16 Nisan 2005
Sayı: 2005/15 (15)


  Kızıl Bayrak'tan
  “Halk hassasiyeti” değil, ABD hesabına
“derin devlet” operasyonu
  Kitlesel ve devrimci 1 Mayıs’ın anlam ve önemi
  İMF programlarına hayır demek için 1 Mayıs’ta alanlara!
  TEKEL’i bitirme oyunu devrede
  SEKA ve TEKEL’den sonra mücadele
bayrağı TELEKOM işçisinde!
  Trabzon provokasyonu üzerine
  “Derin devlet” tartışmaları
  Sivil faşist teröre balans ayarı

  Trabzon’da faşist kudurganlık sürüyor!

  Faşist saldırılara karşı suç duyurusu
  Taksim Meydanı işçi sınıfı ve emekçilerindir
  İstanbul’a 10 bin yeni polis
  “Demokrat” kılıklı Amerikancı
kalemşörlerin işgal savunuculuğu
  Ulusal sorun ve Kürt hareketi/10 : Emperyalist politikalar yedeğinde
“tarihi Ortadoğu sentezi”
  Maltepe BDSP’den eylem
 1 Mayıs çalışmalarından
Irak halklarının kanıyla sulanan yolsuzluk bataklığı!

 Bağdat’ta yüzbinler işgali lanetledi

 Siyonist cellatlar işbaşında
 Yeni “PKK” ve “Demokratik
Konfederalizm” üzerine
Fransa’da gençlik eylemde
Bültenlerden
Ölümünün 4. yılında Hatice Yürekli yoldaş
Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Ulusal sorun ve Kürt hareketi/10

Emperyalist politikalar yedeğinde “tarihi Ortadoğu sentezi”

H. Fırat

Bu bölümü önceleyen iki bölümdeki ayrıntılı aktarmalar ve açıklamalar, söz planında cömertlikte sınır tanımayarak ne derse desin, gerçekte Abdullah Öcalan'ın Ortadoğu'daki güncel çatışmada halkları etkin bir güç ve taraf olarak hesaba katmadığını bütün açıklığı ile göstermiş olmalıdır. Onun çizdiği çatışma tablosunda taraflar olarak büyük emperyalist güçler ile yerel gerici ve despotik devletler var yalnızca. Bu çatışmada o (Türk devletine ilişkin özel tutumunu şimdilik bir yana bırakacak olursak eğer) yerel despotik devletlere (ki çoğu durumda o bunu “ulus-devletler” ile aynı anlamda kullanıyor) karşı başını ABD emperyalizminin çektiği emperyalist güçlerden yanadır. Zira bu güçlerin bölgeye bireysel özgürlük, demokrasi, kalkınma ve refah getireceği inancındadır. Ona göre Amerikan savaş makinası bu ulvi hedef ve amaçları gerçekleştirecek “Büyük Ortadoğu Projesi”ne yolaçmak üzere devredir. “ABD ve ortakları yoğun askeri destek altında, başta Irak ve Afganistan olmak üzere tüm Ortadoğu genelinde ‘Büyük Ortadoğu Projesi' zihniyetini temel alarak politik yeniden yapılanmayı yürütmekte, değiştirmekte ve sürdürmektedir.” (Bir Halkı Savunmak, s. 195. Bu bölümdeki tüm aktarmalar bu kitaptan yapılacaktır.)

Abdullah Öcalan'ın temel inancı ve dolayısıyla hareket noktası bu olduğu içindir ki, o sözümona halklar lehine olan çözümlerini de buna göre, bu gerçeği esas alarak oluşturmaktadır. Halklara ve bu arada Kürtler'e ilişkin düşündüğü ve önerdiği herşey artık bunun içine oturmaktadır. Aynı şekilde, “ekolojik-demokratik toplum”, “büyük Ortadoğu sentezi” ya da “demokratik uygarlığın sol kanadı olarak Ortadoğu” üzerine onca edebiyatın bir anlamı varsa eğer, bu, ABD'nin bölgeye müdahalesi eksenindeki gelişmelerden halklar lehine kazanımlar elde etmeye dayalı bir çizgi ve tutumdan öte bir şey değildir. Abdullah Öcalan'ın “yeni PKK” programına da temel oluşturan son kitabı “Bir Halkı Savunmak”ı okuyup da bu gerçeği bütün açıklığı ile görmemek için ya düşünme ve kavrama gücünden yoksun olmak, ya da bilinçli ve kasıtlı bir tutum içinde bulunmak gerekir.

ABD müdahalesi ve Ortadoğu'da “devlet reformu”

