18 Kasım 2011
Sayı: SİKB 2011/43

 Kızıl Bayrak'tan
Gerici savaş ve saldırganlıkta sınır tanımıyorlar...
Kürt hareketini ezmek için topyekün saldırganlık devam ediyor
Mensur Güzel infaz edildi
“19 Kasım’da Alaattin’in vurulduğu yerdeyiz”
Arsızlığa doymuyorlar!
Esnek çalışma yoluyla
İşsizlik Sigorta Fonu peşkeşi!
Esnek Uzmanlaşma ve Toyotaizm -
V. Yaraşır
Türk-İş Genel Kurulu’na giderken
Güç Birliği toplantıları.
Bursa’da koltuk pazarlıkları…
Birleşik Metal genel kurulları ve derinleşen bürokratik yozlaşma
Yeni bir dönemin başında gençlik çalışması...
“Ekim Devrimi ve parti” etkinlikleri
Avrupa’da siyasal gelişmeler ve
sınıf mücadelesi
Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine - V. İ. Lenin
Wall Street eylemcileri pes etmiyor…
Novartis’te işçi kıyımına tepki...
Kürecikliler Kültür ve Dayanışma Derneği MYK Üyesi İbrahim Duman’la füze kalkanı projesi üzerine....
Tüm Bel-Sen’den İBB’de toplu özleşme…
Yasanın çöpe atılacağına önce yöneticiler inanmalı
Kamu emekçilerine
güvencesizlik dayatması!
Ankara Tabip Odası Başkanı Dr. Bayazıt İlhan’la sağlıkta dönüşüm ve mücadele üzerine
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Avrupa'da siyasal gelişmeler ve
sınıf mücadelesi

Büyük bir mali kriz içerisinde bulunan Yunanistan ve İtalya’da geçtiğimiz günlerde çarpıcı gelişmeler yaşandı. Yunanistan’da mevcut hükümet istifasını sunarken, yerini mali tekellerde üst düzey görev yapmış bir AB bürokratının yönetiminde bir kabine aldı. Hemen sonra ise İtalya’da benzer gelişmeler görüldü. Arsız bir sermaye baronu olan başbakan Berlusconu istifa ederken onun koltuğuna da yine mali sermayenin kıdemli bir yöneticisi olan bir başka AB bürokratı oturdu. Böylelikle de her iki ülkede de seçim yoluyla gelen hükümetler düşerken yerlerini seçme bürokratlar aldı. Zincirleme olarak yaşanan bu değişimin giderek sıradaki bir dizi AB üyesi ülkede de yaşanması genel bir beklenti durumunda.

Yunanistan ve İtalya’daki gelişmeler, işlerin olağan biçimlerde yürütülemediğinin açık bir itirafıdır. Ekonomik ve mali kriz siyasi bir krizle birleşince, egemenler parlamento gibi göstermelik burjuva temsil mekanizmalarını da bir ayak bağı olarak gördüler. Bundan dolayı da her iki ülkede de idare, dolaysız biçimde emperyalistlerin ve mali sermayenin memurlarına bırakıldı. Tıpkı 2001 ekonomik ve mali krizinin ardından Türkiye’de idarenin DB memuru Derviş’in ellerine bırakılması gibi...

Şu durumda açıktır ki bu her iki ülkenin yönetimine dolaysız biçimde tekelci burjuvazi ve gerçekte de Alman ve Fransız emperyalizmi egemendir. Elbette bu yeni bir durum değildir, fakat gelinen yerde bu güçlerin artık bu egemenliği saklamak için paravan kullanmaya gerek duymadıkları görülmektedir. Son gelişmelerin kanıtladığı temel gerçeklerden birisi kuşkusuz ki budur. Öyle ki bu iki ülkedeki siyasal gelişmelerde, bu iki emperyalist güç tayin edici bir rol oynamıştır. AB kurumları aracılığıyla bu ülkelerde uygulanmak üzere ağır ekonomik ve sosyal yıkım programları dikte edilmiştir. Yürürlüğe sokulan programlar fayda etmediği ölçüde ise giderek daha ağırlarıyla değiştirilmiştir. Sonuçta yıkım programlarının uygulanması işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesiyle zorlaştığı ölçüde, olağanüstü yönetim biçimleri de kaçınılmaz olmuştur.

Yunanistan’da mali kriz patlak verdikten sonra kurulan Papandreu hükümetinin akıbeti tam olarak böyle olmuştur. AB tarafından dikte edilen sayısız sosyal kesinti ve yıkım planını uyguladıktan sonra yıpranan bu hükümet, krizin daha da ağırlaşması üzerine gündeme getirilen daha kapsamlı ve acımasız yıkım programını uygulama gücü gösteremeyince AB’nin emperyalist şefleri tarafından kaba ve onur kırıcı biçimde ipi çekilmiştir. İtalya’da ise yarattığı skandallarla yıpranmış ve İtalyan halkının nefretini kazanmış olan Berlusconi’nin varlığı da fırsata çevrilmiş ve ağrısız biçimde bir teknokratlar hükümeti kurulmuştur.

