13 Kasım 2009
Sayı: SİKB 2009/44

  Kızıl Bayrak'tan
  Metal işçilerinin birliği ve mücadelesini örgütlemek için!.
  İnişli-çıkışlı “açılım süreci”
Tayyip Erdoğan, savaş suçlusu
Ömer el Beşir’le
aynı zihniyeti taşıyor
Güler Zere serbest bırakıldı,
onlarca hasta tutsak
ölümle pençeleşiyor..
Şeker işçileri özelleştirme saldırısına
karşı mücadele ediyor!
  Hak-İş bürokratı Salim Uslu 25 Kasım uyarı grevini desteklemeyeceğini ilan etti...
  Kamu emekçileriyle 25 Kasım’ı konuştuk..
  Sınıf hareketinden…
  Keyfi uygulamalara ve baskılara karşı susmaktan başka direniş yoluda var..
  Metal işçilerinin örgütlü birliği için görev başına!t
  Metal isçilerinden
kurultaya çağrı
  Kapitalist kriz tipleri
- Volkan Yaraşır
  6 Kasım eylemlerinden
yansıyan tablo üzerine
  6 Kasım eylemlerinden
  GM patronlarının işten atma tehdidine
Opel işçileri grevle karşılık verdi!
  “NATO’nun adamı” olanlar için
yolsuzluk da, rüşvet de serbesttir!
  Dünyadan işçi ve emekçi
eylemlerinden..
  Ekim Devrimi etkinliklerinden....
  Ulusal soruna devrimci yaklaşımın paradoksları - 1 - M. Can Yüce.
  Eyüp Baş sonsuzluğa uğurlandı.
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Ulusal soruna devrimci yaklaşımın paradoksları - 1 /

M. Can Yüce

Biraz güncel konulardan uzaklaşarak daha genel ve teorik konulara değinmekte yarar var. Bu, güncel gelişmeleri daha derinlemesine kavramamıza, daha kapsamlı ve derinlikli tutum geliştirmemize yardımcı olacaktır.

Ulusal soruna bakış ve ulusal hareketlere karşı devimci tavır konusu, her dönemde tartışmalara, çelişkili yaklaşımlara ve tutum alışlara konu olmuştur. Bu, ta Marks’tan bu yana böyle olmuştur. Günümüzde de yine bu özelliğini önemli ölçüde korumaktadır. (Burada derinlikli ve kapsamlı bir tartışma içine girmeyeceğiz, ancak böyle bir tartışmaya “giriş”, belki daha doğru bir deyişle onun temel sorularını sesli düşünme ve tartışma girişimi olabilecek kısa bir çalışma içine gireceğiz.)

Öncelikle vurgulamalıyız ki, her ulusun kendi kaderini belirleme, geleceği üzerinde söz söyleme ve karar verme hakkı vardır. Bu hak, hiçbir kayıt ve koşula bağlanamaz! Bu hakkın önkoşulsuz kabulü, politik, taktik ve pratik bir konu değil; ilkesel bir konudur!

Anılan hakkın herhangi bir kayıt ve koşula bağlanması, peşinen, o halkın içinde tutulduğu statü ve koşulları meşrulaştırmak anlamına gelir.

Sömürge, ezilen ve bağımlı halkların, ulusların ve ülkelerin kendi kaderlerini belirleme hakları ve bu uğurda verdikleri mücadele, yine kayıtsız ve koşulsuz meşru bir haktır. Bu meşru hakkın reddi veya kayıt ve koşullara bağlanması, hiç kuşku yok ki, kafadan o halklara “içinde bulunduğunuz statüye boyun eğin” öğüdünde bulunma tavrından başka bir şey değildir! Buna hiç kimsenin hakkı olmamalı, hiç kimse bu hakkı kendinde görmemelidir.

Temel kayıt ve koşulların neler olduğunu tarih örneklerinden biliyoruz: K. Marks, Güney Slavlar’ın mücadelesine cepheden tavır alırken, Polonyalılar’ın ulusal mücadelesine büyük bir sempatiyle yaklaşmıştır. Burada temel ölçü, dünya gericiliğinin merkezi sayılan Çarlık Rusya karşısındaki duruştur! Daha sonraki dönemlerde bu, “emperyalizm” olmuştur. Burada ilkesel bir yaklaşımdan çok, politik ve dönemin temel politik dengeleri esas alınmıştır!