Abdullah Öcalan'ın “yeni sistem”inde devlet sorunu kilit önemde bir yer tutmaktadır. Ona göre devlet sınıf niteliğinden ve ilişkilerinden bağımsız olarak, kendi başına bütün kötülüklerin anası, neredeyse biricik kaynağıdır. Fakat sanılabileceği gibi o bundan, devlet karşıtlığı ya da devleti yıkmak stratejisi türünden “yıkıcı” ve aynı anlama gelmek üzere devrimci değil, fakat son derece yapıcı ve dolayısıyla kurulu düzen için tümüyle zararsız sonuçlar çıkarır. Ona göre devlet sorunu sözkonusu olduğunda yapılması gereken ilkin, her türlü iktidar odaklı mücadeleden tam ve kesin olarak uzak durmak, bunu vazgeçilemez bir “ilke sorunu” saymaktadır. Ve ikinci olarak, devletle çatışmamak kadar ona teslim de olmamak, bu “iki hatalı tutum” yerine, devlete saygıda kusur etmeden ve onunla “ilkeli uzlaşmalar” arayarak, sonuçta onu reforme etmek çizgisi izlemektir. Bu onun baskıcı yanlarını demokrasinin geliştirilmesi yoluya sınırlamak, buna karşın “genel kamu çıkarları ve kamu güvenliği”ne bekçilik etmeye ilişkin “olumlu işlevler”ini ise geliştirmek ve sonsuza kadar kalıcılaştırmaktır. “Devlette reform” yoluyla bu sonuca ulaşılabildiği ölçüde, sayın ki “devlet sönümlenmiş”tir, aynı anlama gelmek üzere baskıcı ve despotik niteliklerinden tümüyle arındırılmıştır. Nitekim halihazırda bazı AB ülkelerinde gerçekleşmiş bulunduğu gibi. Bu türden bir sözde “devlet karşıtlığı”, burjuvazi ve devleti tarafından “devlet üstün hizmet madalyası” ile ödüllendirilse yeridir. Zira burada devlet karşıtlığı adı altında yapılan gerçekte emekçiler ve ezilenlerin sonsuza kadar ve terimin tüm anlamlarında iktidarsızlığa mahkum edilmesidir. Bu, kurulu düzeni ve devleti yıkmak devrimci hedefinden vazgeçerek, ölçülü bir muhalefet çabası içinde koparılacak tavizlerle yaşamaya razı olmak demektir. Bu, baskı ve sömürüyü, bunlara kaynaklık eden sınıf ve mülkiyet ilişkilerini sonsuza kadar kalıcılaştırmak istek ve tercihi demektir.

Abdullah Öcalan'ın Ortadoğu'da sorunların çözümüne ve dolayısıyla Amerikan müdahalesiyle birlikte bölgede gerçekleşeceğini umduğu büyük “demokratik uygarlık sentez”ine bakışının odağında da yine devlet sorunu vardır. Ona göre Ortadoğu'da kördüğüm olmuş sorunların temelinde tarih boyunca ve halen de devlet vardır. “Ana kavramlarda kısa bir tarih özeti bile Ortadoğu sorunlarının temelinde devlet olgusunun yattığını göstermektedir.” (s.156). “Ortadoğu'da (mevcut) devlet iktidarı zihniyetin de önünü kapatan, toplumun açılımına sivil inisiyatif tanımıyan karakteriyle tam bir engel konumundadır.” (s. 178). Buna karşılık sınıf olgusu, ilişkileri ve mücadelesinin, hele de Ortadoğu'da, neredeyse hiçbir anlamı, önemi ve işlevi yoktur. Marksizm her ne kadar “toplumbilimine ekonomi ve sınıf ağırlığını” taşımakla bir parça yararlı bir iş yapmışsa da, bunu gereğinden fazla abartmakla da gerçekte fazlasıyla zararlı olmuştur (s.108-110). Zira “toplum sistemlerinde sınıf olgusu sanıldığından daha az sosyolojik anlam taşır. Toplumu derinden etkileyen bağlar, ideolojik, siyasi, etnik ve diğer cemaatsel niteliktedir.” Genelde geçerli olan bu gerçek Ortadoğu sözkonusu olduğunda özellikle böyledir. Kaldı ki illaki sınıflardan ve sınıf mücadelesinden bahsedilecekse, bu durumda bile “sınıf mücadelesinin en doğru biçimi, sınıflaşmayı ideolojik ve pratik olarak yaşamamaktır. Bunun da adı özgür birey, etnik grup veya herhangi bir cemaat gibi yaşamaktır.” (s. 165)

Sınıflar ve sınıf mücadelesi gerçekte toplumların yaşamında fazla bir önem taşımaz, kaldı ki bu olguları düşünmezseniz ortada böyle sorunlar da kalmaz (Tayyip Erdoğan'ın Kürt sorununa ilişkin vecizesini hatırlayınız!) biçimindeki bu veciz düşünceleri burada, tüm sorunları devlet eksenli ele alan ve bunun çözümünü de devlet reformuna (mevcut burjuva devlet yapısında yapılacak düzeltmelere) indirgeyen düşünce çizgisine daha özel bir vurgu yapmak üzere aktarmış oluyoruz. Ortadoğu'da tüm sorunların kaynağı devlettir ve çözümü de “devlet reformu”ndan geçmektedir. “Devlet reformu” yapılır, bireyler ve sosyal gruplar da kendilerini sınıfsal bilinç ve eylemle ortaya koymak yerine“sınıflaşmayı ideolojik ve pratik olarak yaşamamak” yoluna gider ve böylece “özgür birey, etnik grup veya herhangi bir cemaat gibi yaşamak” yolunu tutarlarsa, inanınız ki o zaman cennet yeryüzüne iner!

Bu çerçevede Abdullah Öcalan, Ortadoğu'nun despotik devlet geleneğini sayfalar boyu irdeler, ortaya yer yer dikkate değer bazı gözlemler de koyar. Bu arada özellikle tarihsel dönemler sözkonusu olduğunda devlete bol bol atıp tutar, kadın ya da ekoloji sorununda olduğu gibi bu konuda da ahlaki öfkenin zaman zaman dozunu kaçırdığı da olur. Peki ama tüm bunların ardından, sonuçta nereye varır dersiniz? Yanıtı kendisinden dinleyeceğiz, fakat sırasıyla, önce “devlet reformu”na ilişkin görüşlerini ve ardından devlete karşı tutumunu:

“Ortadoğu devleti çözümlenmeden hiçbir ekonomik, toplumsal sorunun üstesinden gelinemez. Ne Batı'nın yöneldiği demokratik duyarlılığı yüksek devlet ne de örtük olmayan açık faşist devlet gibi olabilen bu güncel devlet tüm sorunların kaynağıdır. Yeniden yapılanması şarttır. Sorun çokça konulduğu gibi ‘üniter, yerel, federe' gibi ayrımlara dayalı çözümler değildir. Çözüme duyarlı devlet gerekiyor. En azından bireyin özgürleştirilmesi, toplumun demokratikleşmesi önünde engel konumundan çıkarılması gerekiyor. Sadece küçülmesi değil, işlevsel kılınması gerekiyor. Rasyonel, genel güvenlik ve gerçek kamu yararlılığı dışında, fazladan tüm kurum ve kurallarını terk etmesi gerekiyor. Devlet reformu bu temellerde geliştirilmeden, el atılacak her sorun ağır, hantal devlet nedeniyle çözümsüzlüğe itilmekten kurtulamaz.” (s. 179)

