10 Eylül 2005
Sayı: 2005/36 (36)


  Kızıl Bayrak'tan
  Faşist terör ve provokasyonlarla Kürt halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesini boğamazsınız!
  Gemlik yürüyüşü devlet terörü ve linç girişimiyle engellendi
  Özelleştirme yağmasını ancak işçi sınıfı durdurabilir
  TÜPRAŞ'ta konuşma sırası işçilerde!
  TÜPRAŞ işçisi özelleştirmeye karşı direnme kararlılığında
Avrupa Birliği sürecinde son gelişmeler
AB "demokrasisi" yolunda "iş kazaları": Grevciye yasak, sendikalıya kurşun
  Sınıflı toplumların sınıf ayrımcı okulları: Eğitimde eşitlik için sosyalizm!
  Katrina kasırgası; Doğal afet mi kapitalizmin çöküşü mü?
  Felaketin ve sefaletin küreselleşmesi!
  Katrina'nın aynasında iki Amerika
  Katrina evdeki "üçüncü dünya"yı açığa çıkardı
  Devletin devekuşu politikası ve boşa çıkan İmralı çizgisi (Orta sayfa)
  Sendikal tazminat hakkı nasıl gaspediliyor!
  Dinsel gericiler siyonistlerin hizmetinde
  Irak'ta İmam Musa Kazım anmasında bine yakın Iraklı can verdi

  ABD'de neo-faşist çetenin saltanatı sarsılıyor

  Büyükçekmece İşçi Kurultayı hazırlık çalışmalarından
  Gücümüzü Ümraniye İşçi Kurultayı'nda birleştirelim!
  12 Eylül faşizmi üzerine
  Bir mücadele deneyimi...
  Pendik BDSP'den açıklama; Dar grupçu çatışma değil devrimci mücadele
  Bültenlerden/ Ankara İşçi Bülteni
  Bültenlerden/ Mamak Türküsü
  Basında 6-7 Eylül provokasyonu
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

12 Eylül faşizmi üzerine

M. Can Yüce

Aşağıda okuyacağınız çalışma 1998 yılında kaleme alındı. Bu çalışmayı yeniden gözden geçirdim, kimi yerlerini çıkarıp attım. Kimi bölümlerine eklemeler yaptım. Ama özüne, genel sistematiğine dokunmamaya özen gösterdim. Bu çalışmanın üzerinden 7 yıl gibi bir zaman geçmiş olmasına rağmen bugün “yeni bir yazı” gibi okunacağına ve değerlendirileceğine inanıyorum. Çünkü değerlendirilen konu, güncel ve hala derinlemesine değerlendirilmeyi ve tartışılmayı bekliyor…

12 Eylül faşizmi önemli bir tarihsel dönemece damgasını vuran ve sonuçları bugüne uzanan bir hareket. O nedenle bu hareketin özünün bugün genç kuşaklar tarafından kavranmasında yarar var. Hele devrimci gençlerin bu tarihsel süreci kavramadan başarılı bir devrimci siyaset yapmaları, etkin bir politik eylemci haline gelmeleri son derece güçtür. Kürdistan devrimci yurtsever gençliği 12 Eylül'ü kavramadan bugün dayatılan inkâr ve imha siyasetini, İmralı üzerinden geliştirilen teslimiyet, ihanet ve tasfiyeciliği kavramaları mümkün değildir. O nedenle tarihimizi etkileyen hareketleri, olayları ve bunların aktörlerini çok yönlü öğrenmek, kavramak ve gerekli derslere ulaşmak durumundayız.

12 Eylül faşizmine karşı direnen, bu uğurda yaşamları dahil her şeylerini veren bütün devrimci, sosyalist, demokrat ve yurtseverleri, özel olarak zindan direnişçisi arkadaşlarımı en sıcak ve direnişçi duygularımla anıyor, selamlıyorum. Bu kısa çalışmayı onlara, bu kuşağın adlı adsız, “ünlü” ünsüz kahramanlarına adıyorum…

6 Eylül 2005

 

Giriş

12 Eylül 1980 günü bir şafak vakti… Hemen hemen herkes derin uykularda, ama bazıları dört bir yanda harekete geçmiş durumda, saatler öncesinden… Türkiye radyolarından gür bir erkek sesi yükseldi, uğursuz bir haberi okuyacağı besbelliydi. Bu erkek sesi askeri faşist cuntanın, Milli Güvenlik Konseyi'nin “Bir Numaralı Bildirisi”ni okudu. Vurgularına basa basa, askeri havasını daha da koyulaştırarak...