Bu konuda sayısız örnek vermek mümkündür, ancak kendi içinde paradoksal olan ulusal soruna ve ulusal harekete karşı devrimci sosyalist bakış ve tavrın da ciddi paradokslar taşıdığını vurgulamak istiyoruz. “Gericiliğin parçası” veya “emperyalist çıkarların ileri kolu” gibi gerekçelerle, söz konusu halk veya ulusların kendi kaderlerini belirleme hakları, evet bu temel hakları göz ardı edilmiyor mu? Bu halklara “köleliğe devam edin”, “sizin geleceğiniz yok, siz ölmeye mahkumsunuz” mu diyeceğiz? Bu, hem “tarihi halklar” kavramıyla açık, hem de politik gerekçelerle dolaylı olarak denilmiştir! Peki, biz, bu hakkı nereden alıyoruz? Konunun bu boyutuyla ilgili tartışmamıza burada bir “noktalı virgül” koyarak daha az önemli olmayan diğer bir boyutuna bakmaya çalışalım:

Evet, “Her ulusun kendi kaderini belirleme, geleceği üzerinde söz söyleme ve karar verme hakkı vardır. Bu hak hiçbir kayıt ve koşula bağlanamaz!” Bu çok açık… Bu ilkesel tutum, devrimci sosyalistler için tek başına yeterli mi? Salt bu boyutla ilgili belirledikleri bu görüş ve bu bağlamda geliştirdikleri tavır yeterli mi? Bu konuda ortaya çıkan temel sorunlar konusunda kayıtsız kalabilirler mi?

Bir halk, bir ulus kendi kaderini belirlerken, bunun mücadele araç ve yöntemlerini geliştirirken, bu süreçte halk veya ulus adına güç biriktirirken, söz ve karar merkezlerini oluştururken “doğrudan demokrasi” yöntemini kullanmadığını, kullanamadığını, kullanma olanak ve koşullarına sahip olmadığını, en azından içinden geçtiği tarihsel koşulların buna elvermediğini hepimiz biliyoruz. Her halkın içinde bulunduğu tarihsel, toplumsal ve politik koşullara göre kaderini belirleme mücadelesini, bunun araçlarını, güç, söz ve karar merkezlerini oluşturduğunu, bunun da en genel anlamda “temsili” düzeyde ve temsil yöntemi ile gerçekleştiğini biliyoruz. Bu sürecin eninde sonunda o halkın toplumsal-sınıfsal güç ilişkilerine oturduğunu da…

Bir halkın meşru hakkı ve bu meşru hakkın meşru mücadelesi, tarihsel pratik içinde, o halkın içinden çıkan ama giderek ona yabancılaşan, onun üstüne çıkan, onun adına iktidar ve güç merkezlerini elinde bulunduran, aynı zamanda o halkla bu bağlamda çelişen somut bir hareket, somut bir iktidar modeli ete kemiğe bürünmektedir. Bu anılan iktidar, daha genel ifadeyle söz ve karar merci, iktidar etme eylemini ve işlemini ulusal kurtuluş, kendi kaderini belirleme hakkı adına meşrulaştırmakta ve giderek dokunulmaz kılmaktadır!

Ortaya çıkan bu iktidar modeli, “politik biçim”, kimi örnek almaktadır, kimin “öğrencisidir”? Ya da bu “yeni model”, o toplumun tarihsel, toplumsal, kültürel ve politik gelişme düzeylerinin çok ilerisinde, onları aşan bir konumda olabilir mi?

Somut olarak ortaya çıkan ulusal hareketlerin iktidar ilişkileri ve yapısı bakımından mücadele ettikleri egemen güçleri ve onların iktidar etme modellerini örnek aldıkları, onların kendilerinin sadece düşmanları değil, aynı zamanda “öğretmenleri” oldukları anlaşılacaktır. Kuşkusuz kendi tarihsel iktidar gelenekleri ve kültürü de temel dayanaklarından biridir. Ancak burada haklı bir istem ve bunun mücadelesi ile buna dayanan bir iktidar modelinin bir bakıma kaçınılmaz paradoksunu, paradoksal kaderini vurgulamaya çalışıyoruz!