Bu çerçevedeki bir “devlet reformu” tüm dünyada ve Türkiye'de neo-liberallerin son 20 yıldır dillerinden düşürmedikleri bir düşünce, program ve politikadır. Onlar da tamı tamına devletin “sadece küçülmesi değil, işlevsel (de) kılınması” gerektiğini söylerler. Özelleştirme politikalarının en temel argümanı da bilindiği gibi budur. Küçültülmüş ve işlevsel kılınmış devlet, “asli görevi” olan “genel kamu güvenliği” ile kendini sınırlamış bir devlettir, sayın ki “bekçi devlet”tir. Gerçekte neyi beklediği, kapitalist sınıf egemenliği ve özel mülkiyet koşullarında “genel kamu çıkarı”nın gerçekte ne anlama geldiği burada pek bir önem taşımaz. (Abdullah Öcalan için sınıflar ve mülkiyet, sözü edilmeye değmez sorunlardır; merak eden varsa eğer bu konuda Marksizm'in söylediklerine bir gözatabilir havasındadır o). Dolayısıyla devlet bu biçimiyle yine bir burjuva sınıf devleti olacaktır, fakat iddiaya göre artık despotik karakteri de geride kalacaktır. Türkiye'nin “İkinci Cumhuriyetçi” neo-liberallerine göre bu, devlet için yurttaştan yurttaş için devlete ya da devletin hizmetinde yurttaştan yurttaşın hizmetinde devlete geçiş olacaktır. Böylece devlet, geleneksel despotik karakterinden arınarak, Abdullah Öcalan'ın sözleriyle, “rasyonel, genel güvenlik ve gerçek kamu yararlılığı” nitelik ve işlevlerine sahip bir demokratik kurum haline gelecektir. Bu arada ulusal sorun sözkonusu olduğunda doğrudan siyasal eşitliğe değilse bile hiç değilse “çözüme duyarlı” bir devlet olacaktır. “En azından bireyin özgürleştirilmesi, toplumun demokratikleşmesi önünde engel” oluşturmayacaktır (ki bu da yeni İmralı çizgisine göre Kürt sorununun onda dokuz çözümü demektir). İmralı'dan beri cumhuriyeti demokratikleştirmek, Mustafa Kemal'in cumhuriyet atılımını günümüzün demokrasi atılımı ile tamamlamak olarak felsefesi ve politikası yapılan devlet işte tamı tamına bu devlet olacaktır.

Devlet sorununa ilişkin bu çerçevedeki bir teori, program ve politika her ne kadar mevcut devlete ölçülü bir muhalefeti gerektiriyorsa da, ona karşı her türlü devrimci ve yıkıcı muhalefeti kesin ve kategorik biçimde dışlıyor. Önemle yineliyoruz; Abdullah Öcalan'ın tüm savunma-kitaplarına egemen “devlet karşıtlığı”, hiçbir biçimde mevcut egemen sınıf devletine karşıtlık değil, fakat yalnızca ezilen sınıflar sözkonusu olduğunda devrimci iktidar (ve ezilen ulus sözkonusu olduğunda ulus devlet, federasyon, bölgesel özerklik vb.) düşüncesine ve arayışına karşıtlıktır. Onun yeni felsefesine göre iktidar ilelebet sömürücü sınıfların elinde kalmalı ve bu arada ezen ulus kimliği taşımalıdır. Devleti kötüleme fikrinden, devlete onca atıp tutmadan çıkarılan sonuç, bu sınıfsal egemenlik ve baskı aygıtını yıkıp işçi sınıfı ve emekçileri egemen kılmak, böylece gelecekteki tümden yokoluşunun tarihi koşullarını hazırlamak değil, fakat emekçiler ve ezilenler için her anlamda iktidarsızlığın sürekli hale getirilmesi, ebedileştirilmesi olmaktadır. Bu gerçekten pek orijinal bir “devlet karşıtlığı”dır. Devrimci iktidar fikrinden bu uzak duruşu hiçbir biçimde anarşizmle karıştırmamak gerekir. Anarşizm, yerine tarihi bir geçiş süreci için zorunlu devrimci bir sınıf iktidarı geçirmeyi reddetse de, mevcut burjuva devlete karşıtlığını, hiç değilse ilke planında, onu yıkmak hedefi ile birleştirir. Oysa burada, Abdullah Öcalan şahsında gördüğümüz kurulu düzeni/devleti ebedileştiren ve emekçileri ise ebediyen iktidarsızlaştıran liberal bir düzen içi tutumdur. Bu liberalizm kautskizmin de gerisindedir; zira kautskizmde söz planında da olsa hiç değilse mevcut iktidarın emekçiler lehine barışçı yollarla ele geçirilmesi vardır. Abdullah Öcalan ise iktidar olmayı ve kendi sınıf çıkarları doğrultusunda hükmetmeyi, ilke olarak mülk sahibi sömürücü sınıflara bırakıyor. Halklar için ortaya koyduğu “devlet odaklı olmamayı ilkesel” değerde görme tutumunun öteki yüzünde bu gerçek tüm kabalığı ile sırıtmaktadır. Bu, tipik bir burjuva sınıf düşüncesi ve tutumudur. Kökleri tarihin derinliklerindedir. Tarihin her döneminde kurulu iktidara karşı ve ezilenlerin iktidarı için başkaldıran emekçi ve ezilen sınıf temsilcilerinin egemen sınıfın tarifsiz gadrine uğramasının gerisinde hep bu vardır. Egemen olmak ve bu konumuyla yönetmek her zaman sömürücü egemen sınıfların bir ayrıcalığı ve tekeli olarak kalmalıdır. Abdullah Öcalan bu egemen sınıf düşüncesini alıyor, ezilenler lehine duygusal söylemlerle sarıp sarmalayarak (buna şekere bulayarak da denebilir) sözümona “devlet karşıtlığı” adı altında emekçilere ve ezilenlere benimsetmeye çalışıyor.