12 Eylül Cuntası'nın yayınladığı “Bir Numaralı Bildiri”, “Yüce Türk Milleti” hitabıyla başlıyordu. Atatürk'ün emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bütün olan TC'nin iç ve dış düşmanların saldırılarına maruz kaldığını, devletin belli başlı organlarının işlemez hale geldiğini, siyasal partilerin uzlaşmaz bir tutum içinde olduğunu, vatandaşların can ve mal güvenliklerinin tehlikeye düştüğünü, egemenliğini ilan eden birçok ideolojinin ülkeyi kardeş kavgasının, iç savaşın eşiğine getirdiğini belirten bildiri, şöyle devam ediyordu:

”Aziz Türk Milleti:

İşte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.”

Devamla Bildiri, 12 Eylül'ün amacını ve hedeflerini şu net sözcüklerle ortaya koyuyordu:

“Girişilen harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 7, s.418)

Ardından bildiri, Parlamento ve Hükümetin feshedildiğini, parlamento üyelerinin dokunulmazlığının kaldırıldığını, “bütün yurtta” sıkıyönetimin ilan edildiğini, saat 05'ten itibaren “ikinci bir emre kadar” sokağa çıkma yasağının konulduğunu ve daha geniş açıklamanın saat 13'te Türkiye Radyo ve Televizyonunun haber bülteninde, Cunta Şefi Kenan Evren tarafından yapılacağını belirtiyordu.

Her şey açıktı, işin rengi bütün çıplaklığı ile belli olmuştu. Bu, 12 Mart'ın basit bir tekrarı olmayacaktı. Türkiye ve Kürdistan tarihinde bir dönüm noktası olacaktı. Herkes tedbirini buna göre almalı, hazırlıklarını buna göre yapmalıydı.

Cuntanın önüne koyduğu bir nolu hedef, PKK önderliğindeki Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi'dir. Bunu “ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak” olarak tanımlıyorlar. Bildiriden çıkan ikinci sonuç şuydu: Türk ordusu “emir komuta zincirini” korumuş, faşist darbeyi de “emir komuta zinciri içinde ve emirle” yapmıştı. Beş General, Milli Güvenlik Konseyi adında beşli bir cunta oluşturmuş ve Türkiye'nin bütün yönetimini, yasama ve yürütme erkini doğrudan üzerine almış, yargıyı da kendi denetimine tabi kılmıştı.

Bu, yepyeni bir durumdu.

Evet, ilk hedef KUKM ve Kürdistan halkıydı. Bu kez, Kemalist Cumhuriyet'in yürüttüğü Kürt soykırımını tamamlamak, Kürtleri nihai olarak tarihin karanlık dehlizlerine gömmek kararında görünüyorlardı. Elbette bu vahşi ulusal imha planı önündeki en temel engel, PKK idi. PKK tasfiye edilmeden, her türlü direnişi kanlı bir biçimde bastırılmadan bu stratejik hedeflerine varamazlardı. Cuntanın planı dehşet vericiydi. Gerçi bu stratejik hedeflerinde bir yenilik yoktu. Ancak yeni olan, askeri cuntanın bu stratejiyi ne pahasına olursa olsun uygulama ve sonuçlandırma kararında olmasıdır. Zaten 12 Eylül'e karar verirlerken, PKK ile başlayan Kürt uyanışı ve dirilişi çok belirleyici bir etken olmuştu. 1978 Hilvan Direnişi sürecinde TC'nin stratejik temellerinden birinin kaymaya başladığını görmüş, bunu önlemenin kaçınılmaz olduğu sonucuna varmışlardı. İşte şimdi bütün yönetime el koymuş ve soykırımı sınırsız yöntem ve araçlarla uygulayacaklardı.

Aslında 12 Eylül'e gelindiğinde PKK önemli darbeler yemişti, önder kadrolarının çoğu tutuklanmıştı. Faşist sömürgecilik de bunu az çok biliyor ve geride kalanları “Kılıç artıkları” olarak değerlendiriyor, bunların işini çok kısa bir sürede halledeceğini düşünüyordu.

