3 Şubat 2012
Sayı: SYKB 2012/05

 Kızıl Bayrak'tan
Baharı kazanmak için ileri!!
DİSK Genel Kurulu yaklaşıyor
Sermaye saldırıyor
sendikaların eli kolu bağlı
DİSK saldırılara karşı alanlara çıktı
Roboski katliamının gösterdikleri
Güncel gelişmeler ışığında
8 Mart’ta mücadele alanlarına!
Direnişçi işçilere zabıta-polis terörü
Taşeron işçileri ihanetin
hesabını soruyor
Direnişçi Mersin Liman işçileri
Maltepe Belediyesi işçilerinin
direnişini selamladı
Kıdem tazminatı fonu
ve iş güvencesi tartışıldı
Metal İşçileri Birliği
Merkezi Yürütme Kurulu
Şubat Ayı Toplantısı Sonuçları
MİB yeni döneme hazırlanıyor
Dev Sağlık-İş Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ile konuştuk
Gençliğe devrimci baharı kazanma çağrısı
Tıp Öğrenci Kolu (TÖK) temsilcisi Hüseyin Çelik ile konuştuk
BES İzmir Şube Başkanı
Ramis Sağlam ile
22 Şubat grev üzerine konuştuk
“Davos Zirvesi” aynasında
kapitalizmin karanlık geleceği
Finans kapitalin korkusu artıyor
ABD’nin “yeni savunma (savaş) stratejisi
Emperyalist özneler arasında
kuşatma, gerilim ve çatışma-V.Yaraşır
Haydarpaşa ranta kurban
Gazi’de çete saldırısı
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Güncel gelişmeler ışığında…

Yargı ve adaletin sınıfsal karakteri


Son süreçte gündemde sıkça yer tutan ve tartışılan özel yetkili mahkemeler, siyasi cinayet davaları (Hrant Dink, Alaattin Karadağ), yargı paketi vb. konulara ilişkin tartışılanlar yargının bağımsızlığı üzerine söz söylemeyi gerektiriyor. Buradan hareketle yargının ne olduğuna ilişkin açıklık getirmek, düzenin adalet-yargı anlayışını hedef tahtasına çakmak bir ihtiyaç olarak duruyor ortada.

Sınıflı toplumlarda hiçbir kurum ya da kuruluş “sınıflar üstü” ya da sınıfsal çelişkilerden bağımsız değildir. Temel çelişkinin emek-sermaye çelişkisi olduğu kapitalist toplumda da aynı durum geçerlidir. Zira tarihsel sürecin belirli bir aşamasında ortaya çıkan kapitalist üretim tarzı ile birlikte sınıfsal çelişkiler ve çatışmalar kapitalizm öncesindeki sınıfsal karşıtlıklar ve çatışmalardan daha keskin ve nettir. Hal böyle olunca kapitalist düzende devlete-somutta ise mahkemelere, meclise ilişkin söylenen “sınıflar üstü” vb. söylemler kaba bir yalan ve aldatmacadan ibarettir.

Bütün dünyada devletin bir bütün olarak sermaye sınıfının çıkarlarına hizmet ettiği, tüm kurumlarının da bu hizmet doğrultusunda ve uyum içinde çalıştığını saklamaya çalışır burjuva düzeni. İlköğretimden itibaren devletin “sınıflar üstü” bir kurum olduğu, cumhuriyet rejimi ile halkın vekiller seçerek meclisi belirlediği, seçime katılan parti ya da partilerin vekil sayısına göre hükümet kurarak devleti halk adına yönettiği, diğer taraftan yargının da “bağımsız” mahkemelerce gerçekleştirildiği ve nihayetinde yasama-yürütme-yargının kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanılarak birbirlerinden bağımsız çalıştıkları safsatası bilinçlere kazınmaya çalışılır.

Sermaye işçi sınıfı ve emekçi kitleleri sınıf mücadelesinden uzak tutmak için okulda, kışlada, ibadethanelerde sürekli olarak sınıfsal karşıtlıkların üstü örtülerek “millet”, “din kardeşliği” vb. kavramlar ile zihinleri bulandırmaya çalışır. İktidarı kaybetmemek adına işçi sınıfını sınıf mücadelesinden alıkoymak için bu yapılır.

Yargı bağımsızlığı” aldatmacası ve

adaletin sınıfsal karakteri

Kapitalist devletin iç işleyiş mantığına baktığımızda “yargının bağımsızlığı”nın ne kadar saçma bir ifade olduğu görülür. Yargılama dediğimiz kavram mevcut yasalara dayanılarak yapılmakta, meclis ise yasaları çıkarmaktadır. Bu düzenlemeler hükümet eliyle sürdürülmekte, yasalara uymayanlar ise “bağımsız” denen mahkemeler tarafından yargılanmaktadır.

Mahkemeler gibi Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) da sanki özerkmiş, düzenden bağımsızmış gibi gösterilmektedir. Son süreçte HSYK ile ilgili birtakım değişikliklerin bugünkü sorunların kaynağı olduğu ve yargının siyasallaştığına dair yaygara koparan ulusalcı cenah sanki AKP yargıya müdahale etmeden önce yargı siyasal değilmiş gibi bir tablo sunuyor. Olan şudur ki ezelden beri siyasal olan yargı sadece düzen içi iktidar kavgasının ardından el değiştirmiş, dinci-gerici AKP’nin eline geçmiştir. Yargının siyasallığını görmek için hem tarihte hem de güncel planda yaşanan gelişmelere bakmak yeterlidir. Bugün Özel Yetkili Mahkemeler ve Ağır Ceza Mahkemeleri tarafından yerine getirilen siyasal yargılama ve infazlar; 1920’lerde İstiklal Mahkemeleri, 1980’li yıllarda sıkıyönetim mahkemeleri, 2000’li yıllara kadar olan süreçte ise Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından gerçekleştiriliyordu. Geçmişten bugüne, kurulu devlet düzenini korumak için yargı daima siyasal bir kurum olarak işlemiş ve adı değişse de bu amaçla özel olarak mahkemeler kurmaktan geri durmamıştır sermaye düzeni.

