15 Ocak 2009
Sayı: SİKB 2009/02

  Kızıl Bayrak'tan
  Ergenekon’un yeni dalgası...
  Direnen Filistin kazanacak!
Ezilen halkların her tür araçla işgalcilere karşı direnişi meşrudur!
Gazze katliamı protestolarından…
“Alevi açılımı”nda son perde…
Vira-Kürşat işçilerinin açlık grevi sürüyor…
  TORGEM Tersanesi’nde ücret gaspına karşı direniş ateşi!
  Bütünlüğü içinde kapitalizmin krizi
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Sınıf çalışmalarından...
  Ümraniye Dudullu’da direnişlerini sürdüren BMİS üyesi Sinter işçileriyle direniş süreci üzerine konuştuk...
  Direnen kadınlar anlatıyor...
  Gençlik hareketinden…
  Gençliğin Filistin’le dayanışma eylem ve etkinlikleri…
  Gerici Gürcistan rejimi ABD uydusu
olma yolunda!
  İşgal, direniş, grev ve sabotaj / 1 Volkan Yaraşır
  Berlin’de Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht anmasına onbinler katıldı…
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Politik aktörler derilerinin rengine göre değil, hizmet ettikleri sınıfların çıkarlarına göre tutum alırlar...

Obama’ya bağlanan umutlar boşa düştü!

İki dönem emperyalist Amerikan rejimini yöneten Bush şefliğindeki neo-faşist ekip yolun sonuna gelmiş bulunuyor. Başkanlığa seçilen demokrat aday Barack Obama, 20 Ocak’ta başkanlık koltuğuna oturarak ABD’de “yeni dönem”i başlatacak.

Hatırlanacağı üzere Obama’nın başkanlığa seçilmesi dünyada geniş yankı uyandırmıştı. Seçim sonuçları “ötekilerin zaferi” ilan edilmiş, hatta bazı çevreler bunu “devrim” olarak nitelendirmişti.

Bu uçuk değerlendirmelerin bir nedeni emperyalist saldırganlık ve savaş politikasını pervasızca icra eden neo-faşist ekipten duyulan rahatsızlıktı. Zira Irak’ı yerle bir eden vahşi işgal, 1 milyonu aşkın Iraklı’nın katledilmesine vesile olmakla kalmamış, bu ülkenin tarihi dokusunu, altyapısını, sanayisini, tarımını… kısacası tüm gelişme dinamiklerini tahrip ederek ortaçağ karanlığına doğru sürüklemiştir. Ebu Garip, Guantanamo toplama kampları, CIA’nin işkence uçaklarından kurduğu filo, işkencenin yasal güvenceye alınması ise, bu vahşet tablosunun sadece ABD’de değil tüm dünyada Bush yönetiminden nefret edilmesine yol açtığı için Obama’nın seçilmesine büyük önem atfedildi.

Bush şefliğindeki neofaşist çetenin icraatları sadece ABD emperyalizmini değil, kapitalist/emperyalist dünya düzeninin barbarlığını gözler önüne sermiştir. Bundan dolayı gerici güçler, Obama’nın seçilmesini kan denizinde yüzen emperyalist Amerikan rejiminin imajını düzeltmenin bir olanağına çevirmek için uğraşıyorlar.

Barack Obama’nın seçilmesine büyük önem atfedenlerin başında liberal budalalar bulunmaktadır. Kapitalizme iman etmiş, serbest piyasaya olduğu kadar neoliberal politikalara da tapınan bu kesimler, Obama’nın seçilmesini “umut tacirliği” yapmanın fırsatına çevirdiler. Obama’nın siyahi olmasını gerekçe gösteren bu çevreler, ABD saldırganlığının sona ereceğini, sorunlara barışçıl çözümler bulanacağını, Filistin, Afganistan, Irak işgallerinin son bulacağını iddia etmiş, Amerika’daki göçmenlerin maruz kaldığı ırkçılığın sona ereceği “müjdesi”ni vermişlerdi.