I.

12 Eylül, Türkiye ve Kürdistan tarihinde bir dönüm noktasıdır.

Halklarımızın kaderinde çok kapsamlı tahribatlar yaratmış, çok boyutlu bir harekettir. Sıradan bir askeri darbe olarak düşünmek doğru değildir. 12 Eylül faşizmi çok yönlü bir siyasal, toplumsal ve kültürel karşı-devrim hareketidir. 12 Eylül faşizmi, çöküş ve çözülüş sürecindeki Cumhuriyet rejimini, yeniden kurma hareketidir. Bu çöküş ve çözülüş süreci içindeki “Cumhuriyetin ikinci kuruluşu”dur. Bu karşı-devrimci hareketin, bölgesel ve uluslararası boyutları da söz konusu. Bu nedenle üzerinde biraz durmakta yarar var. Bu, cunta karşısında gelişen ulusal kurtuluş direnişini daha derinlikli kavramamıza da yardımcı olur. Öncelikle, 12 Eylül faşizminin hazırlık ve oluşum süreci hakkında özet bir bilgi ve değerlendirme sunmak istiyoruz.

12 Eylül faşist hareketinin hazırlık ve örgütlenmesi, yılları bulan bir süreci kapsıyor. İlk adım Maraş Katliamı ile atılır. Maraş Katliamı ile birlikte ilan edilen sıkıyönetim altında askeri darbenin planlanması, siyasal ve psikolojik zeminini olgunlaştırma çalışmaları etkince ve sindire sindire yürütülür. 12 Eylül darbesi, “Bayrak Planı” denilen bir Stratejik Harekât planına dayanır. Bu plan, 1978 tarihinde Genelkurmay 2. Başkanı Haydar Saltık başkanlığındaki bir ekip tarafından hazırlanmış, süreç içinde geliştirilerek güncelleştirilmiştir.

Türk Genelkurmayı, askeri darbeyi ilk başta 29 Eylül 1979 tarihinde gerçekleştirmeyi planlar. Ancak bu tarihin erken olduğu, koşulların henüz tam olgunlaşmadığı sonucuna varılarak darbe tarihi ertelenir. Siyasal ve psikolojik ortamın olgunlaşması, toplumda ordunun tek kurtarıcı güç olduğu düşüncesinin iyice yerleşmesi beklenir. Maraş Katliamı'ndan önce olduğu gibi sıkıyönetim altında da kontrgerillanın paramiliter gücü olan MHP bu amaç için etkince kullanılır. Terörle, kitlesel katliamlarla orta sınıflarda can ve mal endişesi derinleştirilir. Özellikle bu kesimler askeri bir darbenin gerekliliğine ve meşruiyetine, bu yöntemlerle inandırılmaya çalışılır. Türk ordusunun bu taktiğine, Türk solu da bilmeden belli ölçülerde hizmet eder. Faşizme karşı mücadeleyi salt MHP ile sınırlandırması, esas askeri faşist gelişmelerin gözden kaçırılması, solun en büyük hatası olmuştur. Askeri faşist hareket bu hatadan fazlasıyla yararlanmış ve sola pahalıya ödetmiştir.

29 Eylül'de darbeyi ertelemelerinin bir nedeni de “parlamento içi seçeneklerin” henüz tümden tükenmemiş olmasıdır. Egemenler cephesinde bir AP-CHP büyük koalisyonu fikri canlıdır. Bu, gündemde tartışma konusudur; birçok çevrenin de umududur. Generaller bu seçeneğin gelişme olasılığının çok zayıf olduğunu, hatta hemen hemen olanaksız olduğunu biliyorlardı. Ancak zorlamakta ve sonuçta bu seçeneği tüketmekte sayısız yarar ummaktadırlar. Böylece toplumda “başka çareleri kalmadı” düşüncesinin derinleşeceğini hesaplıyorlardı.

29 Eylül'de bir askeri darbenin olacağı Ankara siyaset kulislerine yayılır. Hatta Ecevit Hükümeti'nde Devlet Bakanı olan Faruk Sükan, Ecevit'e istifa dilekçesini sunar. İstifasının gerekçesinde, “Bir askeri darbenin hazırlanmakta olduğu bilgisini aldığını” dile getirir.