Ortadoğu'daki despotik devlet geleneğini Sümerler'den alarak ve yer yer özel ayrıntılara inerek öfkeli söylenmeler eşliğinde irdeleyen Abdullah Öcalan, bundan yalnızca “devlet reformu” ihtiyacı gibi “5000 yıllık tarih” üzerinden biraz fazla hafif kaçan bir sonuç çıkarmakla kalmıyor, onu hemen izleyen pasajda, devlete karşı alınması gereken tutum konusunda da şunları söylüyor:

“Her dönemden daha yakıcı bir devlet iktidarı sorunu ile karşı karşıyayız. Yakın geçmişin sosyal demokrat, ulusal kurtuluş ve reel sosyalist devlet hastalığına düşmeden, ne yıkarak yenisini ne de uzlaşarak kendisini ele geçirme gibi aldanmalara düşmeden, devlete yönelik ilkeli bir demokratik uzlaşım veya çözüm olanağını yaratmak en temel görev olmaktadır. Tüm politik eylemin hedefine bu görev alınmak durumundadır.” (s. 179-180)

Burada “yeni sistem”in bütün bir dünya görüşü ve ondan çıkan politik programın esası ve ekseni veciz bir biçimde özetlenmiştir. Tüm sorunların kaynağı devlettir ve dolayısıyla tüm sorun devlettedir ama, bu böyle olsa da, devlete karşı alınması gereken tutum asla geçmişin devrimci yıkıcılığı biçiminde olmamalıdır. Devlet yıkıcılığına dayalı devrimci tutumu bir yana bırakarak, bunun yerine“devlete yönelik ilkeli bir demokratik uzlaşım veya çözüm olanağını yaratma” arayışına yönelmek ve bununla yetinmek gerek. Politik eylemin özü ve esası, başı ve sonu budur, bu olmalıdır. “En temel görev” budur ve “tüm politik eylemin hedefine bu görev alınmak durumundadır.”

Burada en iyi durumda, burjuva demokrat bir reform programı/çizgisi ile yüzyüzeyiz demektir. Gelin görün ki bu haliyle bile Abdullah Öcalan bunu, bağımsız bir program ve çizgi olarak değil, fakat ABD'nin yeni Ortadoğu stratejisinin bir uzantısı olarak ele almaktadır. Türkiye için değilse bile Ortadoğu için (ki burada konumuz henüz genel olarak Ortadoğu'dur) sorunu ele alışı tamı tamına budur. Ona göre ABD 20. yüzyıldan çıkardığı derslerin “özeleştirisi”ne dayanarak Ortadoğu'daki despotik devlete savaş açmış bulunmaktadır. Bu savaşta başarılı olabilmek için halkların desteğine ihtiyacı vardır ve bu desteği alabilmek için de onların istek ve özlemlerini hesaba katmak zorundadır. Halklar da bunu kavrar, sözkonusu “zorunluluk” alanını en iyi biçimde değerlendirirlerse, işte o zaman Ortadoğu'da başarılı bir “tarihi sentez”in de yolu açılacak demektir. Bu ise Ortadoğu'nun “5000 yıllık” makus talihinin sonu olacaktır.

Abdullah Öcalan'a göre ABD'nin “Büyük Ortadoğu Projesi”nin en temel halkası, despotik devletin demokratik devletle aşılmasıdır. Afganistan ve Irak'la uygulamasına geçilen işin esas anlamı budur. Mevcut despotik devlet “ulus-devlet”, kapitalist küreselleşmenin önünde en temel engel durumundadır. “Küresel ekonomiyle bütünleşebilme”, “mevcut devlet yapılanması altında zor gerçekleşir” bir iştir. Sistemin efendileri, en başta da onların lideri olarak ABD, bu gerçeği artık nihayet görmüş bulunmaktadır. Bugüne kadar despotik devletleri desteklemiş olmanın bir hata olduğunu, günümüzde bunun “kârdan çok zarar getirdiğini” olaylar onlara göstermiştir. Özellikle ABD'nin “Büyük Ortadoğu Projesi” şahsında girmiş bulunduğu “özeleştirel” tutumun gerisinde de zaten bu vardır. Ortadoğu'nun despotik devleti, aşırı masraflı ve israfçı varlığıyla, bir yandan “kitleleri aşırı yoksullaştırmak” yoluyla “talep gücünü düşürürken” (ve böylece “küresel ekonominin” sürüm pazarını daraltırken), öte yandan yolaçtığı bu çözümsüzlükle “kendi varlığını da gereksiz hale getirmiş olmaktadır.” Bu durumda “talep gücü düşen kitleleri kontrol etmek zorlaşırken, despotik devlet yapılanması (da) küresel sistemi engelleme konumuna” düşmektedir. İşte bu ikili “sıkışma, gündemleşen Büyük Ortadoğu Projesi'nin maddi temelidir.” “Büyük Ortadoğu Projesi ile kaostan çıkış ve çözüm sağlanmaya çalışılmaktadır.” Halklar elbette bunu eli kolu bağlı izleme konumunda bekleyemezler. Olup bitenlere karşılık olarak “halkların da seçenek oluşturabileceği daha demokratik, özgür ve eşit çözümlerin gündemleşmesi sözkonusu” olmalıdır. (s.182)

Böylece geçen bölümde bıraktığımız noktadan ilerleyecek duruma yeniden ulaşmış bulunuyoruz.