Düzenin bütün kurumları bugün bir ahenk ve uyum içinde çalışmakta, günümüz koşullarında olduğu gibi düzen içi çatışmalar bu durumu çok fazla etkilememektedir. Mahkemeler ve yargı sınıfsal tavrını ortaya koymakta, koruyup kollamakla mükellef olduğu sermaye sınıfının çıkarlarına uygun davranmaktadır.

İşçiler “anayasal hak” olarak ifade edilen sendikal çalışma yürüttüklerinde patron tarafından işten atılmakta, açılan davalar ise yıllarca sürebilmektedir. Mahkeme süreci uzatılarak patronlar korunup kollanmaktadır. İş cinayetlerinin ardından açılan davalarda (Davutpaşa, OSTİM vb.) sorumlular aklanmakta, davalar ya göstermelik biçimde bitirilmekte ya da sürüncemeye bırakılmaktadır. Madenlerde, tersanelerde, fabrikalarda oluk oluk işçi kanı akıtanlar mahkeme salonlarında ellerindeki kanı savcıların ve mahkeme heyetinin ellerine döktüğü suyla yıkamaya çalışmaktadırlar. Düzen yargısı efendilerine kol kanat germektedir.

Öte yandan düşünce ve ifade özgürlüğü günümüz koşullarında tamamen ortadan kalkmış, gazetecilik faaliyetleri dahi “terör” kapsamında değerlendirilmekte, basılmamış kitaplar toplatılarak yazarı “örgüt yöneticiliği”nden yargılanmaktadır. Muhalif olan herkesin sesi boğulmaya çalışılmakta, yalnızca duymak isteyenler mahkeme salonlarından taşan sesleri duyabilmektedir.

Hrant Dink davasından örgüt çıkmaması da yine düzen yargısının işlevi ve misyonu hakkında bir fikir vermektedir. Düzen mahkemeleri bugüne dek birçok davada olduğu gibi Hrant Dink davasında da katilleri aklama yolunu tutmuş, ortada bir cinayet duruyorken “örgüt yok” hükmü vermiştir. Diğer yandan parasız eğitim talebi ile eylem yapan, yeri geldiğinde oturduğu iki göz gecekondusunu yıktırmamak için direnenler “terör örgütü” üyesi ilan edilmekte, mahkemeler uşaklığını yaptığı sınıfın isteklerine göre anında örgüt yaratmaktadırlar. Yani mahkemeler eğer isterse anında örgüt de yaratır delil de. Tabii istediğinde de yok eder.

2009 yılında sokak ortasında polisler tarafından yaralı halde infaz edilen TKİP militanı Alaattin Karadağ davasının 6. duruşması geçtiğimiz haftalarda gerçekleşti. Karadağ eli kanlı katiller tarafından sokak ortasında alçakça katledilmiş, açılan davada ise düzen katillerini aklamak için deliller yok edilmiştir. Olay gününe ait bölgedeki MOBESE kayıtları ve işyerlerine ait kamera kayıtları yok edilmiştir. Ortada polis teşkilatı tarafından işlenmiş organize bir cinayet duruyorken Hrant Dink davasında örgüt “bulamayan” düzen mahkemeleri Alaattin Karadağ davasında da delillerin yok edilmesine zemin hazırlamaktadır. Burada da bir kez daha düzen mahkemelerinin ve savcılarının sömürü düzeninin çıkarlarına göre kimi zaman delil yaratarak kimi zaman da delilleri yok ederek çalıştığını görmüş oluyoruz.

Yargının ne kadar “bağımsız” olduğu bu kadar açıktır. Kapitalist düzen sınıfsal çelişki ve çatışmaların her geçen gün daha da keskinleştiği, hayata siyasal ve sınıfsal bir pencereden bakanların kolayından görebileceği yalın bir gerçektir. Günümüz koşullarında adalet burjuva adalet anlayışıdır. Kokuşmuş kapitalist düzen sömürü, baskı ve zorbalıkla ayakta durur ve onun adaleti de bu adaletsizliğin meşrulaştırılmasından başka bir işe yaramaz.

Kokuşmuş burjuva düzenin adaletine karşı

yaşasın proletaryanın devrimci adaleti!

Adaletli bir düzen ancak işçi sınıfının siyasal iktidarı ile güvence altına alınabilir. Sermayenin iktidarı alaşağı edilmeksizin adil bir yargılama ve adalet sistemine kavuşmak olanaklı değildir. Adalet, hukuk ve yargı gibi kavramlar sınıflı toplumlar var olduğu sürece her zaman sınıfsal bir karakter sahibi olacak. Fark şuradadır ki proletarya diktatörlüğü koşullarında da adaletin bir sınıfsal karakteri olacak fakat bu adalet sermayenin adalet anlayışından farklı olacak. Zira toplumun çoğunluğunun siyasal iktidarı elinde bulundurduğu sosyalizmde bu çoğunluğun çıkarlarına göre hareket edilecektir. Öte yandan sermayenin adalet anlayışında ortaya çıkan haksızlığın ise zerresi bile yaşanmayacaktır.

Civan Yiğit