14 Ekim 1979 tarihinde yapılacak kısmi senato ve milletvekilliği seçimi de, generallerin kendi planlarını bir süre için askıya almalarını etkileyen diğer bir etkendir. Bu seçimin sonucunu bekleyerek oluşacak siyasal dengelere göre davranmayı, darbe koşullarını olgunlaştırmak açısından gerekli görürler.

14 Ekim seçimlerinde büyük bir oy kaybına uğrayan CHP, hükümetten istifa etti, Süleyman Demirel'in önünü açtı. Ecevit'in kafasında, CHP-AP koalisyonu vardı. Bunu çok önceleri dillendirmişti. Ancak Demirel bu seçeneğe sıcak bakmıyordu, katı uzlaşmaz bir tavır takınıyordu. Ecevit'in istifasından sonra; Türkiye Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, Demirel'e CHP-AP koalisyonunu kurması için telkinlerde bulunur, ancak bu girişimlerinden sonuç almaz.

Ardından 26 Aralık'ta generaller, Cumhurbaşkanı'na bir “uyarı mektubunu” verirler. Mektupta; Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasal koşullar hatırlatılıyor, bütün siyasal partiler ve anayasal kuruluşların aralarındaki çekişmelere son vererek, rollerini oynamaları isteniyordu. Bu mektup, “ya yaşanan krizi aşarsınız ya da askeri bir darbeyle aşılırsınız” mesajını açıkça veriyordu. Generaller biliyorlardı ki, bu “uyarı mektubu” ile partiler ve devletin diğer kuruluşları harekete geçip yaşanan krizi aşma yeteneğini gösteremeyeceklerdi. Yaşanan sorunlar çok kapsamlıydı, mevcut partilerle bu sorunları aşmak olanaksızdı. Askeri bir darbeyi tek çare olarak düşünüyorlardı. Buna inanmalarına rağmen “uyarı mektubu” vermeleri çelişki gibi görünebilir. Ancak bize göre bu mektupla ordunun tek umut ve çare olduğunu kanıtlamak istiyorlardı. AP-CHP koalisyonu seçeneğinin böylece tümden tükeneceğini de biliyorlardı. Dolayısıyla “uyarı mektubu”nu darbenin siyasal ve psikolojik zeminini güçlendirme, kaçınılmazlığını bilinç ve bilinçaltlarına yerleştirme girişimi olarak değerlendirmek gerekiyor. Kabul etmeliyiz ki, bunda başarılı oldular.

1980 yılında, darbe süreci bütün hızı ile devam eder. Yeni yılın ilk ayında, Türkiye ekonomisini ve toplumsal yapısını çok önemli ölçüde değiştirecek 24 Ocak Kararları alınır. Toplumsal muhalefet dinamiklerini susturmadan, sistemli bir baskı altında tutmadan, bu kararları uygulamak mümkün değildir. Türk tekelci burjuvazisi ve bağlı bulunduğu emperyalist merkezler, ekonomik krizden çıkış yolu olarak 24 Ocak Kararlarını görmektedir. Dolayısıyla bu anılan ekonomik politikalar, 12 Eylül darbesini hızlandıran etkenlerden biri olur. Darbenin bu temel nedenine, ilerde ana çizgilerle de olsa değinmeye çalışacağız.

17 Haziran 1980 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra; Generaller, bu kez kendi aralarında toplanır, darbenin koşullarını ve zamanını değerlendirirler. Gelinen noktada bütün seçeneklerin tüketildiği, toplumda “ordu müdahalesinin” tek çare ve seçenek haline geldiği fikrinin iyice yerleştiği, darbe koşullarının her açıdan olgunlaştığı ve artık harekete geçme zamanının geldiği sonucuna varırlar. “Bayrak Planı”na son şeklini vererek darbenin gün ve saatini belirlerler: 11 Temmuz 1980 günü saat 04.00! Ve bu “Harekât Planı” özel kuryelerle bütün askeri birliklere dağıtılır.

