İçindekiler:

20 Mart 2022
Sayı: KB 2022/11

Yaklaşan 1 Mayıs'ın çağrısı
Ukrayna'da emperyalist savaş sürüyor
Saray rejiminin pervasızlığı
Sağlık emekçilerinin grevi üzerine
Toplumsal öfke büyüyor
Tansu Çiller sahnede
Beyazıt'ta 16 Mart eylemi
Halepçe'de katledilenler anıldı
TEKSİF yeni bir satışa hazırlanıyor!
Kadınlar 8 Mart'ta alanlardaydı
Ulusal sorun ve toplumsal devrim / 1
Almanya'daki sendikal bürokrasi
Ukrayna savaşı ve emperyalist ikiyüzlülük
Almanya militarizme yatırımlarını arttırıyor
Fransa'da Renault'ta üretim aksamaları
Silahlanma harcamalarında AB
BİR-KAR: Özgürlük, eşitlik, gönüllü birlik!
Korsika'daki eylemler
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Ulusal sorun ve toplumsal devrim / 1

H. Fırat

 

Burada iki bölüm halinde sunacağımız metin, 18 Aralık 2011 tarihli bir konferansın elden geçirilmiş kayıtlarından oluşmaktadır.

Metin daha önce bütünlüğü içinde, 7 bölümlük bir dizinin (Kürt Sorunu Üzerine konferanslar) son bölümü olarak yayınlanmıştı (Nisan 2013, http://www.tkip.org/ana-sayfa/ulusal-sorun/).

Toplumsal-siyasal sorunlar bir bütündür

Ulusal sorun siyasal bir sorundur, doğallıkla Kürt sorunu da. Ama her siyasal sorunun derin tarihsel-toplumsal kökleri, bir sosyo-ekonomik mantığı, bir toplumsal-sınıfsal temeli var. Öte yandan, toplumsal sorunlar bir bütündür ve çözümleri birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Kürt sorunu bugünün Türkiye toplumunda yakıcı bir sorundur. Ama örneğin kadın sorunu da ha keza öyledir. İşçinin sömürülmesi, geniş halk yığınlarının yoksulluğu ve yoksunluğu da... Bunlar ciddi toplumsal-siyasal sorunlardır. Toplumun en temel gerçeklerini oluşturmaktadırlar. Tümünün de büyük bir önemi, ezici bir ağırlığı var. Tümü de yakıcı bir biçimde çözüm bekliyorlar.

Bugün Kürt sorunu üzerinden bir Kürt hareketi, bunun önderlik ettiği örgütlü bir ulusal mücadele var. Böyle olduğu içindir ki Kürt sorunu özellikle ön plana çıkıyor. Dolayısıyla Kürt sorununun ağırlığı daha iyi hissedilebiliyor. Örgütlü mücadele içinde olanlar, daima kendi sorunlarını ön plana çıkarır, herkesin gündemine sokmaya çalışırlar, bunda başarılı da olurlar, bu anlaşılır bir şeydir. Ama bu, aynı şekilde sömürülen işçinin, yoksul emekçinin, ezilen kadının, ezilen, sömürülen, horlanan öteki toplum kesimlerin sorunlarının önemini ve yakıcılığını bir nebze olsun azaltmaz.

Bütün bu sorunlar belli bir toplumsal düzenin, kapitalizmin ürünüdürler ve gerçekte bir bütün oluşturmaktadırlar. Bu düzen sömürüye, baskıya, toplumsal ve siyasal eşitsizliklere dayalıdır. Bu eşitsizlikler toplumsal hayatın tüm alanlarında yansır. En başta sınıflar arası ilişkilerde yansır; toplumsal sorunun özünü ve esasını da bu oluşturur. Bunun cinsler arası ilişkilerdeki yansıması, karşımıza muazzam bir kadın sorunu olarak çıkar. Farklı uluslar, milliyetler, kültürler arası ilişkilerde yansımaları, her biçimiyle ulusal sorunu doğurur. Farklı inançlar arasındaki ilişkilerde yansıması, dinsel ve mezhepsel sorunlara kaynaklık eder. Kapitalizm yapısal olarak bir eşitsizlikler düzenidir, tüm bu sorunların kaynağıdır, onları döne döne yeniden üretir. Bir ölçüde çözmüş gibi görünür, zaman zaman kısmen hafifletmiş gibi de olur. Ama çok geçmeden daha da ağırlaşmış biçimiyle yeniden üretir. Örneğin kapitalizm, feodal toplumdan kalan biçimiyle kadın sorununu çözmüş görünür. Ama gerçekte kapitalist temeller üzerinde yepyeni, çok daha kapsamlı, çok daha incelikli, çok daha yaralayıcı, çok daha aşağılayıcı bir kadın sorunu doğurur.

