23 Aralık 2011
Sayı: SYKB 2011/48

 Kızıl Bayrak'tan
Emperyalist/siyonist güçler adına “harbe hazırlık”
Sert ve zorlu bir
mücadele dönemi
Zulüm dağlarınızın altında kalacaksınız!
“Özgür basın susturulamaz!”
Emekçiler hakları ve gelecekleri için grevdeydi
“Haklarımıza sahip çıkıyoruz!”
Esnek çalışma saldırısı hız kazanıyor
Maltepe Belediyesi'nde direniş
Bütçe: Sermayeye yağma ve talan, emekçiye yıkım!.
Birleşik Metal Merkez Genel Kurulu gerçekleşti
Partide çalışma tarzı sorunları
Nerden baksan ikiyüzlülük,
nerden baksan katliamcılık!
19 Aralık katliamı lanetlendi, direniş selamlandı!
Gençliğin 19 Aralık etkinliklerinden.
İnsanca yaşanacak ücretsiz yurtlar istiyoruz!
İşkence ve ihlaller sürüyor...
“Katil devlet” itirafı
Tahrir’de direniş sürüyor
Irak’ta emperyalizmin bayrağı dalgalanıyor!
“Karanlığa ışık tut”
TMMOB 2. Kadın Kurultayı gerçekleşti
Enternasyonal yara: Kayıplar
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Nerden baksan ikiyüzlülük, nerden baksan katliamcılık!

H. Eylül

Başbakan Tayyip Erdoğan, 22 Aralık’ta oylanacak Ermeni soykırımı ile ilgili yasa tasarısıyla ilgili Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy’yi tehdit etti. Siyasi, ekonomik, kültürel açıdan bunun bedelinin ağır olacağını söyledi. Kanlı bir tarih üzerine kurulu Türk devletinin başbakanı olan Erdoğan, Fransa’nın Ruanda ve Cezayir üzerinden kanlı sicilini Türk devletinin suçlarını örtbas etmek için dayanak yaptı.

“Tencere dibin kara, seninki benden kara!”

Belirtelim ki, soykırımın inkarını suç sayan yasa tasarısı 13 yıldır Fransız Parlamentosu’nda beklemektedir. Bu son yasa tasarısının bu kadar gürültüyle yeniden gündeme getirilmesinin gerisinde gerici hesaplar bulunmaktadır. Fransız emperyalizmi böylelikle bir yandan iç kamuoyunu oyalamak isterken, diğer yandansa Türk sermaye devleti üzerinde baskı uygulamaktadır. Yani Fransız devleti ikiyüzlülük yapmaktadır. Fakat ikiyüzlülük sözkonusu olduğunda AKP hükümetinin eline kimse su dökemez.

12 Eylül’le hesaplaşma yalanları, “demokratik açılımlar”, “ileri demokrasi” safsataları, yeri geldiğinde Dersim katliamı üzerine atıp tutmalar... Tüm bu konularda Erdoğan ne kadar samimiyse, elbetteki Fransız emperyalistleri de Ermeni soykırımı konusunda o kadar samimidirler. Yani ‘Tencere dibin kara, seninki benden kara!”

Erdoğan’ın yerli Göbbels’lere hazırlatıp seslendirdiği şu sözlere bakın: “Şunu da açıkça ifade ediyorum; eğer Fransız Ulusal Meclisi tarihle ilgilenmek istiyorsa, gitsin, bir zahmet Afrika’da yaşananları aydınlığa kavuştursun. Ruanda’yı, Cezayir’i aydınlığa kavuştursun. Gitsin, Cezayir’de Fransız askerlerinin kaç kişiyi katlettiğini, nasıl katlettiğini, hangi insanlık dışı yöntemleri kullandığını araştırsın. Fransa Parlamentosu gitsin, Ruanda’da 800 bin kişinin katledilmesindeki rolünü araştırsın.”

Bu sözler o ünlü deyişi hatırlatmaktadır: Tencere dibin kara, seninki benden kara!

İşte tarihsel gerçekler.