Ordu cephesinde bu gelişmeler olurken “siyaset cephesinde” ise başka olaylar meydana gelir. MSP ve Necmettin Erbakan, AP azınlık hükümetini sıkıştırma çabasını sergilemektedir. Hatta 2 Temmuz'da, hükümete verdiği desteği geri çektiğini bile açıklamıştır. Ancak bu tutumunu fazla sürdüremez, hükümet için verilen gensoru oylamasında Demirel hükümetini destekleyeceğini açıklar. MSP'nin bu son tavır değişikliği, Generallerin hareket planını etkiler. Yeni güvenoyu almış bir hükümeti düşürmenin siyasal ve psikolojik açıdan kendi aleyhlerine bir hava yaratacağını düşünerek bir kez daha “Bayrak Planı”nı ertelemek durumunda kalırlar. Bu, yapılan ikinci erteleme oluyor. Bu erteleme kararında Temmuz ayı içinde OECD ile yapılan borç erteleme görüşmelerinin de etken olduğu söyleniyor. Yine ordunun alt kademelerinde yaşanan bölünme eğilimi ve bunun doğurduğu belirsizliğin de bu ertelemede bir etken olduğu değerlendirmesi yapıldı. (Erbil Tuşalp, Eylül İmparatorluğu) Bu belirsizlik netleştirildikten ve duruma tam hâkim olunduktan sonra harekete geçmenin daha akılcı olduğunu düşünmüşlerdir. Bunun için de olağan Ağustos Askeri Şurasını ve sonrası bir zamanı, kendileri açısından çok daha uygun bulmuşlardır.

11 Eylül'ü 12 Eylül'e bağlayan geceye gelindiğinde bütün planlar hazırdı, koşullar olgunlaştırılmıştı, iç ve dış bağlantılar sağlanmıştı. Artık düğmeye basılabilirdi. 12 Eylül saat 04.00'te, henüz şafak sökmeden düğmeye bastılar. Aynı anda tanklar, silahlı birlikler yürüdü, sokakları, stratejik noktaları tuttu; “emir komuta zinciri içinde ve emirle ülke yönetimine bütünüyle el koydu.”

Bu, artık, Türkiye ve Kürdistan tarihi açısından bir tarihsel dönüm noktasıydı.

Kapkaranlık bir tarih sayfası açıldı.

Bu tarihten sonra 12 Eylül'den etkilenmeyen tek bir siyasal, toplumsal ve kültürel olay; tek bir sınıf, tek bir halk ve birey yok gibidir.

12 Eylül halklarımızın tarihine, toplumsal yaşamına, tek tek bireylerin kişiliklerine derinlemesine nüfuz edecektir. Yani salt bir askeri darbe hareketiyle değil, halkların; ezilen sınıfların, bireylerin kendisi olmaktan çıkarılmak istendiği, kapsamlı bir başkalaşıma uğratma hedefine tabi tutuldukları, çok boyutlu bir kendinden geçme ve baştan çıkarma hareketiyle karşı karşıyayız…

II.

Çok yönlü bir çökertme ve tasfiye hareketi olan 12 Eylül faşizminin, temel nedenlerini, siyasal ve toplumsal programını, emperyalizm ile bağlantılarını ana çizgileriyle de olsa incelemekte sayısız yarar var.

12 Eylül faşizmini, elbette tek bir nedenle açıklamak mümkün ve doğru değildir. Çok sayıda iç ve dış neden, ekonomik, toplumsal, siyasal ve ideolojik neden sayılabilir. Ancak bunlardan biri veya birkaçı birinci derecede neden niteliğindedir. 12 Eylül darbesinin baş nedenini yayınladıkları “Bir Numaralı Bildiri”den, açıkladıkları programdan ve en önemlisi pratiklerinden çıkarmak mümkündür. Daha sonra 12 Eylül ile ilgili yayınlanan kitaplarda ve dizi yazılarda bu gerçeklik bütün çarpıcılığı ve çıplaklığı ile ortaya konulmaktadır.

Kuşkuya yer yok ki, 12 Eylül faşizminin baş nedeni, önüne koyduğu en baş hedef PKK önderliğindeki Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi'dir.