PKK eksenli Kürt ulusal hareketinin geçmişteki en büyük avantajı, sorunlara bir parça olsun Marksizmin etkisi altında bakabilmesi, Marksizmin sınıfsal tahlil yönteminden yararlanmasıydı. Marksizm dünyayı nesnel bir biçimde görme, toplumsal sorunları doğru algılama ve yerli yerine oturtma olanağı sağlar. Marksist dünya görüşünden koptuğunuz, onun etki alanından çıktığınız ölçüde, sorunları doğru anlama olanağınızı da yitirirsiniz. Onları gerçek temelleriyle kavramaktan uzaklaşır, birbirinden ayırır, bütünlüğünü gözden kaçırırsınız. Böylece kendinizi salt kendi sorununuza daraltır, kendi sorununuza kendi sınırları içinde bir çözüm aramaya yönelir, sonuçta kendinizi bir çıkmaza saplarsınız. Zira istesiniz de sorununuzu kendi dar sınırları içinde çözemezsiniz. Çözüm ancak toplumsal bütünün içinde bulunabilir. Sorunların kaynağı kadar, çözüm olanakları da o bütünün içindedir.

Demokrasi sorunu, siyasal özgürlükler sorunu, bir bütündür. Burjuva sınırlarda bir demokraside bile, emekçinin siyasal özgürlük sorunu, kadının toplumsal yaşamın her alanında hiç değilse yasa önünde eşitliği sorunu, ulusal sorun, farklı kültürlerin ya da inançların hak ve özgürlükleri sorunu, birlikte bir anlam taşırlar. Bunların kaynağını olduğu gibi çözümünü de birbirinden ayıramazsınız. Kaynağında aynı toplumsal düzen var ve siyasal-hukuksal sınırlarda kısmi ve iğreti bir çözüm bile bütünsel bir anlam taşır. Kurulu düzen bütün bunları içeren bütünsel bir değişimden geçmiyorsa, reformist solun o çok bilinen ifadesiyle, kurulu toplumsal düzen bütünlüğü içinde demokratikleşmiyorsa, bu durumda siz şu veya bu sorunun özel demokratik çözümünden söz edemezsiniz. Hele de Türkiye gibi bir ülkede, hele de Kürt sorunu söz konusu olduğunda. Hele de ulusal eşitsizlik ve egemen ulus üstünlüğünün adeta genlerine işlenmiş bulunduğu bir toplumda.

Toplumsal-siyasal sorunları birbirinden koparamazsınız; zira aynı toplumsal-sınıfsal zemin onların hepsini paralel olarak üretiyor, tümünün ortak kaynağını oluşturuyor ve böylece de, tümünün çözümünü organik olarak birbirine bağlı hale getiriyor. Toplumsal devrim planında olduğu kadar bu düzenin kendi tabanı üzerinde de, anayasal reformlar sınırlarında da.

Bugünün Türkiye’sinde halen kendi işçisine sendikal özgürlük bile vermeyen, anayasada tanıdığı bir hakkı fiilen kullandırtmayan, bunda büyük bir kararlılık gösteren bir düzenle karşı karşıyayız. Kapitalistler fabrikayı kapatmak, alıp bir başka bölgeye taşımak pahasına, işçilerin sendikalaşma girişimlerine katlanamıyorlar günümüz Türkiye’sinde. Oysa en doğal, en basit, en sıradan bir demokratik haktır burada söz konusu olan ve güya anayasal güvence altındadır. Dünyanın hemen tüm düzenlerinde de bir biçimde meşru olan, yasal olarak tanınan bir haktır sendikalaşma hakkı. Askeri faşist rejimler bile bu ülkede sendikal hakları ortadan kaldıramadılar, en fazla geçici olarak askıya alabildiler. Bu denli kollektif toplumsal bilince işlemiş meşru bir haktır bu ve üstelik mevcut 12 Eylül anayasasında yer alıyor. Ama Türkiye’nin bugünkü düzeni bu hakkı fiilen kullandırmıyor milyonlarca işçiye ve çalışana. Bu düzenin böylesine bir gerici ruhu, böylesine dar sınırları var halen. Bu gerçek yerli yerinde duruyorken Kürt sorunu kendi içinde demokratik bir çözüme nasıl kavuşacak, birilerinin bu basit soruyu anlaşılır biçimde yanıtlaması gerekir.