Sermaye devleti Cezayir’de Fransa’nın yanında saf tutmuştu

Cezayir, 1830 yılında Fransa tarafından işgal edilir. 1962 yılında bağımsızlığını kazanana kadar, Fransız sömürgecileri tarafından asimilasyona tabi tutulur. Hedeflenen Fransız Cezayir’i yaratmaktır. 19. yüzyılın sonlarında bir milyona yakın Fransız artık Cezayir’e yerleştirilmiştir. Göç eden Fransızlara önemli imkanlar sağlanır. Bununla birlikte Fransızlar’ın bölgeye göç etmesi, Cezayirliler’in işsizlik ve yoksulluğunu daha da artırır. Böylelikle Cezayir’den Fransa’ya tersine bir göç hareketi başlar. Fransız sömürgecilerinin istediği de budur.

I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra Cezayir’de Fransız egemenliğine karşı ulusal bir mücadele başlar. Mücadelenin önderlerinden Şeyh Abdullah Ben Badis’in, “İslam benim dinim, Arapça benim dilim ve Cezayir benim vatanım” ifadeleri Cezayir halkının mücadelesinin sloganı olur. Elbette Fransız işgalcileri bunu hoşgörüyle karşılamaz. Şeyh Abdullah tutuklanır, camilerde vaaz vermesi yasaklanır. II. emperyalist savaşın başlamasıyla birlikte Cezayir halkının mücadelesinde bir yavaşlama olur. Zira Fransa, Cezayirliler’in savaşta kendi yanlarında olması halinde savaş sonunda Cezayir’in özgür olacağı vaadinde bulunmuştur. Tıpkı cumhuriyetin kuruluş yıllarında Kürtlere verilip sonradan tutulmayan sözler gibi...

Savaş artık sona ermiştir. Cezayirliler özgürlüklerini elde edebileceklerini de düşünerek ellerindeki bayraklarla Setif kentinde büyük bir gösteri yaparlar. Ancak Fransa bu gösteriyi sömürgeci bir devletin acımasızlığıyla yanıtlar. Cezayir halkı insanlık tarihinin trajik günlerinden birini yaşar. Fransız ordusu havadan ve karadan saldırı düzenlemiştir. Birkaç gün süren bastırma harekatında 45 bin insan hayatını kaybeder. Bu katliam Cezayir’de yeni bir sürece yol açar. Ahmet Ben Bella gibi önderlerin vasıtasıyla1954’de FLN, yani Cezayir Kurtuluş Cephesi kurulur. 31 Ekim 1954’te büyük bir ayaklanma başlatılır.

Bu ayaklanmaya Fransa’nın yanıtı geniş çaplı tutuklamalar ve askeri bir harekat olur. 500 bin kişilik bir Fransız askeri gücü Cezayir’e gönderilir. Artık Cezayir akıl almaz işkencelerin yaşandığı bir yerdir. Binlerce kişi herhangi bir yargılama yapılmadan idam edilir. Fransızlar bölgede kalabilmek için her türlü işkence ve saldırıdan geri durmazlar. Ancak tüm bunlar Cezayir halkının Fransız işgaline karşı direnişini durduramaz. Devamında Cezayir halkının direnişi zaferle sonuçlanır. Fransa Cezayir’de bağımsızlığın yolunu açacak referandumun yapılmasını kabul eder. Yapılan referandumda halkın tamamına yakını bağımsızlık yönünde oy kullanır. Cezayir Fransız sömürgesi olmaktan kurtulmuştur. Bağımsızlığın bedeli olarak ise sadece 1954 ile 1962 yılları arasında 1 milyon Cezayirli hayatını kaybetmiştir.

Türk sermaye devleti ise tüm bu süreç boyunca Fransız sömürgeciliğinin yanında saf tutmuştur. Cezayir’deki katliamlar sırasında Türk devletinin, isyanın bastırılmasında Fransa için silah taşıdığı ortaya çıktı. 1958’de Fransa’nın atadığı kukla hükümeti tanıdı. Dahası 1962’de Cezayir’in bağımsızlığının oylandığı BM toplantısında Fransa’nın yanında yer aldı.

