27 Mayıs 2006 Sayı: 2006/20 (20)
  Kızıl Bayrak'tan
  Düzen cephesinde sertleşen iç mücadelenin yeni aşaması
  Kızışan düzen içi çelişkiler ve ötesi
  Genelkurmay Başkanı'nın “halk tepkisi”ne övgüsü!
  Ekonomide dalgalanma ve faturayı emekçilere ödetme hazırlıkları
  Lastik'te ölümü gösterip sıtmaya razı ettiler
  DESAN Tersanesi'nde direniş kazandı! .
Sermayenin has uşağı Ecevit'e burjuva medyasından sahte övgüler!
Yerel işçi kurultaylarından İstanbul İşçi Kurultayı'na doğru
“Birleşik, devrimci, militan bir sınıf hareketi yaratmak gerekiyor!”
İşyerlerinde kreş açma zorunluluğu da saldırı hedefi!
Artık “Yasalar işçilere bedel ödetmek” için vardır… Öyleyse “ne yapmalı”?/ Yüksel Akkaya
  Devrimci sınıf sendikacılığı ve BMİS gerçeği
   BMİS sendikal hak ihlallerine karşı forum gerçekleştirdi
   THY yağmasına “halka arz” kılıfı
   Serna-Seral grevi 250. gününde sona erdi
  MENSA işçileriyle konuştuk... “İşimizi istiyoruz!”
  Belediye-İş 2 No'lu Şube Başkanı Hasan Gülüm ile röportaj; "hakim sendikal anlayışa cepheden bayrak açılmalı"
  Yıldız Teknik Üniversitesi'nde soruşturma terörü
  Anma etkinliklerinden..
  Ekvador yönetimi de petrolü kamulaştırma kararı aldı
  Irak'ta yeni kukla hükümet kuruldu
  Rusya ve Çin İran'a askeri saldırıya onay vermiyor
  Yeni bir 28 Şubat / Kürdistan Devrimci Sosyalistleri
  Sermaye düzeninin çeteleri bir genci daha katletti
  Neredeeen Nereye/ Ergin Yıldızoğlu
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Yeni bir 28 Şubat

Askeri darbeler artık yöntem değiştirdi. Darbeler artık alacakaranlıkta henüz şafak sökmeden tankların stratejik binaları tutması, darbe bildirilerinin TV ve radyolarda okunması, hükümete el konulması, “önemli” kişilerin gözetim altına alınması biçiminde ve bir anda, çok kısa bir zaman içinde, sert, çıplak ve korkutucu hareketlerle olmuyor. Şimdi darbeler biçim değiştirdi, zamana yayılmış bir süreç içinde gerçekleşiyor. Görüntüde herşey yerli yerinde duruyor; hükümet, meclis, partiler; ordu, tanklar, miğferli askerler ve diğerleri… Ama gerçeklikte değişen çok şey var…

Artık “tank paletlerinin” ürkütücü sesiyle uyanılmıyor. “Sivil kuvvetler”, “sivil toplum örgütleri”, andıçlanmış medya harekete geçiriliyor, hükümet üzerinde dozu ayarlanmış ve gün geçtikçe artırılan bir psikolojik savaş uygulanıyor. Bu sürecin politik alt yapısı sahte operasyonlar, şiddet eylemleriyle hazırlanıyor, devletin temelli korkuları bunlarla gündeme taşınıyor: “Vatan bölünüyor,”, “Laiklik elden gidiyor”, “Laik ve zinde güçler zaman yitirmeden harekete geçmeli ve bu büyük tehlikelere karşı tavır almalı” nidaları yükseltiliyor, tam bir koro biçiminde ve yürekleri teslim alacak düzeyde…