Yakın geçmişin mücadele deneyimi

1960’lı yıllar Türkiye’de, modern sınıflaşmadaki gelişmeye de bağlı olarak, geniş çaplı bir sosyal uyanış ve sol aydınlanma dönemidir. Solun kitleselleştiği, toplumda meşrulaştığı ve etkin taraf haline geldiği bir tarihi evredir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası ivmelenen kapitalist gelişme toplumda modern sınıflaşmayı hızlandırdı. Kırsal ilişkilerdeki çözülme yeni boyutlar kazandı. Kırlardan kentlere geniş ölçekli göçler yaşandı. Sanayi üretimi yaygınlaştı, fabrikalar çoğaldı. İşçi sınıfı gelişti, sayısal olarak hızla büyüdü. Toplumun okumuş, aydınlanmış kesimleri genişledi, her düzeyde okullar, üniversiteler çoğaldı. Belli sınırlarda bir sol aydınlanma, bir tür sol kültürel patlama yaşandı. Okumanın, incelemenin, tartışmanın, genel olarak bilimsel ve kültürel aydınlanmanın solun belirgin etkisi altında genişleyip serpildiği bir özel tarihi evredir bu. Bu arada Türkiye solunda devrim sorununun, devrimin niteliği ve stratejisi sorununun en ciddi biçimde ele alındığı, en hararetli tartışmalara konu edildiği bir dönemdir bu.

Bu dönemin sosyal uyanışının öncü kolu işçi sınıfıydı. 31 Aralık 1961’de 250 bin kişinin katıldığı Saraçhane mitingiyle başladı bu süreç. İşçi sınıfı 1962 yılına grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı talebiyle, bu talebin dile getirildiği ve o günün ölçüleriyle hayli görkemli bir eylemle girdi. Bu dönemin işçi eylemleri silsilesinin çeşitli vesilelerle dökümleri verildi, burada yinelemek gerekli değil. Bu ülkede Türkiye İşçi Partisi’ni bile sendikacılar, yani işçi sınıfı hareketi içerisinden gelen öğeler kurdular. Onların reformist olması bir gerçeği değiştirmiyor; sonuçta bu insanlar siyaset alanına kendilerince sınıf partisi iddiasıyla çıkıyorlardı. Bu, o günün Türkiye’si ve işçi sınıfının gelişme düzeyi üzerinden alındığında, öyle basit bir olay değildi. Böyle olmadığını, izleyen yıllarda Türkiye İşçi Partisi’nin siyasal yaşamda oynadığı rolden de biliyoruz. ‹60’lı yıllar Türkiye’sinde hiç değilse bir süreliğine önemli bir siyasal olaydı TİP. Gerçekte reformculuk sınırları aşamayan sol parlamentarist bir partiydi. Ama bu, onun bu ülkenin siyasal yaşamında bir dönem için oynadığı ilerici rolün önemini azaltmaz. Türkiye’nin sol aydınlanmasına tarihsel katkısını hiçbir biçimde gölgelemez.

İşçilerle başlayan bu toplumsal uyanış, toplumun öteki katmanlarına da dalga dalga yayıldı. Bir geçiş dönemi olması nedeniyle köylü toprak işgalleri en çok bu dönemdedir. En etkili küçük üretici köylülük eylemleri, Ordu’da fındık eylemlerinden Ege’deki tütün eylemlerine kadar, bu dönemdedir. TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) bu dönemin ürünüydü ve kendi alanında son derece etkili bir kitle örgütü oldu. ‘60’lı yılların ikinci yarısındaki geniş çaplı gençlik hareketleri aynı uyanışın bir başka öğesi idi ve yankısı bugüne dek süren DEV-GENÇ örgütlenmesini yarattı. Ve nihayet, 1967 yılından itibaren kendini etkili biçimde açığa vuran Kürt ulusal uyanışı, Türkiye toplumundaki bu genel uyanışı kendi yönünden tamamladı.

