6 Kasım 2020
Sayı: KB 2020/Özel-21

Kriz, afet ve ölüm düzenine karşı mücadeleye!
Deprem değil yağmacı-vahşi kapitalizm öldürüyor
Deprem değil, sistem öldürüyor!
Rusya-Türkiye ilişkilerinde gerilim alanları
97. yılında cumhuriyet
İki çanta iki ayrı sınıf
Deprem ve dışa vuran sınıfsal gerçeklik!
Valfsan’da yaşadıklarımız
“Kaybedecek bir şeyimiz yok!”
Rus devrimi ve nedenleri - Şefik Hüsnü
Ekim Devrimi: Kadınlar için özgürlüğün şafağı!
Şiddete, sömürüye karşı 25 Kasım’da mücadeleye!
YÖK düzenine karşı mücadeleye!
Kafkaslar’da savaş ve Dağlık Karabağ sorunu
ABD seçimleri ışığında kapitalizm gerçekliği
Tırmanan pandemi ve sözde tedbirler
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Eşit, parasız, bilimsel ve ulaşılabilir bir eğitim için...

YÖK düzenine karşı mücadeleye!

 

Türkiye’de devrimci gençlik hareketi özellikle 70’li yıllarda belirgin bir ivme kazanmış, kendi tarihinin en güçlü dönemini yaşamış ve 70’li yıllarda yükselen toplumsal mücadele içerisinde belirgin bir yer tutmuştur. Tam da bu nedenle, toplumsal mücadeleyi ezmek için devreye sokulan 12 Eylül askeri faşist darbesinin hedefinde gençlik hareketinin özel bir yeri olmuştur.

Faşist cuntanın 12 Eylül darbesinin hemen ardından 1981 yılında Yükseköğretim Kurulu’nu (YÖK) kurması bu bakış açısının ilk ürünüdür. YÖK, sermaye devletinin gençliği “ehlileştirmek” amacını hayata geçirmek, gençlik mücadelesini baskı ve zor kullanarak ezmek için kuruldu. Kısacası üniversitelere dönük darbenin adı YÖK oldu!

YÖK, 1981 senesinde kurulmasının hemen ardından ilk icraatlarını devreye soktu. 1983 yılında düzenlenen 1402 sayılı sıkıyönetim kanunu ile akademide ihraçlar başladı, akademik personelden, devlet memuruna kadar binlerce emekçi tek gecede ihraç edildi. İkincisi olarak, YÖK’ün kurucusu ve ilk başkanı İhsan Doğramacı tarafından, Türkiye’nin ilk özel üniversitesi olan Bilkent Üniversitesi 1984 senesinde kuruldu. Bilkent Üniversitesi pıtrak gibi çoğalacak olan ve eğitimde ticarileşmenin en somut adımlarını oluşturan özel üniversitelerin ilki olmuştur.  

1992 senesine kadar sermayenin eğitim alanındaki politikalarını YÖK eliyle üniversitelere taşıyan İhsan Doğramacı, yerini ‘92 yılında Mehmet Sağlam’a bıraktı. Mehmet Sağlam’ın ardından ise 95-2003 tarihleri arasında YÖK başkanlığına Kemal Gürüz getirildi. Kemal Gürüz, Türkiye’nin 1998 yılında gündeme gelen ve eğitimde neo-liberal dönüşüm sürecinin önemli bir ayağını oluşturan Bologna sürecine entegre olmasında önemli bir rol oynamıştır. Aynı yıllarda yükseköğrenimde har(a)ç uygulaması tekrardan gündeme gelmiştir. Zaten 6 Kasım 1981 tarihli Yükseköğretim Kanunu’nda yer alan har(a)ç uygulaması 1996 senesinde üniversite har(a)çlarına yapılan %300 oranında zamla yeni bir boyut kazanmıştır. Bu saldırıya karşı gençlik hareketinin yanıtı direniş oldu. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere birçok kentte üniversite öğrencileri har(a)çlara karşı çeşitli eylemler gerçekleştirdi. Har(a)ç zamlarına karşı başlayan eylemler eşit-parasız eğitim talebiyle büyümüş ve eylemlerin zirve noktası 29 Şubat 1996’da gerçekleştirilen İstanbul Üniversitesi ve 23 Mart 1996 yılında gerçekleştirilen Ankara Üniversitesi DTCF işgalleri olmuştur.