Bu temel gerçeği çok net bir biçimde belirlemek ve altını birkaç kez çizmek durumundayız. Elbette bu saptama, diğer temel neden ve etkenleri görmezden gelmemizi getirmez. Tersine bu yaklaşım, bütün neden ve etkenleri bir bütünlük içinde ele almamızı, ama aynı zamanda kendi içindeki sıralamayı da hesaba katmamızı gerekli kılmaktadır. 12 Eylül'ün PKK'yi neden ve nasıl birincil hedef olarak aldığına, kısaca bir göz atmakta yarar var.

12 Eylül'ün radyo ve televizyonda yayınlanan “Bir No'lu Bildiri”sinde, “Girişilen harekâtın amacı, ülkenin bütünlüğünü, milli birlik ve beraberliği sağlamak ...” biçiminde vurgulanıyor. Başka amaçlar da var. Ancak burada “ülkenin bütünlüğünü sağlamak” hedefi birincil plandadır. Daha sonra yapılan yasalarda, alınan kararlarda ve pratik uygulamalarda, bu hedef bıktırıcı bir biçimde tekrarlanır. Örneğin, 1982 Anayasasında “Devletin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesi, tam 18 kez tekrarlanmıştır. Bu, devletin temel korkusunu, aynı zamanda stratejik önceliğini çok açık ve net bir biçimde ortaya koyuyor.

Kürtlerin uyanışında Türk devleti, Türk ordusu, generalleri kendi sonlarını görüyorlardı. O nedenle bu uyanışı ve hareketi ne pahasına olursa olsun bir an önce bastırmayı, bir daha dirilmemecisine tarihin derinliklerine gömmeyi, üzerini de betonlamayı kendileri için bir var oluş gerekçesi saydılar. Dolayısıyla stratejik duruşlarında, kurumlaşmalarda, pratik uygulamalarında bunu esas ve temel yönlendirici ilke almışlardı. Bu, kuşkusuz, 12 Eylül cuntasının bir icadı değildi. Kürt politikası, TC'nin, Kemalizm'in oluşturduğu, uyguladığı ve kurumlaştırdığı bir olgudur. 12 Eylül'ün yaptığı; bu politikayı bütün şiddetiyle ve yok ediciliği ile güncelleştirmek, tavizsiz uygulamaktır.

12 Eylül'e gelindiğinde Cumhuriyet'in inkâr ve imha politikası delinmiş, “bitirdik, mezara gömdük, üstünü de betonladık” dedikleri Kürt sorunu, çağımızın en devrimci ideolojisi ve örgütlenmesiyle üstündeki ölü toprağı atmıştı. Kısacası ceset eşiğine getirilen Kürtler dirilmiş, beton mezarı orasından burasından parçalamışlardı. Kürdün PKK ile uyanışını, harekete geçişini, özgürlük ve bağımsızlık kavgasına atılışını dehşetle gördüler, izlediler. Bu gerçekliği yıllar sonra itiraf etmekten kendilerini alamıyorlar. 13 Eylül 1997 tarihli Milliyet Gazetesi'nde Fikret Bila imzalı yayınlanan bir yazı dizisinde, Hilvan Direnişi'nin, 12 Eylül cuntasının tavrında belirleyici bir rol oynadığı, Kenan Evren'in anlatımlarına dayanarak vurgulanmaktadır. Aynı durum M. A. Birand'ın 12 Eylül Saat 04.00” adlı kitabında da anlatılmaktadır. Kenan Evren, Kürt uyanışından, Ulusal Kurtuluş Mücadelesi'nin yakaladığı gelişme düzeyinden duyduğu korkuyu, yıllar sonra şöyle anlatıyordu: “Kürtçüler, Apocular oralara hâkimdi. Diyarbakır' ı kendilerine başkent ilan etmişlerdi. Olaylar hiç eksik olmuyordu. O topraklar bizden gidiyordu. Korktuğumuz nokta buydu.” (Fikret Bila, 13 Eylül 1997 tarihli Milliyet)