İşçi sınıfının açtığı bir mücadele çığırı içinde, toplumun bütün ezilen, sömürülen, horlanan kesim ve katmanları sosyal-siyasal yaşama gözlerini açtılar. En ileri kesimleri üzerinden de olsa, bütün bu sınıflar, katmanlar, kesimler kendi istemlerini ileri sürerek harekete geçtiler, eylemlere, mücadelelere giriştiler. Köylünün toprak talebi, işçinin sendika, ücret, daha iyi yaşam koşulları talebi, küçük üreticinin daha yüksek taban fiyatları talebi, gençliğin demokratik ve özerk üniversite talebi, kamu çalışanlarının çalışma ve yaşam koşullarına ilişkin talepleri, Kürt halkının eşitlik ve özgürlüğü ilişkin talepleri vb... Tümünü birleştiren ortak payda olarak da emperyalizme karşı bağımsızlık, dönemin gerici sermaye iktidarına karşı demokrasi talebi. Ve bütün bunları daha sonraki bir evrede üstten sarıp sarmalayan genel bir sosyalizm şemsiyesi. Aşık İhsani’nin o günkü popüler türkü sözleriyle, “Sosyalizm sel halinde geliyor!” ruhunun egemen olduğu bir tarihi dönemden söz ediyoruz. Solun ve sosyalizmin, tarihinde ilk kez olarak kitleselleştiği ve toplum düzeyinde meşrulaştığı bir dönemden...

Türkiye’nin bu görkemli siyasal uyanış döneminde, toplumun bütün ezilen, sömürülen, horlanan, eşitsizliklere tabi olan katmanları birbirine paralel, birbirini tamamlayan, birbirini besleyen, birbirine güç veren, birbirinden destek alan bir toplu sosyal uyanışın içinde idiler. Türkiye solu da bunun içinde, bu sosyal hareketlilik ekseninde yerini buluyordu.

Konumuz bakımından dikkate değer olansa, Kürt halkının bu genel sosyal uyanışla içiçe geçen ulusal uyanışıdır. Bu genel uyanışın ve mücadelelerin organik bir parçası olarak, yeni dönemin modern Kürt ulusal hareketinin doğuşudur. Kürt ulusal uyanışının temsilcisi olan güçlerin solun geriye kalanıyla birlikte Türkiye İşçi Partisi çatısı altında yerlerini almalarıdır. Ezilen ve sömürülen tüm sınıf, kesim ve katmanların birbirine paralel düşen, birbirini besleyen, birbirine yaslanan uyanışının siyasal sahnedeki yansımasıydı bu.

O günün Türkiye’sinde Kürt sorununa sahip çıkan tek parti, doğal olarak Türkiye İşçi Partisi’dir. TİP, 1967’deki ünlü Doğu Mitinglerini örgütleyen partidir. Dönemin sosyal-siyasal uyanışı, bunun ürünü olan mücadeleler bir bütündü. Bu kendini siyasette de böyle, bir bütünlük içinde gösteriyordu.

Kürt ulusal uyanışı, geçmiş Kürt isyanlarından farklı olarak, bu yeni dönemde artık alt sınıflara dayanıyordu. 1920’ler ve ‘30’larda isyanlara ağalar, şeyhler, aşiret reisleri, seyitlerden oluşan geleneksel üst sınıflar önderlik etmişti. Yani o günkü o geleneksel toplum düzeninin toplumsal bakımdan ayrıcalıklı üst tabakaları. Oysa 1960’lardaki Kürt uyanışı emekçi sınıflara dayanıyordu. İşçilerden, gençlerden, aydınlanmış küçük-burjuvaziden (avukatlar, doktorlar, terziler, berberler, öteki serbest meslek sahipleri vb.) besleniyordu. Ulusal uyanışın çok belirgin bir sosyal muhtevası da vardı. Bu kesimler Türkiye’nin genel sosyal uyanışının organik bir öğesi idiler ve bu yansımasını siyasal planda da buluyordu. Doğu Mitinglerinin TİP şemsiyesi altında örgütlenmesi bunun bir ifadesi idi.