Bir politik figürün deri rengine bakarak ona bir takım meziyetler vehmetmek, kitleleri aldatmak için uydurulan bir yalan değilse eğer, düpedüz budalalıktır. Zira politik aktörler derilerinin rengine göre değil, temsil ettikleri sınıfın çıkarlarına göre tutum alırlar. Nitekim hem baba Bush hem oğul Bush yönetimlerinde üst düzey siyahi aktörler yer aldı. Baba Bush yönetimi 1991’de “Kuveyt’i kurtarmak” adına Irak’a saldırı kararı aldığında, uygulayan emperyalist ordunun başında general Colin Powell bulunuyordu. Saddam ordusunun geri çekilmesi sırasında 200 bin Iraklı askeri gereksiz yere yakarak katletme emrini veren Colin Powell’ın siyahi olduğu unutulmamalı. Aynı Powell, oğul Bush yönetiminin ilk döneminde dışişleri bakanı koltuğuna oturarak, Irak işgalinin baş sorumluları arasında yer almıştır. Neofaşist çetenin etkin siyahi isimlerinden biri de ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’dir. Diğerlerinin yanısıra bu iki siyahi aktör, Afganistan, Irak, Filistin, Lübnan ve diğer coğrafyalarda dökülen kanlardan birinci derecede sorumludur.

Hal böyleyken deri rengine bakarak Barack Obama’ya bir takım meziyet atfetmek abesle iştigaldir. Nitekim Obama’nın kendini belli etmesi için başkanlık koltuğuna oturmasına bile gerek kalmadı. Ekibini oluştururken ırkçı-siyonistlere özel bir ağırlık veren Obama’nın, Filistinli kanı dökenleri çevresinde toplaması başkanlık koltuğuna oturduğunda izleyeceği politikalar hakkında fikir vermiştir.

İlk beyanlarında ise Afganistan işgalini üstlenen savaş aygıtı NATO’ya takviye güçler vaat eden Obama, ırkçı-siyonist İsrail rejiminin vahşi kıyımına dair konuşmaktan da özenle kaçındı. Gazze yerle bir edilene, bine yakın Filistinli katledilene kadar suskun kalan Obama’nın “başkan değilim”, “iki başlılık görüntüsü vermek istemedim” türünden gerekçelerine itibar eden olmadı. Çünkü her olay hakkında konuşan Obama, sözkonusu İsrail’in vahşi katliamları olunca susmayı tercih etti. İki hafta sonra konuştuğunda ise, hem İsrail tarafında hem de Filistin tarafında sivillerin ölmesini “içler acısı” olarak niteleyen siyahi başkan, “Açıkçası bu, yıllardır süren sorunu çözmeye çalışmak için daha kararlı olmamı sağlıyor” demenin ötesine geçemedi.

İlk dış gezisini İsrail’e gerçekleştiren Obama’nın Kudüs’ü “siyonist devletin bölünmez başkenti” ilan etmesi, daha baştan kimin safında yer alacağının somut göstergesi olmuştu. Bu durumda Barack Obama’nın siyonist barbarlık karşısında iki hafta sessiz kalmasının bir anlamı olabilir; o da, “Bush yönetimi zaten benim fikirlerimi savunuyor, ne gerek var konuşmama” şeklinde özetlenebilir. İki hafta sonra söylediği iki cümlenin başka bir anlamı yoktur. İsrail savaş makinesi bine yakın Filistinliyi katletmişken “iki tarafta sivillerin ölmesi” söylemi ancak tiksinti uyandırabilir.

Obama’nın tutumu inanmış burjuva liberallerini bile hayal kırıklığına uğratmış görünüyor. Zira seçildiğinde estirilen havadan, başkanlık koltuğuna oturmaya hazırlandığı sırada eser kalmamıştır. Kapitalizme değil, yarattığı vahşi sonuçlara karşı çıkmakla yetinenler, bir kez daha pazarladıkları “iyimserlik efsunu” ile baş başa kalmışlardır.

Barack Obama’nın tutumu utanç verici olmakla birlikte son derece akılcı ve mantıklıdır. Zira o, emperyalist Amerikan rejiminin bir dönem başkanlığını yapmaya memur edilmiş biridir. Niyeti olsa bile, Obama, kan denizinde yüzmeden ayakta duramayan emperyalist Amerikan rejiminin bir vidasını bile değiştiremez. Görüntüyü kurtarmak adına yapması muhtemel değişikliklerin ise, öze değil biçime dair olacağından kuşku duymamak gerek.

Emperyalist saldırganlığın halklara yaşattığı tarifsiz acıların son bulmasını samimiyetle isteyenlerin, vahşi kapitalizmin temsilcilerinden medet ummak değil, anti-kapitalist/anti-emperyalist birleşik direnişi örmektir.