Bu soruların dışında somut ulusal hareketin sayısız olumsuzluğu, anti-demokratik yapısı ve uygulaması, hatta dillerinden düşürmedikleri “demokrasi, özgürlük, barış, insan hakları” kavramlarını ayaklar altına alan sayısız pratiği ile ilgili sorular da sorulabilir!

Bu soruların somut yanıtları somut tarihsel örnekler ve veriler üzerinde tartışıldığında ortaya çıkan tablonun ne kadar paradoksal olduğu görülecektir.

Bunlarla birlikte mücadele sürecinde ortaya çıkan bu iktidar modeli, adına mücadele ettiği halk, ulus ve toplum için nasıl bir toplum projesi, nasıl bir politik model ve yaşam geleceği öneriyor? “Zafer” öncesi, mücadele süreci içinde ortaya çıkan iktidar ilişkileri ve bunun toplumun kendisiyle olan ilişkileri bir önceki sorunun yanıtlarını içinde barındırmıyor mu?

Peki, bütün bu soruların yanıtlarının oluşturduğu tabloya devrimci sosyalistler kayıtsız kalabilirler mi? Sömürgeci ve ulusal baskıya karşı ulusun mücadelesini desteklemek ile oluşan hareket ve modelin temel nitelikleri ve somut uygulamaları karşısında ertelenmez devrimci eleştirel tavır, bu ikisini aynı kişilikte veya duruşta birleştirmek mümkün mü, mümkünse ne kadar? Bunun “mümkün” olanını bulmak, ilkeli ve bütünsel yaklaşım açısından kaçınılmaz değil mi?

Başka bir ifade ile ulusal hareketi destekleme ile onun toplumuna dönük, içe dönük yüzünü, yapılanmasını eleştirel bir yaklaşıma tabi tutmak, bunu da ilkesel bir yaklaşım olarak ele almak devrimci sosyalist bakış açısından kaçınılmaz değil mi?

Burada güncel politik gerekçeler, ölçütler, kayıt ve koşullardan söz etmiyoruz. Sorularımızın, onların dayandığı bakış açımızın temel çıkış noktası, yine ilkeseldir!

Buraya kadar anlatılanları biraz daha yalınlaştırmakta yarar var: Ulusal baskıya karşı net, ikirciksiz ve açık tavır; ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı ve bu uğurda verdikleri mücadeleyi peşinen meşru görme ile somut ulusal hareketin toplumsal, ideolojik, politik ve iktidar ilişkilerine, bunun somut pratiklerine eleştirel tavır, bu ikisi, kendi içinde tutarlı bir bütünlük oluşturması gereken bu iki yaklaşım, devrimci sosyalist bakışın ve duruşun kaçınılmaz gereği değil mi? Bunlardan birinin eksikliği, kendi kimliğinde ve tanımında bir tutarsızlığı, “yarımlığı” anlatmıyor mu?

Bu iki yaklaşımın tutarlı bütünlüğünü oluşturmak ne kadar olanaklı oldu? Ya da böyle bir çabadan, teori ve pratikten, söz etmek ne kadar mümkündür?

İlkesel yaklaşım ve bunun pratik uygulanması, doğası gereği çelişkilidir, paradoksaldır! Bu paradoksu aşmak, en azında aşma çabası içinde olmak çok özel bir duyarlılığı, tutarlı bir ilkesel duruşu zorunlu kılıyor. Ne yazık tarihsel pratikler, bu konuda pek parlak örnekler sunmuyor bize…

Bu konuda bir sonraki yazımızda bazı somut örnekler üzerinde durmaya çalışacağız. Son olarak da Kürdistan ulusal sorunu ve ulusal hareketine yaklaşım ve bu konuda ortaya çıkan tutarsızlıklara, paradokslara değinmeye çaba göstereceğiz…

10 Kasım ‘09