Ve nitekim ardından karşı-devrim saldırısının da ortak hedefi oldular. Faşist 12 Mart darbesi solu, sınıf hareketini, gençlik hareketini ve Kürt hareketini bir arada ezdi. Türkiye’nin büyük kentlerinde Dev-Genç, THKO, TİKKO, THKP-C davaları, Diyarbakır’da ise DDKO davaları vardı.

‘70’li yıllarda bu açıdan daha kapsamlı, daha görkemli bir yeni toplumsal uyanış, bunun ifadesi devrimci yükseliş yaşandı. Aydınlanma faktörü, kültürel patlama üzerinden baktığımızda ‘60’lı yılların gerisinde, ama kitle katılımı ve mücadele çizgisi üzerinden baktığımızda, ‘60’lı yılların çok ilerisinde bir yeni devrimci yükselişti söz konusu olan. 1974 yılında başlayan ve 1980 yılına kadar süren büyük bir devrimci yükseliştir bu. Kürt hareketi burada da yine genel sosyal-siyasal mücadelenin, genel devrim mücadelesinin organik bir parçası idi. Kürdistan’da kendi özgün şekillenmesini yaşıyor olsa da, genel planda hala da Türkiye solu hareketinin bir parçası, daha da somut bir ifadeyle Kürdistan’daki yansıması idi. Olayın mantığı da buydu.

Kopma daha sonra, 12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından, devrimci yükselişin ezilmesi, yani karşı-devrim koşullarında geldi. Türkiye’deki sosyal dinamik ile Kürdistan’daki ulusal dinamiği yeniden birleşik bir güç haline getirebilecek yeni bir devrimci yükselişin yaşanmadığı koşullarda ise süreklileşti. Geçmişte sosyal mücadelelerin, bunu ifadesi devrimci yükselişlerin birleştirdiği dinamikler, sosyal durgunluk ve siyasal gericilik koşullarında birbirinden uzaklaşmış oldular.

Öte yandan ‘80’li yılların başından itibaren dünyada devrim dalgası geri çekilmiş, ‘89 çöküşünün ardından ise ifade uygunsa dibe vurmuştu. Ekim Devrimi’nin açtığı büyük tarihi çığırın kazanımlarının kaybedildiği dünya tarihinin bu yeni karanlık evresinde, olduğu kadarıyla ulusal hareketler de hızla devrimden koptular ve bir bölümü emperyalizmin dümen suyuna girdiler. En iyi durumdakiler bile PKK örneğinde olduğu gibi onun hakemliğinden medet umar hale geldiler. Ulusal hareketler kendilerini salt ulusal istemlere indirgedikleri ölçüde ve yerlerde, devrimci bir dinamik olmak özelliklerini yitirdiler. Ulusal sorunlar giderek emperyalizmin istismar ettiği, şu veya bu bölgeye ya da ülkeye doğrudan ya da dolaylı biçimde müdahalelerin bahanesi haline getirdiği sorunlar haline de geldi.

Yeni tarihi koşulların bu etki ve sonuçları, kendini Türkiye üzerinden de gösterdi. Kürt ulusal akımları, PKK de içinde olmak üzere, hızla devrimden koptular. Kürt sorununu salt ulusal istemler düzeyine indirgediler, bunun bir sonucu olarak da sistemle ve düzenle uzlaşma yolunu tuttular. Gelinen yerde bu köklü konum ve kimlik değişiminin sonuçları gözler önündedir.

Toplumsal bütün ve sınıflar mücadelesi

Türkiye Cumhuriyeti, devlet sınırları ile tanımlanan bir siyasal coğrafyadır. Tarihsel olarak ya da ulusal bileşim ve kültürel özellikler üzerinden farklı coğrafyalar tanımlamak mümkündür. Ama toplumsal-siyasal gerçeklik ve mücadele söz konusu olduğunda, mevcut devlet sınırları içindeki organik şekillenme esastır. Şu veya bu sınırlar üzerinden tanımladığınız Kürdistan bir tarihi-kültürel anlam taşıyabilir. Ama siyasal ilişkiler ve toplumsal mücadele bakımından, Türkiye Cumhuriyeti denilen devletin halihazırdaki sınırları içinde toplum bir bütündür.