Bu gelişmeler kuşkusuz ki bu ülkelerdeki emperyalist egemenliğin pekiştirilmesi demektir aynı zamanda. Kapitalist kriz, emperyalist-kapitalist sistem içerisindeki eşitsizlikleri büyütürken, öne çıkan büyük güç merkezlerinin egemenliklerinin genişlemesi ve aynı zamanda derinleşmesi anlamına gelmektedir. Yunanistan ve İtalya’da yaşanan da budur. Bu nedenle bu süreç, Alman ve Fransız emperyalizminin, asıl olarak da Alman emperyalizminin artan büyük gücüne ve egemenliğine dolaysız bir kanıt olmuştur.

Diğer taraftan bu gelişmeler yıllardır bir “Uygarlık ve demokrasi projesi” olarak cilalanan AB’nin gerçek niteliğine de ışık tutmuştur. AB gerçekte bir emperyalist egemenlik projesidir. Bugüne kadar sahip olunan ekonomik avantajlar kullanılarak bu projenin üstü bir ölçüde örtülmüştür. Fakat kapitalist krizin derinleşmesi, mali spekülasyonlarla şişirilmiş kredi balonunun patlaması ve artan emperyalist rekabet bu avantajların sonunu getirdi. Bu ölçüde de zayıf halkalarından başlayarak sistem çöküşe geçerken, faturanın da bu ülkelerin emekçilerine çıkarılması gündeme geldi. Bu da haliyle sınıf mücadelelerini şiddetlendirirken beraberinde siyasal bir krizi de ortaya çıkardı. Bu ölçüde AB’nin üzerine geçirilmiş tüm cilalar dökülürken, bu birliğin gerisindeki tüm gerici öz tüm hatlarıyla açığa çıkmış oldu.

Kuşkusuz ki emperyalistlerin bu olağanüstü yönetim biçimlerine başvurmalarının en önemli nedeni büyüyen sınıf mücadelesidir. Mevcut hükümetler, emekçilere yönelik saldırı planlarını uygulayarak büyük bir yıpranmışlık içerisindeydiler ve düzen partileri içerisinde onların yerini dolduracak işlevsel bir alternatifleri de yoktu. Zaten hangi burjuva hükümeti olursa olsun şu durumda uygulayacakları programları da tektir. Bu programlar emperyalist şefler ve mali tekellerin yöneticilerince hazırlanmış ağır yıkım programlarıdır. Bu haliyle de bu programları uygulama iradesi ve gücü bugünkü burjuva parlamenter sisteminin koşullarında ortaya çıkarılamamaktadır. Bu durumda da emekçi düşmanı acımasız yıkım programlarını zaman kaybetmeden sakınmasız bir biçimde uygulamak üzere olağanüstü rejimler ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucu sınıf mücadelesini bastırmak üzere acımasız bir baskı ve zorbalık demektir. Kuşkusuz ki bugünkü olağanüstü rejimler bu yolda atılmış adımlardır ve sınıf mücadelesinin şiddetlenmesine bağlı olarak daha koyu bir gericilik ve daha azgın polis rejimleri olarak yüzlerini göstereceklerdir.

Elbette gelişmeler bu iki ülkeyle sınırlı değildir ve kalmayacaktır da. İki ülkede yaşananlar sistem ölçeğinde bir genelliğe sahip. Dahası sadece AB ile sınırlı da değildir. Ekonomik kriz, derinleşen siyasi bir krizle birleşiyor, beraberinde de sınıf mücadelesi sertleşiyor ve genelleşiyor. Egemenler de bu ölçüde önlemlerini alıyor, olağünüstü rejimleri gündeme getiriyor, gericiliği ve saldırganlığı tırmandırıyorlar. Böylelikle de bugüne kadar paravan olarak kullanılan parlamenter biçimleri bir yana atarak faşist özlerini ortaya seriyorlar.

Bu gelişmeler yaşadığımız çağın, “Bunalımlar, savaşlar ve devrimler çağı” olduğunu bir kez daha kanıtlıyor sadece. Kapitalist bunalım derinleşiyor, emperyalist-kapitalist rekabet keskinleşiyor, emperyalist-kapitalist sistem içerisinde hegemonya mücadeleleri büyüyor, gerici savaş ve saldırganlık politikaları tırmanıyor, sınıf mücadelesi şiddetlenirken, faşist baskı, terör ve gericilik gemi azıya alıyor... İşte çevre sadece bağımlı ülkelerde değil kapitalist metropollerde de tüm bu olgular baş döndürücü bir biçimde ortaya çıkıyor ve her bakımdan olgunlaşıyor.

Bu koşullar da kuşkusuz ki devrim ve devrimci partileri tarih sahnesine çağırıyor. Onların varlığını zorunlu ve acil bir ihtiyaç haline getiriyor.