Ruanda’daki vahşet esnasında
Türk devletinden karşı çıkan biri var mı?

Ruanda, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından Belçika’nın payına düşen bir parçadır. Doğal kaynaklar açısından zengin bir yer değildir. Kahve üretiminin dışında önemli bir üretimi yoktur. İşgalci Belçika devleti tarafından, Ruanda halkı zorla kendi ihtiyaçlarının fazlasını üretmek zorunda bırakılır. Ruanda halkının yüzde 90’ı Hutu, yüzde 9’u Tutsi, yüzde 1’i Pigme kabilesinden oluşmaktadır. Bu kabileler yüzyıllardır beraberce yaşamışlar ve aralarında herhangi bir ayrımcılık sözkonusu değildir. Ancak Belçika kalabalık Ruanda’yı kolay bir şekilde yönetmek için bu iki kabile arasında ayrımcılığı körükler. Belçika azınlıkta olan Tutsileri ülkede ayrıcalıklı bir konuma getirerek Hutuların nefretlerini kazanmalarına yolaçar. Belçika sömürge yönetimi Tutsilerin, Hutulara göre üstün olduklarını, Hutuların aşağı bir ırk olduklarını propaganda eder. Bu tür uygulamalar sonuç olarak iki halkı birbirinden uzaklaştırarak düşman hale getirdi.

II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra sömürge yönetimleri bir bir sona ererken bunlardan biri de Ruanda’daki Belçika yönetimiydi. 1962 yılında Ruanda bağımsızlığını ilan etti. Ülkede yapılan seçimleri çoğunlukta olan Hutular kazandı. Bu ise yaklaşan tehlikenin ayak sesiydi. Hutulara dayanan hükümet Tutsileri sürgüne zorladı. Tutsilerin önemli bir bölümü komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldılar. Bu arada hükümet tarafından başka ülkelere yüzbinlerce satır siparişi verildi. Satır verilemeyenlere ise sivri uçlu sopalar verildi. Her şey katliama hazırlık içindi. Fanatik Hutulara bu fırsatı, Hutu asıllı Ruanda Devlet Başkanı’nın uçağının 6 Nisan 1994’te düşürülmesi verdi. Hutular ülkede Tutsi avına çıktılar. Birkaç ay içinde yaklaşık 1 milyon insan katledildi. Ayrıca binlerce Tutsi kadının tecavüze uğradı. Bu vahşete ise BM bayrağı altında ülkede bulunan askeri güçler seyirci kalmıştır. Bu katliamlar sırasında Fransa, Hutuları silahlandırarak ve eğitim vererek büyük bir insanlık suçu işlemiştir. Ruanda’yı 25 yıl aradan sonra ziyaret eden ilk Fransız lider olan Sarkozy, 1 milyondan fazla sivilin ölümünden dolayı bu ülkeden özür dilememiştir. Sarkozy, sadece bu soykırımdan Fransa ve uluslararası camianın sorumlu olduğunu söylemekle yetinmiştir.

Ruanda’da tüm bu vahşet yaşanırken Türk devleti vahşetin durdurulması çağrısını dahi yapmamıştır.

Peki bu topraklarda neler oldu?

“Türkiye’nin tarihinde sömürü, emperyalist yaklaşım” yokmuş. “Bir ülkeyi işgal etmek, ardından da o ülkenin tüm kaynaklarını çalmak” yokmuş. “Dost ve kardeş halklara zulüm, baskı, sindirme” yokmuş. Peki ya sizler; 1915’i, o kanlı tehcir yıllarını, kıyımdan geçirilen 1 milyon Ermeni’yi gizli dosyalarınıza gömebildiğinizi mi sanıyorsunuz? Siz zulüm erbaplarının vicdanı yok diye tüm insanlığın vicdanının olmadığını mı sanıyorsunuz? Kendi yarattığı acıları başka halkların çektiği ızdıraplarla kapatabileceklerini sanan ey gafiller, ellerinizdeki kan sizi ele veriyor.