Burada bir egemen sınıf düzeni var; bütün milliyetlerden gelme öğelerden oluşan işbirlikçi tekelci burjuvazinin başında bulunduğu bir sınıf egemenliği sistemi var. Toplumsal ve sınıfsal şekillenme de bu sistemin toplamı içinde anlamını buluyor. Bu toplumsal bütünün içinde tüm milliyetlerden büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri ile tüm milliyetlerden işçiler ve emekçiler var. Bu sosyal gerçeklik siyasal yaşamda da yansımasını bulur. Bunu görebilmek için bugünün Türkiye’sinin siyasal tablosuna ve düzenin dayanağı siyasal güçler bileşimine bakmak yeterlidir.

Türkiye toplumunun bir bütün olduğunu, Kürt sorununun yirmibeş yıllık seyri bütün açıklığı ile bize ayrıca göstermektedir. Hareketin yaşadığı tıkanma, yıllardır içinden bir türlü çıkamadığı kısır döngü, bunun bir itirafından başka bir şey değildir. Cepheyi salt Kürt sorununun kendi dar sınırları üzerinden kurarak sorunu çözemiyorsunuz. Zira sınıfsal güç ilişkileri, milliyet farkı gözetmeksizin toplumun geneli üzerinden şekillenmiştir. Ve bu katı olgu, her türlü mücadelenin, dolayısıyla da ulusal özgürlük mücadelesinin seyri ve sonuçları üzerinde tayin edici bir etkiye sahiptir.

Bugün Kürt büyük burjuvazisi, toprak sahipleri, aşiret reisleri, tarikat şefleri, olduğu gibi Türk büyük burjuvazisinin yanında, onunla organik olarak kaynaşmış durumdalar. Bunu her yerde her düzeyde görebilirsiniz. Egemen Bağış Avrupa Birliği bakanıdır, kendisi bir Kürt’tür. Mehmet Şimşek ekonomi bakanıdır, kendisi bir Kürt’tür. Muzaffer Çağlayan sanayi bakanıdır ve bir başka Kürt’tür. Bunlar bugünkü hükümetten ve üstelik yalnızca bazı örnekler. Bir önceki hükümet döneminde Kürt Hüseyin Çelik eğitim bakanı, Kürt Abdulkadir Aksu içişleri bakanı idi. Tayyip’in danışmanlarının hatırı sayılır bir bölümü Kürtlerden oluşuyordu, oluşmaktadır. Kürt büyük burjuvazisi, Kürt tarikatları, Kürt cemaatleri, olduğu gibi Türkiye gericiliğinin içindeler ve kurulu düzenin temel dayanağı durumundalar. Türk gericiliğinin demiyorum, Türkiye gericiliğinin!..

Her milliyetten burjuva gericiliği organik bir bütün oluşturuyor ve bu, bugünkü egemen sınıf iktidarında ifadesini buluyor. Bugün ülkedeki ilerici sosyal muhalefeti, her biçimiyle devrimci siyasal mücadeleyi ve elbette Kürt özgürlük mücadelesini boğan güç, tüm milliyetlerden Türkiye gericiliğinin bu birleşik organik gücüdür. Bütün milliyetlerden burjuva gericiliğinin birleşik gücü, bugünün Türkiye’sinin en açık, en katı, en tartışmasız gerçeğidir.

Bugün Kürdistan’da hala da doksan bin kişilik bir korucu ordusu var. Kime karşı peki? Kürt özgürlük mücadelesine karşı! Kimlerden oluşuyor bu ordu? Kürt aşiretlerine mensup Kürt köylülerinden. Bunu olanaklı kılan ne ya da kim? Elbette Kürt büyük burjuvazisi, Kürt büyük toprak sahipleri, Kürt aşiret reisleri, Kürt tarikat ve cemaat şeyhleri. Kısacası bütünlüğü içinde Kürt burjuva-feodal gericiliği!