***

YÖK’ün kuruluşunun 39. yılındayız. YÖK başkanlarının isimleri değişse de YÖK’ün kuruluş amacındaki misyonu yerli yerinde duruyor. AKP-MHP iktidarı üniversiteleri kendi çürümüş ideolojilerine ve sömürü düzenlerine uygun bir şekilde yeniden inşa etmeye çalışıyor. Bu çabanın sonuçlarını 20 yılda daha köklü bir şekilde değişime uğrayan yükseköğrenim tablosu üzerinden açıkça görebiliyoruz. Üniversitelerde gericilik kurumsallaştırılıyor. Çetelerin, gerici tarikat ve vakıfların önü açılıyor. Üniversite kampüsleri külliyelere çevriliyor, millet bahçeleri açılıyor. Dinci-gerici iktidarın maşaları, tepeden atamalar ile üniversitelere yerleştiriliyor. Polis-ÖGB iş birliği ile üniversitelerdeki ilerici birikim baskı altına alınmaya çalışılıyor. Özellikle 2015 sonrası YÖK yönetmeliklerinde yapılan değişiklikler ile getirilen siyaset yasakları, soruşturmalar, cezalar, uzaklaştırmalar ve okuldan atma gibi uygulamalarla ilerici-devrimci öğrenci ve öğretim görevlileri teslim alınmaya çalışılıyor. 1980 yılında 1402 kanunu ile kendini gösteren faşizm, şimdilerde Kanun Hükmünde Kararname olarak karşımıza çıkıyor. Devletten yana olmayan herkes terörist ilan ediliyor, ilerici akademisyenler tek gecede mesleklerinden ihraç ediliyorlar. 80 darbesinde asker postalları ile ezilen akademisyen cüppeleri şimdilerde polis postallarının altında eziliyor.

Tüm bunlarla birlikte eğitim alanı tamamen sermayenin eline devredildi. Ortaöğretim ve yükseköğretimde devlet okullarına bütçe ayrılmazken, özel okullara düzenli olarak teşvikler yapılıyor. “Her ile bir üniversite yapacağız” politikası akademiyi ayaklar altına aldığı gibi özel üniversitelerin de önünü açıyor. Bu uygulamalar ile üniversiteler pıtrak gibi çoğalıyor, diplomalı işsizler ordusu her geçen gün daha fazla büyüyor. Özel üniversiteler ile eğitim alanı tamamen paralı hale getirilirken, eşitsizlikler gün be gün derinleşiyor. Artık hem öğrenci hem işçi olmak o kadar yaygın bir hal aldı ki, yapılan araştırmalar bir üniversite öğrencisinin gününün 7 saatini işte 2 saatini ise okulda geçirdiğini ortaya koyuyor.

Koronavirüs süreci ise çürümüş eğitim sisteminin adeta aynası oldu. Bu süreçte eğitimin daha da eşitsiz, ulaşılamaz ve anti-bilimsel olduğunu gördük. Bakanlıklardan daha fazla bütçe aldıklarını söyleyen ve bununla övünülen devlet üniversitelerinin hiçbir alt yapısı olmadığı ortaya çıktı. YÖK, bu sürecin inisiyatifini her üniversitenin kendi yönetimine devretti. Ancak üniversite yönetimlerinde öğrenci, öğretim görevlisi ve üniversite çalışanları değil tepeden atanan yönetim kadrosu ile üniversiteleri fabrikalarının arka bahçesi haline getiren sermayedarlar var. Üniversitelerin temel bileşenlerine sorulmadan alınan her kararın ise bir amaca ve çıkara hizmet ettiğini her geçen gün artan mağduriyetlerden görebiliyoruz. Yine bu süreçte YÖK, koronavirüs felaketini fırsata çevirerek akademisyenleri hedef alan yeni disiplin maddelerini yürürlüğe koydu. Bu maddeler ile akademisyenlere yönelik fişleme, baskı ve yasaklamalar daha da artmış oldu. Kısacası üniversiteler sermayenin çıkarlarına göre şekillenirken bir yandan da düzenin bekası için ideolojik bir kuşatma altında tutuluyor.

Fakat ne yaparlarsa yapsınlar üniversiteleri teslim alamayacaklar. Bu gerçeği 95-96 har(a)ç eylemlerinde gördük. Bunu üniversite işgallerinde, bölünme sürecinde, yemekhane boykotlarında, ODTÜ Kavaklık direnişinde ve tarihte binlere öğrencinin katılımı ile protestolara konu olan 6 Kasım eylemlerinde gördük, görmeye de devam ediyoruz.

Bugün, gençlik hareketinde yaşanan gerilemeden kaynaklı olarak 6 Kasım YÖK protestoları gençlik örgütlerinin eylemlerine daralmış olsa da bu ablukanın dağıtılacağını çok iyi biliyoruz. Hiçbir zaman istedikleri dikensiz gül bahçesini yaratamayacaklar! Eşit, parasız bilimsel ve ulaşılabilir bir eğitim için YÖK’e ve YÖK düzenine karşı mücadeleyi yükseltelim!

M. Nevra