Fransız emperyalistlerinin Cezayir’de uyguladığı vahşet yöntemini yaşadığınız topraklarda yaptıklarınızla kıyaslayın. Ortada bir fark olmadığını göreceksiniz. “Güneş dil teorisi”, “Takriri Sükun yasaları” Fransız senatosundan mı çıktı? Kandırılan ve cumhuriyetin ilanından sonra verilen sözler tutulmayınca isyan eden Kürt halkına reva görülen zulüm nerede yaşandı? Cezayir’in Şeyh Abdullah Ben Badis’i yüz yılın ilk çeyreğinde bu toprakların Şeyh Said’i değil midir?

Kürtçe’yi kim ve neden yasakladı? Adları yasaklanan insanların doğdukları yerlerin isimlerini de Fransızlar mı değiştirdi? Fransız sömürgeciler bile Cezayirlilere, hepiniz Fransızsınız demez iken, sizler hangi hakla Kürtlere hepiniz Türk’sünüz diyebildiniz? Akla ziyan cehaletle bir ulusu kart-kurt uydurmasıyla dağ Türk’ü yapan o eşsiz buluşun mucidi sizler değil misiniz?

Setif katliamının adı bu coğrafyada Dersim değil midir? Taş taş üstünde kalmayan, derelerinden kan ve ceset akan o Dersim’in Seyit Rıza’sı, bir nevi Cezayir’in de ulusal kurtuluş savaşçısı değil midir? Dersim katliamını yaşamış insanların anlatımları, dönemin zulüm politikalarına en iyi örnektir. 6-7 Eylül olayları, Maraş, Çorum, Sivas kıyımları Cezayir’de yaşananların benzerleridir.

Son 40 yılın kayıtlarına giren 40 bin Kürt insanının katline ferman yazan Fransız sömürgecileri midir? Binlerce “faili meçhul” cinayetin, zorla boşaltılan köylerin sorumlusu Fransız askerleri midir? İşkencelere, tecavüzlere uğrayan, dışkı yedirilen Kürtler Cezayir’de mi yaşamaktadır? Toplu mezarlar ülkesi Cezayir midir?

Jean Paul Sartre’nin dediği gibi “Faşizm kurbanlarının sayısıyla değil, onları öldürme yöntemine göre tanımlanır.”

Sömürü ve katliamcılıkta ortaklığa devam!

Ancak Fransa ve Türkiye arasındaki çıkara dayanan ilişkiler bir süre aksasa bile, kopartılan tüm gürültüye rağmen sürmeye devam edecek. TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner’in Tayyip Erdoğan’la görüşmesinin ardından, gazetecilerin sorularını yanıtlarken sarf ettiği sözcükler ilişkilerdeki bu “sağlam temeli” gösteriyor.

Boyner, ‘’Böyle bir şey gündemde yok. Tabii ki burada hassasiyetin yaratacağı birtakım olumsuzluklar olabilir. Bütün bunları da iş dünyaları göz önüne almak zorunda. Boykot politikaları sürdürülebilir politikalar değildir’’ diyerek bu temele işaret ediyor.

Fransız ve Türk sermayesinin çıkar ortaklığının ne kadar kuvvetli olduğu bilinmektedir. 2010 yılı rakamlarına göre Türkiye, Fransa’nın en fazla ihracat yaptığı ülkeler sıralamasında 6 milyar 264 milyon euro ile 11. sıradadır. Türkiye’nin Fransa’ya 2010 yılı ihracatı ise 5 milyar 402 milyon eurodur. Türkiye’de bine yakın Fransız şirketi faaliyet göstermekte ve yatırımları 8,6 milyar doları bulmaktadır. Yaklaşık 350 Türk şirketinin de Fransa’da girişimleri mevcuttur. Türkiye’nin Fransa’daki yatırımları ise 500 milyon dolar civarındadır. Keza Türkiye’nin turizm gelirlerinin önemli bir bölümü Fransızlar’dan gelmektedir.