ABD senaryolarına dayalı “tarihi sentez” olanağı

Geçen bölümde kaldığımız yerden Abdullah Öcalan, “Sonuç olarak Ortadoğu kaosundan çıkışta üç senaryo çizilebilir” sözleriyle devam etmekte ve ardından bunları sırasıyla özetlemektedir.

Senaryoların ilki, “eski statükoyu korumaya çalışanlar”a aittir. Bunlara, dolayısıyla senaryolarına, fazlaca bir şans tanınmamaktadır. Aslında statükocuların kendileri de bir şanslarının olmadığının farkındadırlar; “yapmak istedikleri, biraz fiyatlarını artırarak eklemlenmedir.” “Nazlanarak da olsa, ABD önderliğinde ve büyük proje kapsamında sistemle yeniden eklemlenmekten başka seçenekleri pek rasyonel görünmemektedir.” (s.187-188)

Senaryoların ikincisi, “ABD'nin ağırlığı altında yeniden yapılanmadır.” Bu yeniden yapılanma “Ulus devletle yeni sömürgecilik arası bir statü olarak düşünülebilir.” Fas'tan Türki cumhuriyetlere kadar “Büyük Ortadoğu” kapsamındaki tüm devletler (elbette İsrail hariç!), “eski tarz sürdürülemeyeceğine göre, yeniden yapılanma derslerini iyi okumak zorundadırlar.” “Ekonomide liberalleşme, toplumsal alanda ‘özellikle kadında' özgürleşme ve siyasette sistem çerçevesinde -burjuva demokrasisi- demokratikleşme bu yeniden yapılanmanın esas mantığıdır.” Siyasi sınırlarda değişiklik yapılmamakla birlikte “katı merkeziyetçi bürokratik yapıdan esnek, yerel yönetimleri güçlendirilmiş federasyona kadar gidebilen daha demokratik bir siyasi yapılanma tercih edilecektir.” Bunlara ekonomide liberalleşme ile birlikte “kadın özgürlüğü ve bireyselleşmeye dayalı kültür ve sanat çalışmalarına yatırım” da eklenmelidir. (s.188-89)

ABD'nin “en çok realize etmek” istediği senaryo bu ikincisidir. “Fakat bu senaryonun en zayıf tarafı, tek taraflı sistem iradesiyle yürütülmesinin çok zor olmasıdır.” (s.189)

Kritik önemdeki bu son tespitle birlikte, biz de büyük tarihi “sentez” olanağının eşiğine nihayet ulaşmış oluyoruz. Zira “tek taraflı sistem iradesiyle yürütülmesinin çok zor olması” beraberinde öte tarafın iradesini de hesaba katmayı getirmekte, bir zorunluluk olarak gerektirmektedir. Tarafların iradesinin bileşkesi olarak ortaya çıkacak sonuç ise, tarihi “Ortadoğu sentez”inden başka bir şey olmayacaktır.

Kaldığımız cümlenin devamından, yani Abdullah Öcalan'ın bizzat kendisinden izleyelim: “Büyük Ortadoğu Projesi”nin mimarı ve savaş makinası eşliğindeki uygulayıcısı ABD, sözkonusu ikinci senaryoyu uygularken; “Bir yandan eski statükocu ulus devletler, diğer yandan toplumsal muhalefetin artan talepleri karşısında tavizlere zorlanacaktır. Sistemin tek taraflı iradesiyle eklemlenmeyi sağlayamaması, daha karma yapılanmalara açık olmasını getirecektir.” (s. 189) İşte bu “karma yapılanmalar” zorunluluğu, “üçüncü senaryo”nun çıkış noktasıdır. Dolayısıyla, tarihte bir benzerini Büyük İskender'in büyük Doğu seferinde gördüğümüz büyük “doğu-batı sentezi”nin Ortadoğu'da yaşanacak yeni bir örneği için tarihi bir fırsat ve olanaktır. (Sözü edilen “karma yapılanmalar”ın sonuçta Abdullah Öcalan orijinal türetimi “karma demokrasi”ye çıktığını gelecek bölümde göreceğiz).

Yine Abdullah Öcalan'ın kendisinden dinleyelim: “Üçüncü senaryo bu gereksinime (“karma yapılar”) yanıt verme temelinde geliştirilecektir. Başat, hegemon gücü kendisi (ABD!) olmak koşuluyla, her iki tarafa (“eski statükocu ulus devletler” ile halklara) uzlaşmayı dayatacaktır. Eskiden boyun eğdirme dediğimiz şey günümüz koşullarında uzlaşmaya dönüştürülecektir.” Gelişme “daha çok geliştirilmiş burjuva demokrasisine doğru olacaktır.” Bu durumda “halk güçlerinin etkinlik kazanması ve statükocu ulus devlet güçlerinin giderek etkisizleşmesi beklenebilir. Halk temelli demokrasiyle burjuva devlet temelli demokrasi arasında ilginç bir deneyim yaşanabilir.”

