütlere askeri ve lojistik detek verdikleri gerçeği artık herkesçe malumken, “terör eylemlerine” olumlu bakılmadığının söylenmesi yeterince açıklayıcıdır.

Davutoğlu ise İslamofobi tartışmalarını kastederek, “Bugünlerde ortaya konulan resim geleceğe dönük neler yapılabileceğinin ilk mesajlarını da veriyor. Eğer Türkiye, AB’ye engel çıkarılmamış olsaydı emin olunuz bu kültürel gerilimler bu ölçüde olmazdı. Maalesef son dönemde bu karşıtlıklar üzerinden siyaset yapmak Avrupa’da prim yapar hale geldi. Problemin kaynağı burada. Karşı kültürlere yönelik tahrik edici tutumların getirdiği tepkiler bugünkü tabloyla karşı karşıya kaldığımızı gösteriyor. Bu saldırıyı yapanlar da Müslüman ülkede yetişmiş değiller. Paris’te yetişmiş gençler” gibi bir açıklamayla işin içinden çıktı.

Problemin kaynağı “İslam dinine saldırılar var, buna karşı da böylesi tepkiler veriliyor” şeklinde çarpıtılırken, bir yandan da böylesi örgütlere Türkiye’den silah akıtılıyor. IŞİD’i “öfkeli kalabalık” olarak görüp meşrulaştıran bir zihniyettir karşımızdaki.

Böylesi örgütlerin varlığını bu şekilde meşrulaştırmak gündelik hayatta karşımıza İslami değerlerin dayatılması ve faşizan uygulamalar olarak çıkmaktadır. Zaten Türkiye’de oruç tutmadığı için insanların şiddete uğraması, papaz cinayetlerinde olduğu ya da Alevi emekçilerin maruz kaldıkları türden saldırılar da “dini” duygular bahane edilerek yapıldı. Böylesi saldırılar AKP’nin yaratmak istediği tabloda daha geniş yer bulacaktır. Açıklama açıktır; birilerinin dini duygularına zarar verilmiştir! Şiddetin dozunun bir yerde çok diğerinde az olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Eklemek gerekir ki bu söylem her türden eleştiriye de kapalılık getirmektedir. Gündelik yaşamımızda eğitimden sağlığa toplumsal yaşamın tüm alanlarında dinci-gericiliğin hakim kılınmak istendiği Türkiye’de de bunun sonuçlarının çok farklı olacağını görmek gerekiyor.

Kuşkusuz bu tartışmalar dünya genelinde artan emperyalist savaş ve saldırganlık politikalarının bir parçası olarak beslenen cihatçı çeteler gerçeği ile birlikte ele alınmalıdır. El Kaide ve IŞİD gerçeği bunun ön önemli örnekleridir. Bu politikaların faturasını ise dünya emekçi halkları ödemektedir.

 
§