22EKİM 2005 Sayı: 2005/42 (42)

  Kızıl Bayrak'tan
  İşçi sınıfı sermayeye düşman!
  Saldırı ve ihanet yine kolkola!
  Sosyal yıkıma karşı mücadeleyi yükseltelim!
  Kuş gribi ya da Türkiye'nin ikinci Çernobil'i
  DGM'de bu kez bir rektör var!
Özel Öğretim Kurumları Yasa taslağı hazır; Eğitim hakkının gaspına karşı mücadeleye!
TMY tasarısı; Demokratik hak ve özgürlüklerimiz için mücadeleyi yükseltelim!
  Ülkeyi pazarlamakla mükellef Başbakan
  Ekim Gençliği; 9 Kasım'da Beyazıt'tayız!
  Ümraniye İşçi Kurultayı çalışmalarından...
  Kurultay hazırlık faaliyetlerinden...
  TİP'in DİSK'inden DİSK'in nesine/Y. Akkaya
  Yerel İşçi Kurultayı çalışmasının bazı sorunları / Orta sayfa
  İzmir üye toplantısı; KESK MYK'sı günah çıkartıyor
  Savaş çetesi İran'ın etrafındaki çemberi daraltmaya çalışıyor
  Anayasa referandumu gerçekleşti; Irak'ta değişen bir şey yok!
  İngiltere'de gözaltı süresi 90 güne çıkarılıyor
  Asya depremi üzerine ; Emperyalistlerin kulakları acı çekenlerin çığlıklarına kapalıdır
  Ulus ve sınıflar ilişkisine giriş /M. C. Yüce
  Dünya Gıda Günü; Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!
  Ekstrametal'de işçi kıyımı
  İÜ geleneksel açılış şenliği; Devrimci gelenek bu yıl da bozulmadı!
  Liselilerin Sesi çıktı!
  Bültenlerden / OSB-İMES İşçi Bülteni
  Mamak/Eski çöplük halkı yıkıma karşı mücadele ediyor!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

İnsan sağlığı kapitalist sistemin umurunda değil!..

Kuş gribi ya da Türkiye'nin ikinci Çernobil'i

Çernobil'in Türkiye'deki suçlularından hesap sorma aşamasına gelmeden farklı bir Çernobil vakası daha yaşıyoruz. Farklılık ölümün bu kez radyasyon yerine bir virüs tarafından yayılacak olması.

Çernobil'deki patlama, ilk etapta santralin yakın çevresinde yaşayanları öldürdü. Sızıntının Türkiye'ye ulaştığı, Trakya ve Karadeniz kıyılarında yaşayan tüm canlıları etkileyeceği, tarım ve hayvan ürünlerinde radyasyon birikeceği, bunların kullanımının tehlikeli olduğu söylendi. Nitekim dışarı satılan fındıklar radyasyon ölçümleri yapıldıktan sonra geri gönderildi. Ama Türkiye'de devlet ve hükümet tam bir cinayet şebekesi gibi çalışarak bu ürünlerin hiçbir riski bulunmadığını ispatlamaya çalıştılar halka. İşi televizyon ekranlarında çay içmeye kadar vardıran bakanlar oldu. Aynı hükümetin nükleer araştırma merkezinin başına oturttuğu aynı tıynetteki bürokratları da hükümet yetkilileriyle benzer bir tutumla çıktılar televizyon ekranlarında halkın karşısına.

Sonuç; Karadeniz bölgesinde her evden en az bir kişi kanser nedeniyle ölmüş durumda. Üstelik ölümlerin arkası kesilmiyor. Her aile ikinci, üçüncü ferdini dönemin bu pis politikasına kurban vermeye devam ediyor.

Bugün kuş gribi olayında da aynı tutumla karşı karşıya bulunuyoruz.

Aradan yıllar geçmesine, hükümetler değişmesine vb. rağmen tutum değişmiyor. Çünkü bu partileri, hükümetleri aşan bir politikadır. Bir devlet politikasıdır.

Çernobil olayında da, kuş gribi olayında da devletin tavrını belirleyen mantık, ticarettir. Devletin tepesindekileri insan sağlığı, hayatı zerre kadar ilgilendirmemektedir. Varsa-yoksa ekonomi ne kadar etkilenecek, tavuk yetiştiricilerinin zararı nasıl karşılanacak? Kaygı bu olunca da, hayati sorunlar bir kenara itiliyor. İşin ciddiyeti gizlenmeye çalışılıyor. Tabii iş bu kez Türkiye ile sınırlı kalmadığı, virüs göçmen kuşlarla ülkeden ülkeye taşındığı, bu nedenle de uluslararası kuruluşlar devreye girdiği için, “önemli değil, bir şey olmaz” demekle yetinemiyorlar. “Her türlü tedbiri aldık” yalanı eşlik ediyor örtbas etme yalanlarına.

Oysa “her türlü tedbir” dedikleri, sadece, ölümcül virüsün görüldüğü –hindilerin toplu halde ölmeye başladığı- çiftlikte kalan hindilerin itlafından ibaret. Tedbir adına çiftlikteki hindilerin tümünü yokediyorlar. Ancak, insana temasla bulaştığı ve ölümcül olduğu bilinen bir virüs tespit edilmiş olduğu halde, bu itlaf çalışmasında işçiler çıplak elle çalıştırılıyor. Kozmonot kılıklı itlaf ekipleriyle yan yana tümüyle günlük çalışma kıyafeti içindeki işçiler –buna çocuklar da dahil- öldürülecek hindileri çıplak elle yakalamaya çalışıyorlar.