Doğal olarak bu büyük bir tarihi ilerleme, halklar payına kendi başlarına asla ulaşamayacakları tarihi bir kazanım anlamına gelecektir. Fakat buna ulaşmak sorumluluk gerektirmekte, güç dengelerinin hassasiyeti halk güçlerine bazı konularda özellikle dikkatli olunması sorumluluğu yüklemektedir: “Dikkat edilmesi gereken temel husus, sistemin tüm yeniden yapılanmaları karşısında kör bir direniş kadar ilkesiz bir uzlaşma içine girilmemesidir. Birçok deneyimde yaşandığı gibi toptan kazanayım derken toptan kaybedilmemesidir.” (s. 189)

“Toptan kazanıyım derken toptan kaybetme”, Abdullah Öcalan için devrime dayalı çözüm yolunun “kodlanmış” anlatımıdır. Bu onun kendince geçmiş deneyiminden çıkardığı tarihi önemde teorik ve stratejik derstir. Kurulu düzeni değiştirmek gereksiz olduğu kadar olanaksızdır da, buna heves edenler “kaybetmeye” yazgılıdırlar. Yapılması gereken kurulu düzeni, özellikle de onun temel kurumu olarak devleti, reformdan geçirmektir (ve bununla yetinmektir!). Demokrasinin sınırlarını genişleterek devlet gücünün etki alanını daraltmaktır. Ve en önemlisi, bu arada sınıf egemenliği, sömürü ve mülkiyet ilişkileri, bunlardan kaynaklanan toplumsal sorunları “sorun” edinmemektir. Bu ölçülere uyulmak kaydıyla, uluslararası planda sistemle ve tek tek ülkelerde düzen ve devletle ilkeli uzlaşmalar yoluna giderek durumu düzeltmek, bugünkünden daha yaşanabilir koşullara ulaşmak pekala olanaklıdır. Bunun dışında bir şans yoktur, herhangi bir alternatif olanaklı değildir. ABD imparatorluğu halklara “ya hızlı uzlaşma ya da ezilme seçenekleri” dışında bir şans tanımamakta/bırakmamaktadır. “Birçok deneyimde yaşandığı gibi toptan kazanayım derken toptan kaybedilme”si, tam da bu katı gerçeğin gözetilememesinden kaynaklanmıştır.

Görmüş bulunduğumuz üçlü senaryonun özetini, “Günümüz Ortadoğu'sunu Roma İmparatorluğu'nun 4. yüzyılındaki durumuna benzetebiliriz” sözleriyle başlayan ve Roma İmparatorluğu ile Amerikan imparatorluğu arasında birçok bakımdan temelsiz ve zorlama tarihsel paralelliklere dayalı olan bir anlatım izlemektedir. Bunun burada bizi ilgilendiren yanı, anlatımın bağlandığı şu sonuçtur: “Günümüz ABD İmparatorluğu'nun Roma benzerliği birçok boyuttadır. (...) Tabii bu benzerlik arkasından aynı tür gelişmenin olacağı anlamına gelmez. ABD son derece pragmatisttir. Sistemi en sonunda tarihteki imparatorluklar gibi yıkılışa götürmektense, geniş tavizler politikasıyla yumuşak geçişler halinde dönüştürülebilir. Bu ihtimali ciddi olarak gözönünde bulundurmak gerekir...” (s.190)

“Bu ihtimali ciddi olarak gözönünde bulundurmak gerekir”; zira Ortadoğu'da büyük tarihi sentez üzerine tüm söylenenler, gerçekte ve sonuçta bu ihtimale dayandırılmaktadır. Nitekim bu sözlerin devamı da şöyle gelmektedir: “Halkların -emekçilerin- ikinci bir hıristiyanlık ve barbarlık uzlaşmacılığıyla hakim sistem içinde erimemesi için, öncelikle zihniyet gücüyle demokratik komünal duruşu birleştirip, ilkeli uzlaşmaları da gözardı etmeden, demokratik uygarlık hamlesini yenileyip sisteme dayatmasıyla mümkündür.”

Laf kalabalığını ayıklar ve bu sözleri önceleyen sözlerle birlikte değerlendirirseniz, söylenenin şu olduğunu tüm açıklığı ile görürsünüz: ABD uzlaşmaya mecburdur ve pragmatizmi onu buna ayrıca yöneltecektir. Fakat halklar da bu uzlaşmayı “ilkeli” tarzda ve kendi çıkarlarına uygun biçimde yapmaya hazır olmalıdırlar; zira ancak böylece “sistem”i kendilerini gereğince hesaba katmaya zorlamış ve dolayısıyla “demokratik uygarlık hamlesi”ni ona dayatmış olurlar. “İlkeli uzlaşma” halkların onurunu kurtarır mı bilemiyoruz, fakat önerilen çerçevede sonuç her halükarda ABD emperyalizminin dünya imparatorluğu ve Ortadoğu egemenliği statüsünün pekişmesi ve süreklileşmesi olacaktır. ABD'nin, “hıristiyanlık ve barbarlık uzlaşmacılığı”nı kendi içinde erittiği halde yıkılıp gitmekten kurtulamayan Roma İmparatorluğu'ndan temel tarihsel farkı bu olacaktır. Ve bunu bütün açıklığı ile bize söyleyen de Abdullah Öcalan'dan başkası değildir. Onun öngördüğü ve kendi “yeni sistemi”nin temel öğelerinden biri haline getirdiği “demokratik uygarlık hamlesi”nin tüm anlamı, halkların uzlaşma zorunluluğu içindeki ABD'ye kendilerini mümkün mertebe kendi çıkarlarına uygun koşullarda pazarlamayı başarmalarından öte bir şey değildir. (Buradan bakıldığında, Barzani ve Talabani'nin bu işi Irak'ta en iyi biçimde yaptığı söylenebilir).