İMF görüşme ve tartışmaları

8 Ocak tarihinde Türkiye’ye gelen Rachel van Elkan başkanlığındaki IMF heyeti, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’i makamında nezaket ziyaretiyle resmi temaslarını başlatmıştı. Bu görüşmeye, IMF Türkiye Masası Şefi Rachel van Elkan, IMF Türkiye Temsilcisi Hüseyin Samei ile Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakçı da katılmıştı.

Heyetin Maliye, Merkez Bankası, DPT, BDDK gibi kurumlarda çalışmalar yürütmek, bankacılık ve reel sektör temsilcileriyle görüşmek gibi etkinlikler için Ocak ayı sonuna kadar Türkiye’de kalması bekleniyor. Hükümetten yapılan açıklamalara göre görüşmeler Şubat ayında da sürecek.

Görüleceği gibi tablo, her zamanki olağan tablodur.

Oysa, daha ziyaretin 3-5 gün öncesine kadar hükümet, Erdoğan’ın ağzından esip yağıyordu. İMF’ye muhtaç olmadıklarını, ülkeyi İMF’ye muhtaç durumdan kurtardıklarını, yola İMF’siz de devam edebileceklerini anlatıp duruyordu. Ve medyada boy gösteren düzenin anlı-şanlı ekonomistleri de, sanki Tayyip Erdoğan’ın söylemleri zerre kadar gerçeklik taşıyormuş gibi, “İMF’ye muhtaçlık” yaygarası koparıyordu.

Oysa her iki taraf da gerçeği tek taraftan, İMF tarafından görüp/gösterme gayretindedir. Cambazlıkla, sahtekarlıkla kitleleri kandırma, oyalama taktiğidir.

Erdoğan’ın söylemindeki sahtekarlık, İMF’ye muhtaç olmadığımız değil, Tayyip Erdoğan ve hükümet muhtaç olduğu halde, bu ülkenin aslında onlarsız hiç de muhtaç olmayacağı gerçeğini popülist bir söyleme malzeme yapmasındadır. Burjuva ekonomistlerin sahtekarlığı ise, öncelikle, inanmadıkları halde Erdoğan gerçeği söylüyormuş gibi yaygara koparmaları, bu arada, gerçek olmadığı halde İMF’ye ne kadar muhtaç olduğumuz propagandasına girişmeleri. İşin propaganda kısmını, İMF görüşme ve anlaşmalarına paralel bir rutine oturmuş olduğundan artık ezberledik. Bu yıl değişik olan, bir, Erdoğan’ın popülizmi üzerinden demagoji yapmaktır. İkincisi ise, kriz bahanesiyle İMF’nin yaptığı popülizmi (krizdeki ekonomileri kurtarma operasyonu) kullanarak yalan üretmektir. Buna göre güya, bu yıl görüşme ve anlaşma farklı olacakmış!..

Oysa gerçek tüm çıplaklığı ile İMF’nin adında görünmektedir. Para, yani kapital, karakteri gereği başkalarını kurtarma aracı değildir. Kimin elinde ise onu kurtarabilir elbet. Fakat el değiştirdiğinde, örneğin konumuzda olduğu gibi borç olarak başkasına verildiğinde, verenin amacı hiçbir koşulda “kurtarma” olamaz. Borcu alan kendini bazı sorunlardan kurtarmayı amaçlasa da bu böyledir. Borç veren de bunu alacağı faiz için verir. Bu durum, kurumsal olduğunda bireyselden daha fazla böyledir.

İMF görüşmeleri vesilesiyle toplanan ve İMF ile hükümete yeni stand-by’dan kimi beklentilerini açıklayan TOBB’un taleplerine göz atılırsa, borç almaya çalışan Türk devletinin amaçları arasında da krizin kimi etkilerinden devleti ”kurtarmak” gibi bir maddenin bulunmadığı görülecektir. Kuşkusuz devlet bu parayla yine bir takım “kurtarma” operasyonlarına girişecektir. Ancak bunun üretim alanlarına yönelik olmayacağı açık. Kredi garantisi istiyor patronlar. Krizin patladığı kaynak finansal olduğu oranda, kurtarma operasyonları da para merkezlerine yöneliyor. Başta ABD olmak üzere kimi devletlerin ilk tedbirleri de bu yönde olmuştu nitekim.

Sonuçta İMF’ye yine biz borçlanacağız, yine bizden toplanıp ödenecek. Ama kriz nedeniyle işsiz ve aç kalan da yine biz olacağız. İMF’den gelecek para da kredi faizlerini güvenceye almak adına para kasalarına akıtılacak.