Gerçekten de korkuyorlardı. Bu korkuları hiçbir zaman sona ermedi. 1940'lı yıllardan itibaren, Kürdistan'da tam bir pasifikasyonu egemen kılmış; etkili ve yoğun bir Türkleştirme, Kürtleri kendisi olmaktan çıkarma, başkalaşıma uğratma politikasını uygulamışlardı. Bunda belli başarılar elde etmelerine rağmen, Kürt korkuları hiçbir zaman bitmedi, Kürtler üzerindeki ulusal imha politikasını gevşetmediler. Tersine, sayısız yöntemle bunu derinleştirdiler. 1970'li yılların başına gelindiğinde, epey yol aldıklarını düşünüyorlardı. Ancak yine de daha yapılacak çok işlerinin olduğunu biliyorlardı. Her ne kadar Kürdü ceset haline getirdiklerini düşünüyorlardıysa da, henüz cesette canlılık belirtileri vardı, belli ölçülerde de olsa soluk alıp veriyordu, ruhunun bir yerinde yaşam ve kendine gelme tohumu duruyordu. 1970'li yılların başındaki kıpırdamalar, 12 Mart öncesi ve sürecinde kimi hareketlenme belirtileri bunu gösteriyordu. Bunlar, epey güçten düşürülmüş Kürtlerin yeniden dirilme olasılığının varlığına işaret ediyordu. Dolayısıyla ulusal imha politikası eksiksiz yürütülmeliydi. Hükümetler değişse de bu strateji değişmez bir biçimde yürürlükte kaldı. Değişen sadece, ulusal imha stratejisinin güncelleştirilmesi, değişen koşullara ve ihtiyaçlara uyarlanmasıdır.

1978, generallerin “iktidara bütünüyle el koyma” kararları için bir dönüm noktası oldu. Aslında 12 Eylül süreci bu tarihten başlar. Hilvan Direnişi, PKK'nin Kuruluş Kongresi ve Maraş Katliamı, Kürdistan'ın 13 ilinde sıkıyönetimin ilan edilmesi, anılan süreci etkileyen beli başlı olaylar ve duraklar oluyor. Sıkıyönetim, bir yandan PKK ve önderlik ettiği Kurtuluş Mücadelesi'ni bastırmayı önüne koyar ve bunun pratiğini gerçekleştirirken, öte yandan 12 Eylül'ün örgütsel, siyasal, ideolojik ve psikolojik hazırlıklarını, altyapısını oluşturmaya çalıştı. 12 Eylül'e gelindiğinde, bu iki hedefinde de önemli ölçüde başarılı olduğunu vurgulamamız gerekiyor. PKK örgütsel ve kadrosal anlamda darbenin büyüğünü, 12 Eylül'den sonra değil, ondan önce yedi. Bunda sıkıyönetimin etkili ve sonuç alıcı operasyonlarından çok bizim basit hatalarımız, amatörlüğümüz, deneyimsizliğimiz, çok yönlü hazırlıksızlığımız belirleyici rol oynamıştır. 12 Eylül'e geldiğinde PKK'nin merkez ve diğer kadrolarının ezici çoğunluğu, esir düşmüş bulunuyordu.

Ne var ki, generaller bunu yeterli görmüyordu. Varılan nokta önemliydi; ama PKK'nin, ulusal kurtuluş düşüncesi ve umudunun tümden yok edilmesi, bunun üzerine ulusal imhanın gerçekleştirilerek tamamlanması gerekiyordu. Böyle kapsamlı bir amacı ve “harekâtı”, “sivil” yönetimler, alışılagelmiş yöntemlerle gerçekleştiremezdi. PKK ve temsil ettiği umudun bitirilmesi, topluma korku ve pasifikasyon imparatorluğunun egemen kılınması hedefi, ancak “korkusuz” bir askeri darbe tarafından gerçekleştirilebilirdi. Hiç kuşkusuz bu plan, kısa bir sürede gerçekleştirilmek durumundaydı. Bu, yoğun bir şiddet, vahşette, yöntem ve araçlarda sınırsızlık demekti. Peki, bunu askeri bir darbeden başka bir yönetim göze alabilir ve pratikte icra edebilir miydi?

Kaldı ki, kendi içinde çözülen, parçalanan, işlemez hale gelen bir devlet yapısı Kürdün ulusal imha programını kısa bir sürede gerçekleştiremezdi. Bu da olayın öteki önemli bir boyutuydu.