Elbette çıkar ortaklığı, sadece, haksız kazancın birikimiyle elde edilen sermayenin iki ülke arasındaki dolaşımından ibaret değildir. Türkiye’nin yeri Libya’nın işgaline hazırlanan emperyalist orduların yanında, NATO şemsiyesi altında Fransa ile aynı safta olmuştur. Tıpkı daha önce Afganistan, Kosova ve Lübnan’da Fransa ile birlikte mazlum halkların katline ortak oldukları gibi. Kuşku duyulmamalıdır ki bundan sonra da emperyalist merkezler arasındaki denge değişmediği müddetçe bu böyle olmaya devam edecek, geçmişleri kanlı olanlar kirli çıkarları için yan yana gelmeye devam edecektir. Öyle ki şimdi de Fransız devletiyle Türk devleti Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalenin iki ortağıdır.

 

 

Devlet teröründe polis-yargı işbirliği

Hemen her gün gözaltı ve tutuklama haberleri yer alıyor basında. Bu saldırılar medyada “terör örgütüne operasyon” ortak başlığı ile yer almakta, topluma böyle sunulmakta ve yıllardır sürdürülen “terör” edebiyatı ile meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.

Devlet terörü somut olarak polis-yargı terörü olarak çıkmaktadır karşımıza. Terörle Mücadele Yasası (TMY) 2007 yılında yeniden düzenlendi ve hemen her eylem yasadışı sayılmaya başlandı. TMY ile düzenin yasalarla tanımak zorunda kaldığı hak ve özgürlükler fiilen geçersiz sayıldı. TMY ile birlikte Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu çıkarılarak polis devletine geçişte önemli bir adım atıldı.

PVSK ile polisin eli güçlendi ve polis teşkilatı bir bütün olarak cinayet şebekesi gibi hareket etmeye başladı. Polis artık TMY ve PVSK’ya dayanarak cinayetlerini yasal kılıf içinde işliyor. Bu saydığımız yasalar sermaye hükümeti AKP’nin kalfalık dönemi dediği sürecin ürünleridir. Bu yasaları tam da demokrasi ve özgürlükler söylemleri ile birlikte çıkarmıştır. Zaten sermayenin ve temsilcilerinin dilinden ne zaman ki özgürlük ve demokrasi sözcüğü düşmeye başlıyor, işte o zaman emekçilerin başında polis terörü eksik olmuyor.

Bu yasal düzenlemelerin ardından polis sokak ortasında yargısız infazları tırmandırmıştır. Sokak ortasında işkencenin yaygınlaşması da bu yasal düzenlemelerin ardından gelmiş, 13 yaşındaki çocukların bedenlerine kurşun yağdırılmış veya sokak ortasında kolları bacakları kırılmış, kafalarına dipçiklerle vurularak hastanelik edilmiş ya da katledilmiştir.

Bu cinayetler burjuva medyanın da çabaları ile meşruluk kazanmış “polisin dur ihtarına uymadı polis ateş açtı” gibi yalanlarla toplumun apolitik kesimleri üzerinde etkili olmuştur. Polis sadece komünistleri, devrimcileri ve muhalifleri değil tüm toplumu hedef almıştır. Yaratılmaya çalışılan polis rejimine herkesin itaat etmesini isteyen sermaye devleti polis terörünü de ayrım gözetmeksizin herkese reva görmektedir.

TMY 2007 yılında değiştirildiğinde “yüzüne fular takmak”, “polise taş atmak” gibi eylemlerin ağır bir şekilde cezalandırılacağı açıklandığında “yok artık” deniyordu. Bugün gözlerimizin önünde cereyan edenler işte 2007 yılında değiştirilen TMY’ye dayanılarak yapılıyor. Yapılanlar sıkıyönetim ve darbe dönemlerinde yaşananları dahi sollamıştır. Örneğin 1980’li yıllarda üzerinden silah çıkan bir devrimci bile polisin eline geçtiğinde birkaç yıl yatıp çıkarken şimdi duvara yazı yazmaktan uzun yıllar tutukluluklar görülmektedir.