“Büyük Ortadoğu Projesi”nin karşılaşacağı senaryolara ilişkin özetleme dolaysız olarak bunun içindir: “... Genelde 5000 yıllık, daha yakında 200 ve 60 yıllık hegemonik -kapitalist hegemonya dönemi- dönemlerden sonra sistemin kaos aralığında patlaması bir olgudur. Sıkı değerlendirmeyi gerektirir. ABD önderliğinde çağdaş imparatorluğun kaosa cevaplarını ana senaryolar halinde gösterdik. Bunu halkların, toplumsal özgürlük güçlerinin senaryosunu gerçekçi çizmek için yaptık...” (s.192) Buradaki “gerçekçi”lik vurgusu, kilit ifadedir. Halklar ABD senaryolarını bilmeli ve bunu da kendilerini buna “ilkeli bir uzlaşma” temelinde uyarlamak üzere yapmalıdırlar. “Gerçekçi” olmak bunu gerektirmektedir. Bunun ötesi sonuçsuz macera ve “hızlı ezilme”dir. Bu akıbetten kaçınmanın yolu ise “hızlı uzlaşma”dır. ABD başka bir şans tanımamaktadır. Döne döne söylenenlerin başı ve sonu, çıkış ve varış noktası budur. Öteki herşey boş laf, aynı anlama gelmek üzere gözboyayıcı edebiyattır.

Böylece bir kez daha Talabani'nin yıllar öncesine ait o ünlü mektubuna çıkıyoruz: “... ABD'nin himayesinde, serbest piyasaya dayalı, burjuva demokrasiler sistemi hakim tek nizamdır. Sizin de bunu kabul etmekten başka çareniz yoktur.” Öcalan gecikerek de olsa sonunda Talabani'nin önerdiği çizgiyi benimsemiştir. Buna rağmen o hapiste, oysa Talabani ABD işgalindeki Irak'ın cumhurbaşkanlığı koltuğundadır. Bu akıbet farkı, konum farkından gelmektedir. Konum farkı ise sanılabileceği siyasal geçmişlerinden değil (şu sıralar lehindeki yazılarda sempatiyle dile getirildiği gibi, Talabani de kendi çapında “eski bir maocu”dur!), fakat bulundukları siyasal coğrafyalardan doğmaktadır. Irak'taki despotik rejim ABD ile sorunluydu ve bu çerçevede ABD müdahalesi hiç değilse şimdilik Talabani'nin şansı oldu. Oysa Türkiye'deki despotik rejim 60 yıldır ABD'nin hizmetindedir ve kendi Kürdü'nün özgürlük mücadelesini bastırmada hep de ABD'nin tam desteğini arkasında bulmuştur. Bugün aynı ideolojik çizgide buluşmuş olan Talabani ile Abdullah Öcalan'nın buna rağmen uğradıkları muamele farkı, konumlarındaki bu temel önemde farklılıktan gelmektedir.

Abdullah Öcalan “Büyük Ortadoğu Projesi”ni göklere çıkarırken ve ABD emperyalizmini neredeyse bütün zamanların en büyük “dış” demokrasi dinamiği olarak yüceltirken, buna benzer basit gerçekleri görmezden geliyor. Demokrasi sevdalısı ABD neden petrol zengini ortaçağ krallıkları ve şeyhlikleriyle değil de özellikle Irak, Suriye ve İran gibi belli bir kategorideki ülkelerle uğraşıyor? Neden İran'ın nükleer silah geliştirme kapasitesini sorun ediyor da bir nükleer silah deposu olan İsrail'i sorun etmiyor? Neden Suriye'nin Lübnan'daki sınırlı askeri varlığını sorun ediyor da İsrail'in Filistin işgaline ve sistematik toprak ilhakına her bakımdan tam destek veriyor? Neden Abdullah Öcalan'ın o çok yücelttiği BM hukukunu müdahale etmek istediği ülkelere karşı bir silaha çeviriyor da aynı hukuku kırk yıldır tam da kendisi sayesinde çiğneyen İsrail'i her yolla koruma yoluna gidiyor. Demokrasi sevdalısı ABD'nin müdahale ettiği Ortadoğu ülkelerinde, gerçek demokrasi dinamiği olabilecek sosyal ve siyasal güçleri bir yana iterek, gerektiğinde ezerek, Irak'ta olduğu gibi etnik, dini, mezhepsel ya da aşiretsel güçlere (köklü demokratik ve sosyal dönüşümlerle aşılması gereken ortaçağ artığı güçler!), ya da Afganistan'da olduğu gibi aşiretlere ve geleneksel savaş ağalarına dayalı yeni rejimler inşa etmeye çalışması ne türden bir demokrasi örneğidir acaba? Despotik Kaddafi rejimi sırf kendilerine onursuzca boyun eğdi diye nasıl oluyor da bir anda hüsnü kabul görüyor, demokrasi sevdalısı batılı liderlerin peşpeşe Libya'ya gezileriyle onurlandırılabiliyor? Ortadoğu'da despotik rejimlerle uğraşıyor görünen demokrasi havarisi ABD Latin Amerika'nın halihazırdaki en dinamik demokrasisi olan Venezuella ile nasıl bir sorunu var acaba? Hugo Chavez neden acaba muhtemel bir ABD istilasına karşı adeta ulusal seferlik ilan etmiş durumda? vb., vb... Brecht'in o çok güzel şiirinde denildiği gibi,

“İşte bir sürü olay sana.

Ve bir sürü soru...”

Ortadoğu'da tarihi alt-üst oluş ve “evrensel seçenek” olanağı

“Ortadoğu toplumunun kaos çıkışındaki politik seçeneği sadece bölgesel değil, evrensel düzlemde de özgürlük problemine yanıt teşkil edebilecek nitelikleri taşımak durumundadır. Bölgede küresel hamlenin kaderi çizilmektedir. ABD önderliğindeki sistemin başarısı dünyanın tüm geleceğini belirlediğinden ötürü bu böyledir. 20. yüzyılda feodal güçlerden derlenen iktidar bloklarının dönüştürülmeden devamı, gerçekleşmesi en zor olasılık olduğundan, toplumun geleneksel olarak ağır tahakküm yaşayan geniş tabanı bir biçimde devreye girmek zorundadır. Yeniden yapılanmak isteyen küresel kapitalist güçler gereksindiği için de bu böyledir. Ama uyanacak yığınların bu istemlerle sınırlandırılabileceği de çok kuşkuludur. Pandora'nın Kutusu'ndan nelerin çıkacağı belirsizdir. Belirsizliği giderecek olan, kaos aralığındaki yaratıcı, özgürleştirici çabanın kendisi olacaktır. Tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak bir pratik değişim dönemi yaşanacaktır. Tıpkı yeni kentler kurulur gibi toplumun yeniden yapılanması tarihin gündemindedir. Ortadoğu'daki zorlukların temelinde bu gerçeklik yatıyor. Hakim sistemin yeniden yapılandırılmasıyla, halkların, toplumun özgürlük güçlerinin yeniden yapılandırma mücadeleleri büyük bir ilişki ve çelişki ortamında yürütülecektir.” (s. 194)