Bu sürecin baş aktörü ve onun her düzeydeki kolları da hayli deneyimli, örgütlü, planlı ve güçlüdürler! Bu, aslında geçmişteki çıplak askeri darbelerin de baş aktörüydü. Tarihi cumhuriyetin tarihinden daha eskilere dayanır, Teşkilat-ı Mahsusa onun “iftiharı medarıdır”! Kimi zamanlar o kadar pervasızlaştı ve kendinden geçti ki, kendini açığa vurmadan edemedi. Susurluk ve Şemdinli bunlardan sadece en çok bilinen ve tartışılanları oldu. Bu baş aktör ve güç, orduyu ve devleti yöneten özel savaş aygıtından başkası değildir. Buna “derin devlet”, “devletin çelik çekirdeği”, kontrgerilla da deniliyor. Adı ne konulursa konulsun dikkat edilmesi gereken temel bir nokta var. O da şu: Bu özel savaş aygıtı, Teşkilat-ı Mahsusa'ya kadar uzanan, cumhuriyeti kuran ve o günden bu yana devleti yöneten, politikalarını belirleyen TC'nin özünden, beyni ve omurgasından başkası değildir. Cumhuriyet tarihi incelendiğinde, en temel dönemeç noktaları değerlendirildiğinde bu gerçeklik çok çarpıcı bir biçimde görülecektir… “Ülkesi ve milletiyle bölünmez bütün olan laik cumhuriyet” devletin resmi ideolojisidir, hem devleti ve toplumu yönetmede, hem de gerçek iktidar gücünü elde tutmada bu resmi ideoloji, bu değişmez program çok temel bir araçtır; sadece bir araç değil, amaçlaştırılan, kutsallık atfedilen bir din düzeyine de çıkarılan büyü, tapınılması gereken korkutucu bir tabudur da! Bu, ona çok büyük bir güç kazandırır, gücünü ve yönetme yeteneğini bilinenin, algılanabilenin ötelerine taşır…

17 Mayıs günü Danıştay 2. Dairesi'ne yapılan saldırı, bir “yüksek” yargıcın ölmesi ve birkaçının yaralanması, ardından “bindirilmiş kıtaların” meydanları doldurması, “laik güçlerin” cenaze törenlerini bir gövde gösterisine dönüştürmesi, bu gösteride bakanların yuhalanması, fiili saldırı ile karşı karşıya kalmaları, bu tepkiyi önceden sezen veya haberini alan T. Erdoğan'ın törene katılmayışı, bakanlara korkulu anlar yaşatan gösterinin Genelkurmay Başkanı tarafından “süreklileştirilmesi gereken” “takdire değer” eylemler olarak değerlendirilmesi yürütülen psikolojik savaşın bir tablosunu sergilemektedir.

Bu son gelişmeler ve çizgileri net ortaya konulan “farklılıklar”, varolan hükümetin ipinin de kesin bir biçimde çekildiğini göstermektedir. Açık ki hükümet erken bir seçime zorlanıyor. Yeni cumhurbaşkanının bu meclis tarafından değil, yeni seçimle oluşacak meclis tarafından seçilmesi isteniyor. İslamcı geçmişe sahip, düzene ve emperyalist sisteme kendisini kabul ettirmek için kılıktan kılığa giren, “değiştik-dönüştük” imajını yaratmak için sayısız çaba içine giren, yine AB'ye uyum paketleriyle içte ve dışta ittifak güçlerini hazırlamaya çalışan AKP'nin devlet içinde stratejik bir öneme sahip, ordu açısından çok önemli görülen cumhurbaşkanlığı makamını kapmasını istemiyorlar. Kuşkusuz sorun tek başına cumhurbaşkanlığı seçimi değildir; sorun bütün iktidar iplerini elde tutmak ve bu konuda bir gediğin oluşumunu engelleme sorunudur. Cumhurbaşkanlığı seçimi, pratik önemi kadar sembolik değeri önde olan bir konudur!

Belli ki bu hükümet artık bir engel olarak görülmekte, fiili olarak işlevsizleştirmenin yanısıra vitrinden de uzaklaştırılmak istenmektedir. Eskiden bu çıplak darbeyle bir anda olurdu, şimdi ise zamana yayılmış ve süreklileştirilmiş, planlanmış psikolojik savaşla yapılmak istenmektedir… Bunun kararı bugün verilmedi. Bu karar, 2004 yılının ortalarına kadar uzanır. Öcalan üzerinden Kongra-Gel'e aldırılan “yeniden savaş kararı” bu “postmodern darbenin” bir bakıma startı niteliğindedir. Özel savaş aygıtına iç ve dış politikada güçlü ve sürekli kullanabileceği bir gerekçe, daha doğrusu bir bahane gerekliydi; bu, “terörle mücadele” bahanesinden başkası değildi… Nitekim pratikte de öyle oldu.