Polis terörünü tamamlayan Ağır Ceza Mahkemeleri ve Özel Yetkili Ceza Mahkemeleri de devlet terörünün yargı ayağını oluşturmaktadır. Eski adıyla Devlet Güvenlik Mahkemeleri olarak bilinen bu mahkemelerin özü değil adı değişmiş, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenmiş, yetki alanı genişletilmiştir. Dün olduğu gibi bugün de bu mahkemeler tam anlamıyla ali kıran baş kesen bir biçimde davranmaktadır.

Son süreçte tırmandırılan ve her geçen gün hapishanelerdeki tutsak sayısını katlayan KCK operasyonları da yine TMY ile ortadan kaldırılan temel hak ve özgürlükler kapsamındadır. Gazetecilere ve basın yayın faaliyeti yürüten (yayın yönetmeni vb.) muhaliflere bile “silahlı terör örgütü yönetmek, üye olmak, propagandasını yapmak” vb. suçlamalarla davalar açılıyor.

Devrimci Karargâh, Hopa davası gibi siyasal davalar da polis-yargı işbirliğini gözler önüne sermektedir. Hapishanede saçları zorla kesilen arkadaşlarına destek vermek amacıyla saçlarını kestirenler, hapishanedeki arkadaşlarına sahip çıkanlar terör örgütü üyesi olmakla suçlanıyorlar. 2009 yılının Kasım ayında Türkiye Komünist İşçi Partisi (TKİP) militanı Alaattin Karadağ yoldaşın sokak ortasında yargısız infaz edilmesini protesto eden ve Ankara’da Tekel işçilerinin mitingine katılan BDSP’liler hakkında açılan davanın birkaç gün önce karar duruşması gerçekleştirildi. 10 aydan 2 yıla kadar hapis cezaları verildi Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yoldaşlarımıza.

Alaattin yoldaşı katledenler yeni katliamlar için belinde silahla serbestçe dolaşırken ve yoldaşın katledilmesinin ardından açılan göstermelik davada hiçbir anlamlı adım atılmamışken (elbette bu davadan bir sonuç beklemiyoruz) sokak ortasında infazı protesto edenlere açılan davalarda karar aşamasına gelinmiştir. İşte bu da Ağır Ceza Mahkemeleri’nin ve düzen hukukunun gerçekliğini gözler önüne seriyor bir kez daha. Sözkonusu kendi tetikçileri ve katilleri olduğunda işlemez olan düzen hukuku ve mahkemeleri devrimciler sözkonusu olduğunda ceza üstüne ceza kesmektedir.

Genel olarak devrimcilere ve muhaliflere açılan davalarda, Mahir Çayan kitabının çıkması, yasal matbaalarda basılan ve her yerde kolayca ulaşılabilen yasal gazete ve dergiler, mitinglerde yer alan devrimci platformların pankartı arkasında yürümek, flama taşımak, slogan atmak-attırmak vb. delil olarak konulmaktadır. Tüm bu “deliller” “terör örgütü üyesi” olmanın veya Ankara’da BDSP’lilerin de hakkında açıldığı şekliyle “terör örgütü üyesi olmamakla beraber terör örgütü üyesi gibi davranma”nın kanıtı sayılmaktadır. Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri de iddianamelerin akla mantığa uygun yanına bakarak değil siyasal ve sınıfsal bir tavırla hareket ederek rolünü oynamaktadır.

Sınıfsal karşıtlıkların en sert yaşandığı ve gün geçtikçe sertleştiği kapitalist toplumda adalet, yargı, hukuk vb. kavramlar da birer aldatmacadan ibarettir. Mahkemeler nihayetinde devlet terörünün meşrulaştırıldığı salonlardır. Asıl olarak yargının arkasında siyasal polis gerçekliği yer almaktadır. ACM’lerin duruşmaya ara verdiğinde polis şefleri ile görüştüğü bir sır değildir. İşin görünen kısmında bu böyledir, varın görünmeyen kısmını düşünün bir de.

Civan Yiğit