Gene de bakanlık kuşkusuz bir takım tedbirler almıştır. Fakat bunların neye karşı tedbir olduğu tartışma götürür.

Çernobil'den alınan dersle, her halde, tavukçuluk sektörünün en az zararla bu krizi atlatması yönünde tedbir alınmıştır. Vatandaşı tavuk ve yumurta yemeye ikna etme yönünde tedbir alınmıştır. İlgili kişi ve kuruluşların devlet ve hükümetle eşgüdüm halinde çalışmasını sağlamak, aykırı açıklamaların önüne geçmek, önüne geçilemediği durumda susturmak yönünde tedbirler alınmıştır. Virüs insanlara da bulaştıysa haberlerin yayılmamasını sağlamak yönünde tedbir alınmıştır. Hatta hatta, geçmiş ilişkiler ağına bakarak Roch firmasının daha çok ve daha pahalı ilaç pazarlayabilmesi yönünde bile tedbir alındığı söylenebilir. Bunlarda bir kuşku yok.

Ama, insana bulaştığı belirlenmiş -Uzak Doğu'da pek çok insanın ölümüne yolaçmış- bir virüsün insanlara bulaşmaması yönünde hiçbir tedbir alınmadığı hindi itlafı sırasında görüldü. Üstelik bunun için niye tedbir düşünsünler ki? İşçiler, her sektörde olduğu gibi tavukçuluk sektöründe de firmanın sadece kâr hanesine katkıda bulunur. O da yaşadığı ve çalıştığı sürece. Ölümü durumunda firma için değişen hiçbir şey olmayacaktır. Çünkü onun için yeni bir işçi bulmanın hiçbir zorluğu yoktur. Kısaca, işçinin ölümü firmayı en küçük bir zarara sokmayacaktır. Oysa hindilerin, tavukların ölmesi öyle mi?!..

Sektörün hesabı ne üzerine kuruluysa, devletinki de onun üzerine kurulu. Ama elbette konu tek başına tavukçuluk sektörü değil. Bugün kuş gribi yüzünden bu sektör olur, dün Çernobil yüzünden başka sektörler olmuştur, yarın başka bir durum gelişir başka sektörler gündeme gelir. Mesele bir bütün olarak kapitalist sistemdir. Onun işleyiş tarzı ve mantığıdır. Ve aynı mantığa, aynı işleyişe sahip olan devletin kapitalist niteliğidir.

Yarın kuş gribinden de insan ölümleri başlarsa kimse başka bir suçlu aramasın. Suçlu, insan hayatını hiçe sayan bu sistem ve devlettir. Kaldı ki, Türkiye'de sağlık sorunları nedeniyle ölmek için ne Çernobil'e, ne kuş gribine gerek var. Sağlık ve sigorta sisteminin çökertilmesi sonucu sıradan ve son derece basit hastalıklar yüzünden topluca kırılmaya aday, açlık sınırının altında bir gelirle yaşamaya çalışan milyonu aşkın insanın yaşadığı bir ülke burası. Ve bu ülkenin yönetimi kapitalist sınıfın elinde bırakıldığı sürece bu böyle devam edip gidecek.

-------------------------------------------------------------------------------------------

İşkenceye “sıfır tolerans”

Sermaye düzeninin ayyuka çıkan işkenceci yüzünü maskelemek için yaptığı makyaj bir türlü tutmuyor. Zira makyaj kısa sürede dökülerek o bilinen surat yine ortaya çıkıyor. İşkenceye “sıfır tolerans” propagandasını yapan Başbakan Tayyip Erdoğan'ın yakın korumalarını bile “tescilli işkenceci”lerden seçtiği biliniyor.

Burjuvazinin medya aracılığıyla yürüttüğü demagojiye göre, AB ile müzakere sürecine giren Türk sermaye devleti “demokratikleşme” yolunda önemli adımlar atmaya hazırlanıyor. Bu kampanyanın zerre kadar doğruluk payı olsaydı, herhalde atılacak ilk adım işkenceye son vermek olurdu. Oysa Uluslararası Af Örgütü'nün “Türkiye'de işkencenin sürdüğünü, işkence ile suçlanan kişilerin ise cezalandırılmayarak cesaretlendirildiğini” belirten raporu yeni yayınlandı.

Kolluk kuvvetlerinin icraatları da rutin bir şekilde sürüyor. Devrimciler, diğer muhalif kesimler bir yana, çocuklar bile hala işkenceye maruz kalıyor. Bunun son örneği Ordu'da yaşandı. Bir motosiklet kazasının ardından gözaltına alınan gençler, dayağın polis otosunda başladığını, karakolda işkence gördüklerini, hatta polisler tarafından tecavüzle tehdit edildiklerini açıkladılar.

Gözaltına aldıkları kişileri hastaneye götürmekle yükümlü oldukları halde polislerin, çocukları hastaneye gitmemeleri yönünde tehdit ettikleri belirtildi. Olayın ardından aileleri tarafından Ordu Devlet Hastanesi'ne götürülen çocukların bedenlerinde işkence izini gösteren morluklar ve kesikler olduğu saptandı. İşkencenin çocuklar üzerinde yarattığı ruhsal sorunlar hesaba katıldığında, olayın vehameti daha da artıyor.

İşkenceye maruz kalan çocukların aileleri Ordu Cumhuriyet Başsavcılığı'na giderek Ordu Merkez Polis Karakolu'nda görevli işkenceci polisler hakkında suç duyurusunda bulundular. İşkencecilerden hesap sormak ihmal edilemez bir sorumluluk olmakla birlikte, işkenceyi ortadan kaldırmak ancak kapitalizmle köklü hesaplaşmayla mümkün olacaktır.