Sermaye devleti ABD'nin ve siyonizmin hesabına asker göndermek niyetinde...
Geçit vermeyelim!
Güney Lübnan'a yerleştirilmek üzere, “barış gücü” adı altında bir uluslararası işgal gücü oluşturma çabaları sürüyor. Halihazırda, başta Fransa ve Almanya olmak üzere birçok devlet asker göndermek konusunda oldukça temkinli davranıyor. Bu devletlerin temel kaygısı, bu gücün esas olarak İsrail'in yarım bırakmak zorunda kaldığı işi üstlenmek zorunda kalacak olmasıdır. Böyle bir durumda, bugün ne tür bir iddiada bulunursa bulunsun, burada askeri güçleriyle konumlanan hiçbir devlet Ortadoğu batağına saplanmaktan kurtulamayacaktır. Zira, oluşturulacak askeri gücün görev tanımı muğlak olduğu gibi, ilgili BM kararları da Hizbullah'ın silahsızlandırılmasını hedef olarak göstermektedir. Bütün bunlar, sözkonusu askeri gücün, ABD emperyalizmi ve siyonizmin çıkarları uğruna saf tutacağı anlamına gelmektedir.
Bu nedenle Fransa ve Almanya gibi emperyalist güçler binbir dereden su getirerek bu işten kaçınmaya çalışırken, Türkiye'nin egemen sınıf iktidarı, tam tersine istekli bir görüntü çiziyor. AKP hükümeti bunun için şu günlerde yoğun bir diplomasi trafiği yürütüyor. Dışişleri Bakanı peşpeşe İsrail, Lübnan ve Suriye'ye ziyaretlerde bulundu. MGK toplantısında bu konu görüşüldü. Yayınlanan sonuç bildirgesinde, her ne kadar bu gücün “sosyal yardım” amaçlı olması gerektiğinden bahsedilse de, teknik hazırlıkların yoğun biçimde sürdürüldüğünün de altı çizildi.
Devlet cephesinden süren yoğun hazırlıkların diğer yönünü ise, halkın manipüle edilmesi oluşturuyor. Bunun için burjuva medya tam anlamıyla seferber olmuş durumda. Tıpkı 1 Mart tezkeresi öncesinde olduğu gibi, asker göndermenin “büyük ülke” olmanın bir gereği olduğu propaganda ediliyor. Yanısıra asker göndermekten geri durmanın faturasının büyük olacağı hatırlatılarak, 1 Mart tezkeresinin geçmemesinin ardından ABD'nin yaptığı muameleye işaret ediliyor. Dahası, neredeyse bugün halkın yaşadığı her türlü sorunun kaynağı olarak 1 Mart tezkeresinin geçmemesi gösterilmeye çalışılıyor.
Düzen cephesinden yürütülen bu çok yönlü hazırlıkla oluşturulmaya çalışılan görüntü şudur: Türkiye büyük bir güç, bölge halkları tarafından sempatiyle karşılanıyor, öyle ki tüm dünya Türk askerinin Lübnan'da görev almasını istiyor! Gül'ün İsrail-Lübnan ve Suriye diplomasisinin sonucunda böyle bir sonuç çıkarılmış bulunuyor. Güya Türk askeri, tarafların daveti ve isteği doğrultusunda Lübnan'a gidecekmiş. Diğer taraftan, kendi askeri güçlerini göndermekten kaçınan emperyalist güçler de Türk askerinin bölgede olmasını istediklerini açıklıyorlar. Örneğin, oluşturulacak askeri gücün komutasını almaya gönüllü olduğunu ilan eden İtalyan devleti, bu tutumunun Türk askerinin gelmesine bağlı olduğunu belirtme gereği duyuyor. Belli ki, ilk önce ateşe atlayacak olanın belirlenmesi konusundaki tartışmada bu güçler, bu işin ABD'nin taşeronu olmakla nam salmış Türkiye ve ordusuna düştüğü konusunda hem fikirler. Onların bu tavırları, Soros'un “en iyi ihraç malınız ordunuz” ifadesinden farksızdır. Sermaye iktidarı, emperyalistler tarafından sırtı sıvazlanarak, bu kirli işi tutmak üzere yüreklendirilmeye çalışılmaktadır.
Durum bu iken, düzen cephesi, gerçekte aşağılayıcı bu tutum ve davranışların muhatabı olmayı büyük bir “onur” olarak lanse etmeye çalışmaktadır. Bunun, kirli bir işi üstlenmeye gösterdiği istek ve cesaretten dolayı efendisi tarafından pohpohlanan uşağın tavrından farklı bir yanı bulunmamaktadır.
İşbirlikçi uşak takımının batağa saplanmak için gösterdiği bu heves, onun geleceği görememesinden kaynaklanmıyor. Irak'ta ABD'nin, Lübnan'da İsrail'in saplandığı batak işgal gücü olarak Ortadoğu'ya gitmeye hazırlananların akıbetini de gösteriyor. Fakat ABD emperyalizmine uşakça bağlılık sermaye iktidarının başka türlü davranmasına izin vermemektedir. Bu bağlılığın kökleri oldukça derin olmakla birlikte, ABD'nin son dönemde düzen siyasetine ve ordu üst kademesine yönelik müdahalelerinin hedefinde de bu türden sınırsız bir hizmetin gerekleri bulunuyor. Artık efendinin uşaktan beklediği görev anı gelip çatmıştır. Efendinin bu tür bir görevin bir kez daha ihmal edilmesi durumunda ne yapacağı da belli olduğuna göre, cephenin yolunu tutmak dışında bir yol görünmemektedir.
Böylesine kölece bir bağımlılık içerisindeki sermaye iktidarını bu uşaklıktan alıkoyacak tek güç işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesidir. 1 Mart tezkeresinin geçmemesi, düzen içi çatlakları (ki bu çatlakları büyüten de esasta emekçi halkın muhalefetidir) bir yana bırakırsak, esasta böyle bir mücadelenin ürünü olmuştur. Eğer 1 Mart tezkeresi engellenmeseydi, sermaye iktidarı emekçileri ve onların çocuklarını cepheye sürecek, Irak halklarının kırımının suç ortağı yapacaktı.
Bugün gelinen nokta da farklı değildir. Dahası, atılan adımlar, bir bütün olarak Ortadoğu'yu kan gölüne dönüştürecek daha kapsamlı emperyalist savaşların hazırlığıdır. Lübnan'da oluşturulan askeri güç, emperyalistlerin cephe hazırlığından başka bir şey değildir. Dolayısıyla, bugün “barış gücü” adı altında asker gönderilmesi, böyle bir cephede konumlanmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
İşçi sınıfı ve emekçileri bu bilinçle, asker gönderilmesini engelleyecek bir mücadele hattında birleştirmek hayati bir önem taşımaktadır. “Emperyalizmin ve siyonizmin askeri olmayacağız!” tutumu etrafında örülecek bu yönde bir kampanya için tüm devrimci ve ilerici güçler harekete geçme sorumluluğu ile yüzyüzedir. Bu doğrultuda örgütlenecek kampanyanın bir yönü, işçi ve emekçileri uyarmak-bilinçlendirmek için yürütülecek yaygın ve yoğun bir aydınlatma faaliyeti olacaktır. Elbette bu faaliyet en küçüğünden en militanına etkili ve güçlü eylemlerle tamamlanmalıdır. Emperyalistlerin savaş ve saldırı cephesine katılımı engelleyecek karşı savaşı içerde işbirlikçi uşaklara karşı açmak, günün ertelenemez görevleri arasındadır. |