12 Eylül öncesinde PKK dışında başka gruplar da vardı, bunların da ideolojik faaliyetleri vardı. Ama güçleri, etkileri ve daha önemlisi güç potansiyelleri son derece sınırlıydı; belli bir kitle dayanakları da vardı, ama bunların istikrarlı politik ve askeri bir güce ve etkiye dönüşme olanak ve olasılıkları hemen hemen yoktu. Bu, program, strateji ve özellikle mücadele pratiklerinden kaynaklanan bir durumdu. Dolayısıyla Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi içindeki yerleri ve etkileri kayda değer bir düzeyde değildi. (Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerine sunulan İddianame ve Mahkemelerin Gerekçeli Kararları, bu grupların durumları ve eylemleri hakkından belli bir fikir verir.) Bu durumları zindan direnişlerinde de net bir biçimde ortaya çıkacaktır. 12 Eylül'den sonra bu grupların bir daha toparlanamamalarının, etkin bir güç haline gelememelerinin nedeni buralara kadar uzanmaktadır.

Ordu, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana kendisini devletin asıl sahibi olarak görmüş ve kendisini, başta Kürt sorunu olmak üzere her türlü toplumsal, ulusal, dinsel muhalefete karşı bir “iç savaş”, “karşı-ayaklanma” pozisyonunda tutmuş, stratejisini buna göre kurmuştur. Kürt sorunu her dönemde birinci öncelikleri olmuştur. Özellikle darbe dönemlerinde Kürtler üzerindeki şiddet akıl almaz boyutlara çıkarılır, pasifikasyon, korku derinleştirilir, Türkleştirme programına ivme kazandırılır. 27 Mayıs'ta herhangi bir Kürt kıpırdanışı olmamasına rağmen böyle davranılmış, Kürtçe köy, dağ, ova, vb. adları yasaklanmış, yerine Türkçe adlar konulmuş, böylece Kürdistan'ın Türkiyeleştirilmesi ve Kürtlerin Türkleştirilmesi politikasına hız verilmiştir.

Aynı durum 12 Mart'ta daha da yoğunlaştırılır. 12 Eylül bu ulusal imhacı geleneği devralır, yeniden üretir; daha vahşi boyutlar kazandırarak... Çünkü bu kez karşılarında ölüme doğru yuvarlanan, kendi gerçekliğinden vebadan kaçarcasına kaçan Kürtler değil, çağımızın en devrimci ideolojisine sahip bir ulusal kurtuluş hareketi var. Bu nedenle, daha önceki askeri darbe dönemlerinde uygulanan baskılardan daha katmerli ve iyi planlanmış bir karşı-devrimci soykırım siyasetinin yürütülmesi anlaşılır bir şeydir.

Evet, Kürt ve Kürdistan'ı tarih sahnesinden kesin bir biçimde silme siyaseti, 12 Eylül'ün geliş ve var oluş nedenlerinin başından gelir. Aynı zamanda bu, cuntanın temel siyasal programını ve askeri stratejisini oluşturmaktadır.

Böyle olduğu için, bütün Kürdistan il, ilçe ve köyleri hedeflendi, ülkemiz adeta yeniden işgal edildi. Operasyondan geçmeyen şehir, mahalle, köy ve yerleşim birimi kalmadı. 12 Eylül zulmünü yaşamayan tek bir Kürt kalmadı.

Ülkemiz tam bir faşist sömürgeci karanlığa gömüldü. Umutlar, yeşeren kurtuluş inancı, bu zifiri karanlık altında bitirilmek için ne gerekiyorsa o yapıldı. Kısa bir süre içinde içerde etkili bir PKK varlığının kalmadığını anladıktan sonra; faşist generaller, ulusal imha politikasını zindanlar üzerinde odaklaştırdılar. Zindanlar, böylece, ulusal kurtuluş umudu ile ulusal imha vahşetinin ölümüne çatıştığı belirleyici muharebe alanı haline geldi. 12 Eylül, zindanlarda gerçek yüzü ve kimliği ile ortaya çıktı. Sorun, elbette salt bir şiddet hareketi olarak algılanamaz. Sorun, Cumhuriyet'in o güne dek başaramadığı, tersine '70'li yıllardan itibaren boşa çıkarılan Kürdü tarihten silme soykırım politikasını, PKK'li savaş esirleri şahsında başarıya ulaştırmaktı.

Kürtler açısından 12 Eylül, buydu işte!

(Devam edecek...)