Hükümetin bu bahaneye karşı herhangi bir karşılığı yoktu, tersine olaylar tarafından sürüklenmekten öte bir şey yapmadı. Hatta bu konuda daha katı, keskin ve özel savaşçı bir duruş sergiledi. Sandı ki bu “vatanperverlik” yarışında orduyu sollayacak ve ordunun hamlesini dengeleyebilecek! Ama bu bir hayaldi… 2005 Newroz'unda Mersin'de sergilenen “Bayrak provokasyonu” ile “postmodern darbe” yeni bir aşamaya taşındı. “Terörle mücadele” ve “laikliği koruma” bahaneleri ile özel savaş aygıtının inisiyatifi genişlerken, hükümetin hareket alanı daraltıldı. Kürdistan'da cinayetler, kayıplar, çok yönlü operasyonlar, bombalamalar dozu arttırılarak devam etti. Şemdinli vakasında, özel savaş aygıtı suçüstü yakalandı. Bu vaka ile ordunun gerileyeceği, en azından belli bir bekleme sürecine yatacağı bekleniyordu. Ancak tersi oldu, daha atak davrandı, her düzeyde başlayabilecek hareketlere karşı bastırıcı davrandı. Van Cumhuriyet Savcılığı'nın hazırladığı Şemdinli iddianamesi özel savaş aygıtının suç pratiğine dokundu, sorumluluğun Kara Kuvvetleri Komutanı, Genelkurmay Başkanı adayı Büyükanıt'a kadar uzandığını yazdı. Genelkurmay bu belgeyi bir karalama ve ordunun dokunulmazlığına, gerçek iktidar yasasına bir dil uzatma olarak değerlendirdi ve tam anlamıyla harekete geçti. Bu, basına “gizli ültimatom” olarak yansıdı. Bu belgeyi hazırlayanların, buna destek sunanların kellesini istedi. Hükümet bu dayatmaya boyun eğmekten başka bir şey yapmadı. Savcı meslekten ihraç edildi, bir polis şefi görevden alındı. Hükümet de siyasal ve psikolojik olarak büyük bir yara aldı.

Hükümet üzerindeki baskının artırılması tek başına yetmiyordu. Aynı zamanda varolan kimi hakların gaspedilmesini öngören, özel savaş aygıtının yetkilerini artıran, daha doğrusu keyfi ve zorba uygulamalarının hukuki alt yapısını güçlendiren Terörle Mücadele Yasası kısa sürede Meclis gündemine indirildi. Bu yasanın kısa sürede Meclis'ten geçeceği bilinmektedir… Böylece toplumu susturma ve mücadele olanaklarından yoksun bırakmanın yasal zemini de güçlendirilmiş oluyor…

Fakat bütün bunlar yeterli değildi. Hükümetin çözülmesi, erken seçime zorlanması gerekiyordu. Yargıtay 2. Dairesi'ne karşı geliştirilen silahlı baskın, bu baskın sonucunda bir yargıcın ölmesi ve birkaçının yaralanması, darbe sürecinin finale taşındığını göstermektedir. Yapılan cenaze töreninde bakanların karşılaştıkları fiili saldırı, bu törenin açıkça hükümet karşıtı bir eyleme dönüştürülmesi, daha da önemlisi Genelkurmay Başkanı'nın bu gösterileri övmesi ve süreklileşmesi gerektiğini açıkça vurgulaması, altını çizdiğimiz “final aşamasına” işaret etmektedir.

Belli ki bu hükümet fiili olarak bitmiştir. Ona karşı olan sadece ordu değil, aynı zamanda büyük sermaye ve ABD'dir. ABD'ye yaranma, buzları eritme çabaları sonuç vermedi. Ekonomide yaşanan son dalgalanmaların, borsanın düşmesi, dolar ve faizlerin yükselmesi gibi gelişmelerin faturasını hükümete biçen işbirlikçi tekelci sermaye ve onun medyadaki sözcüleri, bu “final aşamasında” özel aygıtla son darbeleri vurmaya çalışacaklardır.

Belli bir döneme kadar AB'nin desteğini alan AKP hükümeti, son bir yılda bu desteği de yitirmiş görünüyor. Dolayısıyla 2003 yılında belli bir politik boşluğa doğan AKP, şimdi hızla bir boşluğa yuvarlatılıyor. Buna karşı koyma, bu süreci durdurma gücü ve iradesi ise yok… Önümüzdeki dönemde bu süreç mantıki sonucuna ulaşacaktır. Ama egemenler cephesindeki bu kavga daha da sertleşeceğe benziyor.

Bunun devrimci ve yurtsever güçlere yansımaları da olacaktır. Bu yansıma, özel savaş baskı ve uygulamalarının daha da sertleşmesi, mücadele alanlarının daraltılması, hak arama olanaklarının zorlaştırılması biçiminde olacaktır! Bu gerçeklikleri görmek ve buna göre davranmak çok önemlidir…

23 Mayıs 2006

SOSYALİST-ŞOREŞGER

(Kürdistan Devrimci Sosyalistleri)