Bugün dünyada doksan bini aşan kaç tane ordu var peki? Doksan bin kişilik bir Kürt ordusu var ve Kürt özgürlük mücadelesine karşı savaşıyor! Sıradan köylüleri bu utanca sürükleyen Kürt büyük burjuvazisinin, Kürt toprak sahiplerinin, Kürt aşiret reislerinin, Kürt tarikat reislerinin çıkarları, iradesi ve tercihidir. Bu köylü yığınlarını, bu sıradan emekçileri gerici geleneksel bağlar içerisinde kendi denetimleri altında tuttukları için, onların yirmibeş yıldır Kürt özgürlük mücadelesine karşı silahlı güç olarak kullanılmasını sağlayabiliyorlar. Demek ki toplumdaki gerçek bölünme buna göredir, bu katı olguda gizlidir. Bütün milliyetlerden büyük burjuvazi, toprak sahipleri, her biçimiyle asalaklar ve tufeyliler... Ve tersinden, bütün milliyetlerden işçi sınıfı, emekçiler, köylüler, her biçimiyle ezilenler...

Elbette ulusal özgürlük davasının kendi sınırları içinde savunulması, bu sınırlar içinde bir mücadele yürütülmesi tümüyle meşru bir haktır. Tartıştığımız bu değildir. Biz daha farklı bir olgu üzerinde duruyoruz; katı toplumsal gerçeğe ve bunun mücadelenin seyri ve sonuçları üzerindeki tayin edici etkisine işaret ediyoruz. Ulusal sorunu çözmek istiyorsanız, bunu tüm öteki sorunlardan ayırarak yapamazsınız. Bunu toplumdaki genel sınıfsal şekillenmeden, bölünmeden, kutuplaşmadan ayrı ele alamazsınız. Kendi ulusunuzdan belli bir kesim size karşı savaşıyor ve bunun açık sınıfsal bir mantığı var. Bunun gerisinde egemen sınıfların Kürtlerden oluşan kesimlerinin çıkarları, tercihi ve iradesi var. Bunun alternatifi, Türk işçisinin ve emekçisinin de kendi burjuvazisine karşı ve sizin yanınızda savaşabilmesidir.

Bunun yolu da Türk emekçisi ile birleşebilecek bir mücadele stratejisi izlemekten geçmektedir. Bizi tüm öteki sorunlar ilgilendirmez, bizim kendi sorunumuz var ve biz ona kendi sınırları içinde çözüm bulmaya bakarız derseniz, bir yere varamazsınız. Kendi sorununuz da sürüncemede kalır ve bir yerden sonra da burjuvazinin elinde toplumu sersemletip çürütmenin bir aracına, bir olanağına dönüşür. Nitekim son yirmibeş yıllık Kürt ulusal mücadelesi, bu sosyal mücadele bütünlüğünden koptuğu ya da koparıldığı için, kendi içinde bir Kürt sorunu olarak ele alınıp darlaştırıldığı için, zaman içerisinde Türkiye’nin devrimci gelişme sürecini kolaylaştırmak bir yana, tersine onu köstekleyen ve böylece toplumsal çürümeyi de kolaylaştıran bir etkide bulundu.

Yeni dönemin ulusal özgürlük mücadelesi yalnızca bir süre için, daha somut olarak da, 1989-1992 yılları arasında toplumu, onun Türk kesimini olumlu anlamda sarstı. Ulusal özgürlük mücadelesinin bu beklenmedik yeni patlaması, inkarcılığın yüzüne bir tokat gibi indi. Toplum biraz o zaman zorlandı, bir süre için vicdani bir bocalama yaşadı, koca bir gerçeği yetmiş yıldır inkâr etmenin ezikliği içinde. Demirel’e ‹92 yılında Diyarbakır’da “Kürt realitesini artık tanıyoruz” dedirten de buydu. Ama bu özel evre çok çabuk geride kaldı. Burjuva gericiliği hızla toparlandı, çok geçmeden inisiyatifi yeniden ele geçirdi. Kürt halkının haklı mücadelesini “terörizm” diye yaftalamayı başardı, bunu toplumun geniş kesimlerine böylece kabul ettirdi. Kürt hareketinin eylem çizgisindeki zaaflar ise bunu alabildiğine kolaylaştırdı. Sonuçta Kürt sorunu şovenizm üzerinden toplumu zehirleyen bir etki kaynağına dönüştü. Yirmibeş yılı aşan yeni isyanın yirmi yıla yaklaşan bir bölümünde yaşanan yazık ki bu oldu.

(Devam edecek…)