Abdullah Öcalan'ın düşünce sistematiği bütünlüğü için görebilsin diye zaman zaman sözünde kesinti yaratmaksızın böyle uzun pasajlar aktarmak durumunda kalıyoruz. Ortadoğu'da “küresel hamlenin kaderi çizilmektedir”, baş aktör ya da temel dinamik sistemin jandarması olarak ABD'dir. Eski iktidar bloklarıyla işi götüremediği için bunları aşmak istemekte, ama bunları aşmak da kaçınılmaz olarak devreye bir ölçüde halkları sokmaktadır. Sözün tam burasında kritik bir tespit var. Halkların devreye girmesi yalnızca sistemin efendilerinin eski uşaklarını tasfiye etmesinin ya da etmek istemesinin kendiliğinden bir sonucu değildir, daha da önemlisi, “Yeniden yapılanmak isteyen küresel kapitalist güçler gereksindiği için de bu böyledir.” Bu gereksinme, Sırbistan'da, Ukrayna'da ve son olarak Kırgızıstan'da ne işe yaradıysa, aynı şekilde Afganistan savaşı sırasında “Kuzey İttifakı” ve Irak savaşı sırasında Kürt güçleri şahsında ne işe yaradıysa, bundan böyle de Ortadoğu'da aynı işe yarayacaktır kuşkusuz.

Fakat tam bu noktada Abdullah Öcalan da diyor ki, eğer bu “kaos aralığı”nda halklar biraz daha etkin ve inisiyatifli davranırlarsa, emperyalistlerin kendiliğinden vereceklerinin pekala daha fazlasını alabilirler. Usandırıcı biçimde yinelenen “tam teslim olmadan” fakat “körükörüne karşı da çıkmadan”, bu ikisi yerine “ilkeli uzlaşmalar”a dayalı bir çizgi formülünün tüm anlamı ve işlevi işte budur. ABD emperyalizmimin Ortadoğu'yu yeniden yapılandırma çalışmaları ile halkların kendi çabalarının karşılıklı oluşturacağı “büyük bir ilişki ve çelişki ortamı”da tamı tamına bunda ifadesini bulacaktır. “İlişki” uzlaşmayı ve “çelişki” bunu “ilkeli” bir duruşla birleştirmeyi gerektirecektir. Fakat herhalükarda çatışmaya gerek kalmayacaktır, zira tarafların çıkar ve istemleri despotik rejimlerin aşılmasında ve yerine demokrasilerin kurulmasında güçlü biçimde çakışmaktadır. Tüm sorun yeni demokrasinin dozunun nasıl ayarlanacağıdır. Abdullah Öcalan'ın “yeni sistemi', buna dayanak oluşturan felsefi yaklaşımı ve bunun ürünü olan genel politik davranış çizgisi, medeni bir uzlaşma ve anlaşma için fazlasıyla olanaklar sunmaktadır, yeter ki taraflar buna uygun anlayış ve davranış içinde hareket edebilsinler. Onun “Büyük Ortadoğu Projesi”ne ilişkin uyarı ve önerileri bu çerçevede bir anlam taşımaktadır. Ve o aynı şeyleri halklara dönük olarak da yapmakta, onları her türlü aşırılıktan kaçınmaya, hayallerden uzak duracak bir gerçekçilikle hareket etmeye, özellikle de “devlet odaklı” iktidar mücadelesinden ve kurulu düzenin dengelerini zorlayacak sınıfsal-sosyal istemlerden feregat etmeye çağırmaktadır. (Buna ilişkin bazı ayrıntıları gelecek bölümde görmek olanağımız olacak)

Sonuçta Ortadoğu'da halklar cephesinden yapılacak herşey elbette emperyalist stratejilerin yedeğinde ve hizmetinde olacaktır, ama bunun karşılığı da sınırlı demokratik reformlar olarak onlardan istenecek ve sonuçta alınacaktır. “Yeni sistem”in Ortadoğu halklarına “5000 yıllık” tarih perspektifi üzerinden sunduğu sözde kurtuluş reçetesi işte bu, kesinlikle ne eksik ne fazla! Bu reçete sadece Ortadoğu hakları için de düşünülmüyor. Ortadoğu'da ulaşılacak çözüm, emperyalistlerin arzu ve çıkarları ile halkların arzu ve çıkarları arasında sağlanacak dengeli çözüm, “bu büyük tarihi sentez” örneği, “evrensel düzlemde de özgürlük problemine yanıt teşkil edebilecek nitelikleri taşımak durumundadır.” Bunun anlamı basitçe şudur: Ortadoğu halkları ABD'nin küresel egemenliğine ve cihan imparatoru misyonuna saygı gösterirler ve karşılığını da ABD'den despotik rejimlerin aşılmasına dayalı bir demokrasi olarak alırlarsa, bu model pekala küresel emperyalizmin dünya modeli olarak da işe yarayabilir.

Tarihi “Ortadoğu sentez”ine son bir bölümle devam edeceğiz.

(Devam edecek...)